SESSİZLİĞİN MÜHENDİSLİĞİ
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürdlere yönelik politikası, yalnızca yasaklama ve bastırma değil; isteme hakkını kökten yok etmeye yönelik uzun vadeli bir stratejidir. Çünkü devlet iyi bilmektedir: Eğer yüz bin kişilik bir dini ya da etnik topluluk bölgesel özerklik kazanırsa, 30 milyonu aşan Kürd milleti de eninde sonunda aynı hakkı talep eder. Ve bu talebin sonu, bir gün bağımsızlıktır.
Bu yüzden asıl mesele, Kürdlere bir şey vermemek değil; Kürdlerin hiçbir şey istememesini sağlamaktır. Bu, yalnızca askeri operasyonlarla değil, siyasal manipülasyon, ideolojik yönsüzleştirme ve millet içinden devşirilen “makbul” Kürd figürlerle yapılmaktadır. Çünkü devletin Batılı muhataplarına karşı kullandığı en güçlü koz, aslında çok basit bir cümledir:
“Kendileri istemiyor ki, siz niye istiyorsunuz?”
Bu söylemi ayakta tutmak için içeride talepler törpülenmeli, milletin kolektif hafızası bulanıklaştırılmalı, siyasal özneler etkisizleştirilmelidir. Son yıllarda yaşanan gelişmeler, bu stratejinin nasıl işlediğini çıplak biçimde ortaya koymaktadır. Gazze işgali sonrası ABD, Fransa ve İsrail gibi güçlerin Kürdler için de özerklik talebini telaffuz etmeye başlaması, Türkiye’yi ciddi biçimde rahatsız etti. Çünkü bu defa Kürdler, bir kez daha bölgesel denklemde taraf olma ihtimali taşıyordu. Fakat Türkiye, içeriye dönüp “Kürdler zaten böyle bir şey istemiyor” diyebileceği bir zemin hazırlamıştı bile.
Bu zemin, büyük ölçüde İmralı sistemi üzerinden yürütüldü. Abdullah Öcalan’ın mutlak tecrit altında tutulduğu cezaevi, devletin kontrol ettiği bir siyasal etki aracına dönüştürüldü. PKK’nin güncel çizgisi, ulusal taleplerden kopuk, “radikal demokrasi” adı altında yönü belirsiz, milletten koparılmış bir politikaya evrildi. Ulusal birliğe, devletleşmeye, bağımsızlığa dair tarihsel sözler yerini “yerel yönetim”, “ekolojik siyaset”, “cinsiyet eşitliği” gibi Batı merkezli kavramlara bıraktı. Bunların hiçbiri başlı başına kötü değildir elbette, ancak Kürd milletinin kırk yılı aşkın bir süredir verdiği silahlı ve siyasal mücadelenin temel hedefleriyle doğrudan ilişkili de değildir.
Son olarak Gültan Kışanak gibi isimlerin öne çıkarılması, bu yönsüzleştirme politikasının başka bir cephesidir. Cezaevinde yazdığı “Kadınlar İçin Özgürlük Yolu” başlıklı metin, Kürd kadın hareketinin gücünü hatırlatsa da, Kürd milletinin siyasal statü talebine neredeyse hiç değinmeden kamuoyuna sunuldu. Bu da devletin işine geldi: Kadın temelli bir özgürlük söylemi, ulusal talepleri görünmez kılarak “biz zaten eşitlik istiyoruz, millet olmamıza gerek yok” gibi bir algının önünü açtı. Oysa bu millet, yalnızca kadın kimliğiyle değil, bir millet olarak özgürlük istemektedir.
En acısı ise şudur: Bizi TC adına aldatanlar, maalesef yine bizden ve Kürddür. Bu manipülasyonun taşıyıcıları, kendi milletinin geleceğini devletin çizdiği çerçevede yeniden tarif etmeye çalışmaktadır. Oysa bizim için bağımsızlık, yarım asırdır uğruna can verdiğimiz, gençliğimizi, hayatlarımızı adadığımız en kutsal değerdir. Bu değer, ne cezaevi metinleriyle, ne yönsüz siyasetle, ne de milletten kopuk kadrolarla tasfiye edilebilir.
Bugün Kürd milletinin önündeki en yakıcı soru şudur:
Biz hâlâ istiyor muyuz?
Eğer istemiyorsak, kimse bizim adımıza konuşamaz.
Eğer istiyorsak, önce kendi içimizdeki sessizlikle hesaplaşmamız gerekir.
TC’nin en büyük korkusu, Kürdlerin bağımsızlığı kazanması değildir; Kürdlerin onu istemesidir.
Çünkü hak, istemeyene verilmez.
Ve hak verilmez, alınır.
Ama almak için önce istemek gerekir.
Yüksek sesle, onurla, ısrarla.
Hüsamettin TURAN

