Öcalan ve Örgütünün Kürtçe’ye Mesafesi: Bir Dilin Gölgesinde Bırakılan Halk
Mahmut Uzun
Savaşın bir gün gerçekten biteceğini varsayalım. Silahlar sustuğunda, dağların dumanı dağıldığında, geriye kalan sessizlik bize ağır bir sorumluluk yükleyecek:
“Ölülerimize ne diyeceğiz?
Neden öldüler?”
Bu soru, yalnızca bir vicdan muhasebesi değil; aynı zamanda bir hakikat arayışıdır. Çünkü bu topraklarda ölenlerin çoğu, kendi dillerini bile konuşamadan özgürlük hayaliyle yola çıkmış gençlerdi.
Ve bu noktada şu soruyu yeniden, daha cesur bir yerden sormak gerekiyor:
Öcalan ve örgütü neden Kürtçe’ye hep mesafeli durdu?
Bu mesafenin politik bir stratejiden ibaret olduğu sanılabilir; oysa daha derin, daha köklü bir zihniyetin ürünüdür.
Bir halkın diliyle bağ kurmak yerine, o dilin üzerinden bir iktidar alanı kurmayı tercih eden bir yaklaşım…
Bu yaklaşımın en çıplak ifadesi, Öcalan’ın kendi sözlerinde saklıdır:
“Benim yaşamım Türkçe, Bekaa’da da hiçbir dilde iki kelime, iki cümle öğrenmedim. Biraz Kürdçe biliyorum halkla biraz anlaşmak için ama her şeyimi, düşünce yapımı, örgüt yapımı her tür çalışmamı Türkçe yönetiyorum. Halis muhlis Kürd de değilim ana tarafı başka, baba tarafı bir başka şeydenim, pratik olarak da en iyi bir Türküm.”
Abdullah Öcalan
Bu cümleler, sıradan bir dil tercihi ya da kişisel bir itiraf değildir. Bu, örgütün ideolojik mimarisini belirleyen temel anlayışın
özüdür.
Kürtçe’yi bir halkın kolektif bilinci, hafızası ve varoluşu olarak değil; örgüt disiplinini zorlaştıracak, bireysel düşünmeyi güçlendirecek bir unsur olarak gören bir zihniyettir.
Kürtçe’ye mesafeli durmak, aslında Kürt halkının tarihsel öznesine de mesafeli durmaktır. Çünkü dil, bir halkın hafızasıdır; hafızayı güçlendirmek ise merkezi otoritenin mutlaklığına gölge düşürür. Ulusal bilinç yükselirse, lider kültü zayıflar. Dengbêjlerin sesi duyulursa, dağlarda emir komutası çatlar. Dil büyürse, düşünce çoğalır; düşünce çoğalırsa sorgulama başlar.
Bu nedenle:
• Kürtçe eğitim talebi “ulusçu sapma” olarak damgalandı,
• Kürt aydınları “burjuva milliyetçisi” ilan edildi,
• Halkın kendi dilinde düşünme hakkı, örgütsel disiplinin önüne konulan bir “engel” olarak görüldü.
Sonuç olarak, özgürlük için savaşan binlerce genç, kendi ana dillerinde bile rüya göremeden toprağa düştü.
Bugün geriye dönüp baktığımızda, en acı gerçek şudur:
Bir halkın dili gölgede bırakılarak özgürlük inşa edilemez.
Savaş gerçekten biterse, belki ilk hesaplaşmamız ölülerimizle değil, onların susturulan diliyle olacak. Çünkü bazen ölüm, bir sesin kesildiği yerde
başlar.


YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.