Bêrîvan’a mektup
Birkaç parça kap kacak, üç beş adet sandalye, yıpranmış bir koltuk takımı ve biraz öteberiden ibaret ev eşyasıyla, Ankara'dan Diyarbakır'a taşınan “Cizreli iş adamının” evini yerleştirirken ki ben ve Sakîb’in ruh halini anlatamam.
Misafirimize, kendi olanaklarıyla, akraba nüfuzunu da kullanarak, Diyarbakır'ın nezih mekânlarından Ali Emiri Sokak’ta, kiralık bir ev bulmuştu Sakîb. Ev, “iş adamına” diye tutulmuştu ama taşınan eşyaların buna mukabil elle tutulur yanı yoktu. Belirtmeden geçemeyeceğim husus, bu “Cizreli iş adamı”, mütevazi eşyalarına tezat, yanında, Ankara’nın nispi steril ortamından, Diyarbakır'a -niçin gelindiğinin çok da farkında olmayan- üç tane pırlanta gibi çocuğunu, Narîn, Berîvan ve Rizgar'ı da almıştı: Kim neyler dünya malını.
Maazallah muhtarların Milli Güvenlik Konseyi asil üyeleri gibi çalıştığı, mahalleli üzerinde sınırsız, sorumsuz tahakküm bütün şiddetiyle vuku bulduğu, mahalleye taşınanların hesap kitabının, gerekli makamlara anında ulaştırıldığı zamanlardı. Hem komşulardan hem de bilumum gönüllü ihbarcı kuvvetlerden sakınarak yaptığımız ev taşıma macerasıyla, Baki Danışmanlı günlerim de bütün yoğunluğuyla başlamış bulunuyordu.
Tozlanmaya yüz tutmuş gönül arşivimizde, bu güzel insana ve ailesine ait hafızamızın tozunu, babasının sevdalısı sevgili Berîvan'ın bir paylaşımı süpürüp attı. Paylaşım, Baki Abinin cenazesinde göğsümüze iğnelediğimiz siyah beyaz, vesikalık fotoğraf ve kızının babasına yazdığı kısa bir mektuptu! Mektubu okuduğum anda bir şey anlayamadım. Yazının anlaşılmaz olması değildi mesele, o anda benim içinde olduğum duygu yoğunluğu mektubu anlaşılmaz kılıyordu. Okuyor gibi oldum ama Baki Abiyle geçirdiğim günler mektubun önüne geçiyordu. Bu durum benim açımdan hiçte anlaşılmaz değil: Her şeyin toz duman olduğu bir dönemde hayatıma giren ve bugünkü birçok değerlerimde bana yol gösteren bir abimin kızı karşımda babasının fotoğrafıyla duruyordu. O baba ki, her şeyin dibe vurduğu bir zamanda Diyarbakır'a gelmiş, bir mazlum milletin davasına gönül düşürmüş, bedeli de hayatı olmuştu.
Ne işin var bu zamanda, buralarda” gibisinden sorulara, “toprağıma sahip çıkmak benim işim” diyerek, tüm soruları, bol tavsiyeleri, kısadan hisseleri geri savurmuştu. Kimsenin kimseye kelamı geçtik selamı dahi sakındığı bir dönemde birçok iyi niyetli ilişkinin başlatıcısı olmuş, evlatları sağa sola savrulan, mahpusa düşen ailelerin tepkilerini derviş edasıyla sinesinde yumuşatmış, en küçük bir tepki, bir kızgınlık göstermeden gönlüleri fethetmişti. Nereden mi bilirim? Apê Umo'dan, anamdan ve babamdan mesela; ne kadar yürekleri yanmış da olsa, ona karşı kendi dilleriyle saygıda kusur etmemiş, bizimkiler Bakî Beg, Apê Umo'da kendi jargonuyla ona eş değer Bakî Abê diye hitap etmişti.
Yiğitti, mertti, saygındı, en önemlisi de çok fedakâr ve çalışkandı. Tabir-i caizse böyle kişiliğe sahip elli kişiyle herkesin ordusu zafer kazanırdı. Diyarbakır'a geldiği günden sökük dikti, açık kapattı, biraz da ezber bozdu; böyle insanlar da bu işlerde varmış dedirtir cinsten. Ağır duruşu, sakin edasıyla gurur verdi bize ve tanıyanlarına. Uzun bir dönem gözü kulağı oldum Diyarbakır'da. Epey gezdim tozdum yanında, o sıkıntılı zamanlarda. Dedim ya, öyle güven veriyordu ki insana, çiçek tarlalarında papatya topluyordum sanki; çalışırken sakin, güvenli, arkamızdaki toza dumana rağmen.
Haziranın sonlarıydı yanılmıyorsam, evlerindeki yan odaya geçtiğimizde, "biraz ortalıkta görünme, ne sen beni tanıyorsun ne de ben seni" dedi. Acaba bizimkinin yakışıklı aklı neler geçiriyordu benimle ilgili, düşüncelerle ama güvenle ayrıldım yanından. Belli, planları vardı. Uzak tutmak, görünür kılmak istemediği bu kısa zamanda, dostlarımın beni bulabilecekleri bir mekânda, bir arkadaşım, “Baki Abinin kaza geçirdiğini, ama önemli bir şeyi olmadığını, şu anda da çay bahçesinde olduğunu” söyledi. Kara haberi sabah aldım, hiçbir tehlikeyi ciddiye almadığı gibi, beyin kanamasını da mı ciddiye almamıştı, yoksa hastanelerde ele mi geçmek istememişti, her ikisi de olabilirdi ancak, sonuç vahimdi. Çok azdık, hastaneden, Cizre'ye yolculuk yaparken Baki Abiyle. Ona layık değildi ama yılardan da Eylül’dü. Hiçbir temmuzun kavurucu Cizre sıcağı içimize düşen ateş gibi yakıcı olmamıştı. İçimiz yanıyordu. Büyük bir insanı kaybetmiştik. Acımız büyüktü. En acısı da hayatının uzun bir bölümünde onunla yol kat eden arkadaşları, dostları malum sebeplerden orda yoktu. Çok azdık, hatta biz olarak hemen hemen yoktuk ama Cizre Halkı, günün koşulları gereği açık açık söylemeseler de kimin cenazesine katıldıklarını, mevcudiyetleriyle göstermişlerdi ele güne karşı.
Aradan kısa bir süre sonra babam, birinin beni aradığını, filan yerde beni beklediğini, söyledi. Gittiğimde Iraklardan gelen bir arkadaş, Baki’yle görüşmek istediğini söylediğinde, gözlerimin dolduğunu, dudaklarımın titrediğini, vücudumun ter içinde kaldığını hissettim. Ona, Baki Abinin bir kuş misali aramızdan göç edip gittiğini demem zaman aldı. Balığın sudan çıkmış halini yaşıyorduk hep beraber. Fedakârlığın dersini de vermişti, çıtasını da koymuştu giderayak. Zaten onun gidişiyle biz de bitmiştik. Kendi kendimize sökülmüştük kimseler dokunmadan. Hiçbir şey eskisi gibi olmadı ondan sonra.
Berîvan, babasının sevdalısı güzel kardeşim! Ne iyi ettin de bizleri buralarda buldun. Öyle zannediyorum ki bu sanal ortamda babanı tanıyan, yazmasalar da ona dair anıları kulağına fısıldayacak yüzlerce arkadaşını bulacaksın. Şimdiye kadar sana ulaşmamış olsalar da, bilmelisin ki senin yiğit baban bizlerin de yiğit abisi, kardeşi, yol arkadaşı idi. Ve mutlaka o güzel insana olan saygılarını, sevgilerini, özlemlerini şahsında ona ulaştırmak isteyecekler.
Annene, Narîn'e, Rizgo'ya (Rizgar) ve sen babasının sevdalısı Berîvan'a kucak dolusu sevgi ve saygı. Hepinizi seviyorum.