Seyid Rıza ile Atatürk’ün üçüncü son buluşması (4)

Seyid Rıza ile Atatürk’ün üçüncü son buluşması (4)

.

A+A-

                                         g-001.png

Seyid Rıza asılmadan birkaç gün öncesi Tarihi buluşma! İdam gecesi Atatürk’ün özel treni Elazığ istasyon garındaydı…

Atatürk ile Seyid Rıza arasındaki ilişkiler kulaktan kulağa aktarılan bilgilerden oluşuyordu. Bu bilgilerin büyük bir kısmı doğru oldukları halde, resmi belgelere dayanmadıkları için doğruluğuna hep şüphe ile bakılıyordu. Ayni döneme rastlayan ve Seyid Rıza’ya verilen haksız idam kararı Atatürk’ün Elazığ’a gelişiyle olur. Seyid Rıza ile görüşmek isteyen Cumhurbaşkanı Atatürk, O’nu Erzincan’a çağırtıp, yakalanmış süsünü verdirerek, O’nu Elazığ’a gönderir.

                                                       

tema-3.png

                                             Atatürk’ün Beyaz Treni Elazığ Garında

Atatürk, kendisinin de Elazığ’a gelişini Seyid Rıza’nın asılacak gün ve geceye denk getirir. Bu dönemde Kürt’tür ve Kürtleri koruyor, gerekçesiyle başbakanlıktan alınan İsmet İnönü’nün yerine başbakanlığa Celal Bayar atanmıştı. Atatürk’ün refaketinde 3. Ordu Müfettişi Kazım Orbay, Genel Vali General Abdullah Alpdoğan ve Malatya Emniyet Müdürü de olmak üzere O, özel treniyle Malatya’dan Elazığ’a hareket ettiğini daha önce de anlatıldı. Seyid Rıza ise idam edildiği 14 Kasım’ı 15 Kasım’a bağlayan gece, yüksek güvenlik amacıyla Milli Amele Hizmetleri (MAH) mensuplarından başka kimsenin bulunmadığı Elazığ Merkez Tren İstasyonu’na getirilir. İdam mahkumunu treninde kabul eden Atatürk ile Seyid Rıza arasında geçen o tarihi konuşmayı ve ona tanıklık eden tek kişi Milli Amele Hizmetleri (MAH) ajanı, merkeze geçtiği raporunda bütün açıklığıyla durumu anlatarak, bu olay için yazdığı ve ancak yıllar sonra açıklanan rapordan anlaşılır. Gerçi raporun içeriği az, çok kulaktan kulağa halk arasında biliniyordu. Fakat bunu kanıtlıyan yazılı hiç bir belge ele geçirilmemişti... Devletin bu konudaki yasağı hep devam etti. Asılanların mezar yerlerine bile bir türlü açıklık getirilemiyordu. Bu durum ta ki Yeni Şafak Gazetesi’nin 20 Mart 2015 tarihinde adı geçen gizli raporu bulup açıkladığı tarihe kadar Seyid Rıza’nın Atatürk ile buluşturulması hep saklı tutuldu. Böylece Dersimlilere Atatürk, Seyid Rıza’yı kurtaracak tek adamdı gözüyle bakılmasına hep neden oldu. Buna şartlandırılan bazı Aleviler doğruyu öğrenseler de, eski yalana dayalı Atatürk sevgisi halen devam eder! Yani Atatürk hiç mi güzel şeyler yapmamış? Aslında konuya Alevilere bakış açısından bakıldığında, Dersim Alevi kırımını yaptığı halde, O’na Alevi kurtarıcısı gözüyle bakılması, ister istemez akla Stokholm Sendurumu’nu getirmektedir. Yani insanın kendi katiline aşık olup, tapması gibi bir şey!.. (II)

Atatürk ile Seyid Rıza’nın idam gecesi karşı karşıya getirilmesi tesadufi değildi. Dilden dile günümüze kadar gelen bu olay artık devlet raporuyla gerçek olduğu kanıtlandı. Devletin resmi tutanağı aşağda olduğu gibi yazılmış:

( Tarihi olayın devletin Resmi yazışması ise şöyle)

MAH Başkanlığına / Ankara

Milli Amele Hizmetleri

(Milli İstihbarat Teşkilatı’nın eski adı)

-Hususi-

Ankara’dan alınan şifreli talimatname ile İhsan Sabri Bey ile görüşülüp ve İhsan Bey’in vereceği emir ve talimatnamelere harfiyen riayet edilmesi gerektiği, bunlarla ilgili raporunda süratle Başvekalet’e iletilmesi emredildi. Bunun üzerine İhsan Sabri Bey’le görüşüldü. Bize hafta sonu Seyid Rıza ile alakalı mahkemenin toplanacağı ve karar verileceği ve idamların hafta sonuna yetiştirilmesi gerektiği ifade edildi. Yalnız en önemli nokta mahkeme kararını verdikten sonra, Seyid Rıza ile Reisicumhurumuz’un biraraya getirileceğini, bunun çok çok gizli olması gerektiğini, bunun için lazım gelen tüm tedbirlerin büyük bir hassasiyetle yürütülmesi, ayrıca MAH bünyesinden Zazaca bilen en güvenilir görevlinin bu yolculuğa hazırlanması talimatını verdi...“ adı geçen resmi raporda vurgulanır.

Mevsim zemheri idi. Buluşma vagonundaki hava ise zemheri ayının soğuğundan daha beterdi! Hava çok gergin, kurşun gibi ağırdı! Yüreklerin kulakları sağır denecek kadar duyarsızdı. Hiç kimse, hiç bir şeyi sanki duymaz gibi olmuştu. Reste, rest çekilmiş, iki lider eşit olmayan şartlarda boy ölçüşeceklerdi! Atatürk, var gücüyle etrafında olanları çağırdı! Seyid Rıza’nın omuzlarındaki yük ise oldukça ağırdı ve Mustafa Kemal’e bağırdı:“Ne yapacaksan yap, be adam! Bildiğini ardına koyarsan namerdsin!“dedi...

Bu tarihi buluşmaya tanık olanlar Mustafa Kemal Atatürk’ün yaveri ile kendisine hizmet eden bakıcısından başkaları değildi. Bir de olayın kahramanları olan Mustafa Kemal Paşa ile Dersim’in Serdarı Ekremi Seyid Rıza, bu restleşmenin tek tanıklarıydı. Sonra yaver ve bakıcı da odadan dışarı çıkarıldılar. Sadece konuşulanları yazacak olan bir Milli Amele Hizmetleri görevlisi kalmıştı.

Yukarda adı geçen rapordaki bilgileri Dersim direnişinde adı ön saflarda geçen yiğit ve kahraman İdare Bırahim (İbrahim) Ağa’nın Oğlu Seyithan Ağa, Seyid Rıza’yı anlatması, yukardaki gazetede çıkan devletin resmi tutanağına çok yakın bilgileri içermekteydi. Dilden dile ve kulaktan kulağa gelen tarihi bazı karanlık olaylarda, anlatılanların bir kısmının gerçeği yansıttıklarını hesaptan uzak tutmamak gerek. İdare Bırahim Ağa’nın oğlu Seyithan Ağa’nın olayların içinde olan ve görgü tanığı olarak babasından dinledikleri bilgi ve olayları aydınlatan konularda özetle olaya şöyle değinmişti:”Seyid Rıza’yı idam gecesi önce istasyondaki trende rakı içen, Mustafa Kemal’in huzuruna götürülmüştü. Bunu Mustafa Kemal Atatürk emretmiş, Seyid Rıza, kompartmana getirildiğinde gece bir hayli ilerlemişti. Mustafa Kemal, çok içmiş ve sarhoştu. Elleri kelepçeli olan Seyid Rıza, O’nun huzuruna çıkarılmıştı.“ der. Mustafa Kemal Atatürk, oturduğu sandalyede yerinde kıbırdamadan ve istifini bozmadan, Seyid Rıza’ya:“Hele bir bak bana! Beni danıdınız mı?“ der.

Seyid Rıza, şöyle dik dik bakar ve sözüne devam ederek:“Nereden bileceğim ki sen kimsin! Osmanlının bir sürü zabiti var. Sen de onlardan birisin! Söyle bana, ne söyleyeceksen! Sizin mahkemelerinizi de, adaletinizi de, alın başınıza çalın! Bu yaştan sonra öğrenemediğimiz hile ve yalanlarınızı da sayenizde öğrendik.“ der.

Mustafa Kemal Atatürk, Seyid Rıza’ya biraz daha yaklaşarak:“Bana iyi bak! Nasıl tanımasın be! Ey koca ihtiyar? 1916 yılının Mayıs ayında 16. Kolordu Komutanı olarak Diyarbakır’a tayin edildiğimde Dersim’e de gelmiştim. Seninle Ovacık’ın Zerenig (Yeşilyazı) bölgesinde ilk defa orada görüşmedik mi? O zaman da Kürt Devletini kurma çalışmaları içindeydiniz! Sadece bugün değil, dün de ihanet içindeydiniz!..“ der.

Seyid Rıza, Atatürk’e bakarak:„Hatırlamaz olur muyum be adam?!. O zaman da, sözünüze nasıl inanacağım, demiştim! Siz de ‘Söz namustur!’ demiştiniz! Hiç unutur muyum? Bak bizlere nasıl eziyet ediyor, halkımızı kırarak, nasıl da perişan ediyorsunuz! Ruslar Erzincan’a kadar geldiklerinde, biz Dersimliler olmasaydık, size yardıma koşmasaydık, onlar sizin Ankara’nıza kadar dayanacaklardı. Bunu ne kadar da çabuk unuttunuz? Hatta daha fazlasını söylemiştim. Demiştim ki:„Osmanlıda oyun çoktur! Bir oynu bozulur, yerine yenisi konulur!“ diye. „Doğru söyleyip, doğru teşhis koymamış mıyım? Ben sizi tanıdığım kadar tanımışım. Tanıdığım gibi, hiç de yanılmamışım, anlıyor musunuz? Söz namustur, dediğin bu mudur?“ diyerek Mustafa Kemal’in gözlerinin içine bakarak O’nu yanıtlıyordu!..

Mustafa Kemal Atatürk, Seyid Rıza’ya aşağılayıcı bir tavırla:“O zaman görevliydim. Görevim de yaptığınız tezgahı bozmaktı. İşim ile verdiğim söz arasındaki fark, görevimin yerine harfiyeten getirilmesini engelliyemez! Görev her zaman kutsaldır! Onu yerine getirmek, o bizce bir zorunluluktur. O zaman da işimi yaptım ve başardım. Bugün de işimi yapıyor ve yine başaracağım. Bundan hiç şüphen olmasın!“ der.

Seyid Rıza, O’na dönerek:“ Bildiğinden hiç şaşma efendi! Ne yapacaksan yap! Yalvarmamı bekliyorsan, yanılıyorsun! Evladı Resul, zulmedenlere hiç bir vakit yalvarıp, af dilememiş ve zalimin saflarında hiç bir zaman yerini almamıştır!“ diyerek sözlerini bitirir.

Mustafa Kemal Atatürk, Seyid Rıza’ya bakarak:“1916 yılında Zerenig’teki o aşiret reislerinin toplantısında anlaşmayı sağlayana kadar elini bana tam üç defa öptürmüştün! Bir Yarbay ve Kolordu Komutanı vekili olarak, beni o kadar haydutun içinde küçük düşürdüğünü unuttuğumu mu sandın?!.“ der.

Yarbay olarak Mustafa Kemal, o zaman Rusların, Kürtlere yapacağı yardımın önünü kesmiş, Kürtlerin bir devlet kurma girişimini boş vaatlerle çürütmüştü. Dersimlilerin tanıklık yaptığı o toplantıda gerçekten de Mustafa Kemal, anlaşmayı sağlıyana kadar üç defa Seyid Rıza’nın eline sarılarak öptüğü, kendisine şöyle seslendiğine tanıklık etmişlerdi:“Allah sizin gibi Evladı Resul’a zeval vermesin! Hak, Muhammed Ali yoldaşınız olsun! Devleti Ali Osman’a olan güveninizi Zatı Şahanelere (Sultan Mehmed Vahideddin) bizzat ben kendim bildirir ve taktim edeceğim!“ demişti...

Dersim ile Osmanlı Devleti tarihte pek de iyi anlaşamamışlardı. Fakat memlekette herkese hak ve özgürlük vermeyi, hak ve adalet getirmeyi söyleyen yeni Cumhuriyet Hükümeti, Dersimlilere yıkım ve felaket getirmişti. Özgürlük, demokrasi, bu yeni hükümetin getirdiği felaketin adı olamazdı. Osmanlılar bile tarihte bu kadar vahşeti Dersim’e reva görmemişlerdi! Cumhuriyet ise, bu Dersim’e uygulanan yönetimin adı asla olamazdı!.. Seyid Rıza, bu duygularla kendini ayakta tutmaya çalışırken; Mustafa Kemal’in sert ve cıyak sesi ile, Seyid Rıza’yı uyarırcasına:„Vaktin yok! Ne desen boşuna! Darağacına çekileceksin ağa! Ama sana bir şans vereceğim! Yalnız bir şartım var. Şansını kullanır da üç defa elimi öper, af dilersen, ben de seni afeder, bağışlarım!“ der!..

Mustafa Kemal Atatürk, hızını almadan, Seyid Rıza’ya konuşma hakkını vermeden, kendi konuşmasına şöyle devam eder:“Çünkü yıllar öncesi Zeranig’te seni bağımsız Kürt Devleti’nden vazgeçirmem için, bana üç defa elini öptürmüştün ya!.. Sen, bana nasıl ki elini üç defa öptürdüysen, ben de sana üç defa elimi öptüreceğim ve seni o zaman belki af etmem mümkün olabilir! Bak, dikkat et! Af ederim demiyorum. Zira kendi hal ve hareketlerine de dikkat et! Kimin karşısında olduğunu da unutma sakın!“ der.

Seyid Rıza, yapılan gizli görüşmede kandırıldığını belirterek:“Sizin başından beri planınız Dersim’i ortadan kaldırmaktı. Ben ta o zamanlar da düşüncenizi iyi anlamıştım! Yanılmadığımı şimdi daha iyi görüyorum!” der.

Seyid Rıza, sözlerini şu şekilde sürdürür:“Emin oldum ki, biz Dersimliler ne yaparsak yapalım, bu sizin aklınızdaki planı durdurmayacak! Başından beri planınız Dersim’i toptan yok etmek, ortadan kaldırmaktı. Bunu hep anlamıştım. Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim! Sizden af da istemiyorum! Benimle erkanı harp dairesinden bir subayınız görüştü. Sizin, beni Erzincan Valiliği’de beklediğinizi ve sulh için benimle görüşeceğinizi söylemişti. Benim hatam, ben O’nun sizin adınıza geldiğine inandım. Çünkü büyük yemin etmişti. İnanarak, yanıma üç arkadaşımı da alarak Erzincan Valiliği’ne gitmek için yola koyuldum. Barış görüşmesi yapacağımıza, daha yolda iken sizler, bizi tutukladınız. Sonra da Elazığ Hapishanesi’ne gönderdiniz...

Yine bana bir daha oyun oynanmıştı. Yine hile ile ben ve arkadaşlarım tuzağa düşürülmüştük! Sonra Elazığ’a getirip, burda mahkemeye çıkarıldık. Mahkemede büyük oğlum Şah Hasan’dan iki yaş küçük olan birinin şahitliğiyle önce yaşım küçültüldü. Küçük oğlum Resık Hüseyin’in de yaşını büyüttüler. Bugün de sizin emirlerinizle idam kararını alelacele verdiler. Verilen sözlere güvenerek, kendi ayağımla gelmeme rağmen, yine de beni idam edeceksiniz! Sizlere daha nasıl güveneceğim?“ der.

Atatürk, Seyid Rıza’yı dikkatlice dinliyor, bir taraftan da konuşmalarına sinirleniyordu. Sonra Seyid Rıza’ya bakarak: „Başka bir diyeceğin var mı?“ diye sorar.

Seyid Rıza:“Ben sulh için cumhuriyet için, çok şey yaptım. Savaş olmasın diye silah toplamaya yardımcı oldum. Dersim’de silahları toplattım. Halkımı silahsız ve savunmasız koydum. Şu, şu adamlar teslim edilecek denildi! Adamları getirip kendi elimizle teslim ettik. Her istediklerinde, ‚bu son’ dediler. Sonra daha fazla şeyler istemeye başladılar. İstekleri hiç bitmiyordu. Ben bunu önceleri tam olarak anlayamamıştım! Sonra çıkan Tunceli Kanunu ile aldatıldığımızı daha iyi anladım. Emin oldum ki, biz Dersimliler ne yaparsak yapalım, bu sizi durdurmayacak! Sizin de başından beri planınız Dersim’i toptan yok etmek, ortadan kaldırmaktı. Bunu çok geç de olsa anladım. Ben yaptığım hiç bir şeyden pişman değilim, af da istemiyorum! Bu benim son sözlerim. Başka da bir şey demiyeceğim!“ diyerek konuşmasını bitirmişti.

                         Seyid Rıza ve Atatürk’ün Elazığ garında beyaz trende üçüncü buluşma anı

Raporun gizli kalan kısmı ise şöyle yorumlaqnıyordu: „Eğer Seyid Rıza, o gece affedilmeyi istemiş olsaydı, o görüşme gizlenmeyecek, gazetelerin manşetinde yer alacaktı. Hem Seyid Rıza şahsında Dersim mağlup edilecek, hem de Mustafa Kemal Atatürk, en son savaşını bir zafer edası ile bitirecekti!..“

nönü’nün mecliste belirttiği gibi, Seyid Rıza ve oğulları yakalanmış, 1937 harekatı tamamlanmış ve Dersim ele geçirilmiştir.” der. İsmet İnönü, 25 Ekim 1937 tarihinde görevinden alınmış; Seyid Rıza ve arkadaşları ise 15 Kasım 1937 tarihinde idam edilmişlerdi. Köklü bir asimilasyon ve yok etme dönemi, bu değişimle başlamış oldu. Bu tarih köy ve kasabaların yakılıp, yıkılıp yok edilmek, büyük sürgün ve Dersim’i insansızlaştırma döneminin de başlangıcıydı. Asıl büyük katliamlar, Celal Bayar’ın başbakanlığı döneminde gerçekleştirildi. Daha başbakan iken İsmet İnönü, mecliste yaptığı konuşmasında, pek de gerçeğe dayanmayan şu rakamları vermesi askerin zayiatını ve öldürülen Dersimlilerin sayılarını açıklamaya yetmiyordu. İsmet İnönü, konuşmasını şöyle sürdürmüştü:“Bir subay, 28 er şehit! İsyana iştirak edenlerden 265 maktul (ölü), 27 yakalanmış ve müsademe (çatışma) esnasında 849 kişi teslim olmuştur.” der. Bu rakamlar gerçek değildi. Çünkü her iki tarafın kayıpları, karşılıklı olarak bu sayılardan daha fazla olduğunu, sonraları yapılan açıklamalarla ortaya çıkmıştı.

Aşağdaki tarihi olay verilen rakamların gerçek ile ilişkisinin olmadığını kanıtlar. Batıya sürülmek üzere insan avına çıkan 41. Tümen, Deşt yöresindeki köylerde direnişle karşılaşır. Direndikleri ve direnişçilere yataklık ettikleri gerekçesiyle Zımek, Heç, Kirnik ve Bornak köylerinde 395 kişi öldürülür. Şıhmamed aşiretinin merkezi Heç köyüne bir gece baskını yapılarak top ve mitralyöz ateşi ve süngüyle toplu kırım yapılır. Heç ve Zımek toplu kırımı 15 Ağustos 1937 günü yapılır. Yine 15 Ağustos günü Çukur ve Pah civarındaki taramada çok sayıda Haydaranlı imha edilir. 31 Ağustos’ta yeni bir tarama hareketiyle esir edilmiş olan binlerce kişi kafileler halinde önce Erzincan’a ve oradan da Batıda saptanan yerlere sevk edilirler. Hozat’a götürülen Karaca Seyitleri ile halkı makinalı tüfeklerle katledilerek, ölüler bir araya toplatılarak yakılırlar. Böylece 31 Ağustos 1938’de Dersim askeri harekatı, yanan cesetlerin küllerinin tütmesiyle tamamlanır. Kurtulan halkın bir bölümü davamız mahşare kalsın, derken, bir kısmının da mahşere kalan dava, davalıktan çıkar. Davamız bu dünyada görülecek, der! Ak ve kara birbirinden ayıklanacak. Onlardan geriye kalan onların çocukları, günümüzde hak ve adalet eşitçe, herkese kardeşçesine dağıtılacaktır, diyerek halen Dersim dağlarında direnmekteler!..

Cebrail Ağa, Elazığ’da idam kararı verilenlerin asılmadan önce pencereden bakarak, avluda asılma hazırlıklarını yapan kalabalığa baktı. Bir de ne görsün! İçlerinden en küçük olan Seyid Rıza’nın oğlu Resık Hüseyin’i darağacına doğru sürüklemekteydiler. Resık Hüseyin, ipi görünce ayaklarını yerden sürükleyerek, direnmekteydi. Cebrail Ağa’nın tam karşına düşen bir odada Seyid Rıza, pencereye yaklaştırılmıştı. Darağacının önüne kadar sürükledikleri Resık Hüseyin’in boğazına cellat ipi geçiriyordu. Bu görüntüyü özellikle Seyid Rıza’ya izletmek istemekteydiler, demişti!

Cebrail Ağa, pencereyi açtı. Manzaraya baktı. Kendi kendine:“Şu feleğin işine bak! Bana da idam cezası verilmişti. Onu müebete çevirdiler! Yoksa bir kaç dakika sonra sıra bana gelecekti. Sen şu Allah’ın işine bak ki, Seyid Rıza, benden yaşça büyük olmasına rağmen, O’nun yaşını küçülterek, küçük yaşta olan oğlu Resık Hüseyin’in de yaşını büyüterek asıyorlar. Bu yetmiyormuş gibi, bir de seksenlik ihtiyar babasına seyrettiriyorlar!..“ dedi. Sonra pencereyi açarak avludakilerin işiteceği en yüksek ses tonuyla:“Bre Allah’tan korkmayanlar! Bre Yezit’ler! Bre Maviye’nin dölleri! İnsanlıktan yoksun kalmış vicdansızlar! Sizdeki bu vicdan nasıl bir vicdandır ki, seksenlik bir Pir Seyid’in huzurunda, oğlunu asarak, bir de onu kendisine seyrettiriyorsunuz? Sizde hiç mi Allah korkusu yok?!. İnsan olan, insana bu azabı çektirir mi? Seyid Rıza ki O, bir düşmanını bile karşısında asılmasına karşıydı. O, askerlerin bile vurulmasına karşı olan biri. Askerler emir kuludur. Onların suç ve günahları yoktur! Suç, emir verendedir, derdi! Böylesi bir düşünceye sahip olan bir Evladı Resul’u nasıl olur da böyle bir cezayı O’na reva görüyorsunuz?„ diye feryat ederek bağırıyordu! Sesi hapishane duvarını aşıp, caddelere taşıyordu...

Hapishanenin avlusu aniden karıştı. Görevli polis amiri, Cebrail Ağa’yı eliyle işaret ederek:“ Gidin şu şakiyi susturuverin!” dedi. İki asker koşarak, içeri daldılar. Cebrail Ağa, pencereden uzaklaştırılırken, bu kez de Seyid Rıza’nın gözleri darağacına takılmıştı! Sanki asılan kendisiydi!.. Resık Hüseyin’i darağacının önünde görünce tüm kanı beynine aktı. Dünyası birden karardı. Seyid Rıza, ellerini göğe doğru kaldırarak:“Xwedayo! Ma çıkerdo!“ dedi! Sonra sesi yankılanarak etraftan şöyle işitiliyordu:“İnsana da Allah düşmanın merd olanını versin! Allah’ım suçum neydi ki oğlumun asılmasını bana nasip ettin! Ben ki Evladı Resul’dan gelen bir nesilim! İnsanın öldürülmesine karşıyım! Bu zülüm bana niye? Neden beni kör yaratmadın? Bu sahneyi bana göstermen için, seksen yaşa varan ömrümü neden uzattın? Kör Mısto’nun zülmünü yıllarca yaşadık! Asılmaya giderken, bunca acıdan sonra, üçüncü defa evlad acısını bana yaşatmak neden?“ dedi. Sesi gittikçe azaldı ve dizleri kendisini taşıyamaz oldu. Sonra yere çökerek, çömeldi!..

                                                     Atatürk ile Seyid Rıza arasındaki son konuşma

MAH istihbarat raporundaki anlatımla Reisicumhur, bunları şimdi öğrendiğini ve tahkikat yaptıracağını söyleyerek, diyaloğu şöyle sürdürür:“Sana son olarak gel benden af dile, yaptıklarından pişman olduğunu söyle ki seni affedeyim. Eğer bunları yaparsan, Dersim’e daha faydalı olursun. Bizimle işbirliği yaparsın! Cumhuriyet, Dersim’e çok faydalı işler yapacak! Dersimliler Horasan’dan gelmiş, Oğuz Türkleridir. Türklük şuurunu yeniden kazandıklarında, cumhuriyete çok faydalı işler yapacaklar. Ben buna inanıyorum. Gel bu fırsatı kaçırma!“ der. Halk arasında asılmasından sonra dolaşan bu sözleri devlet kanalları yoluyla yayılırken Atatürk’ün Seyid Rıza’ya:“ Haydi şimdi sen üç defa benim elimi öp de, önce bir ödeşelim. Sonra barışalım! Öpersen seni de, oğlunu da affederim!“ sözleri dağa, taşa yazılır şeklinde dolaşır. Tam da Seyid Rıza’yla aralarındaki mesafe sıfırlanmıştı ki, o anda olanlar oldu! Bir itişme, bir kakışma ve araya dahil olan Atatürk’ün yaveri o ana karıştı! Odanın havası bir anda bozularak, hava daha da gerginleşmişti...

Mustafa Kemal Atatürk, kaldığı ortamın da etkisiyle Seyid Rıza’nın üstüne doğru yürümüştü. Elleri önde kelepçeli olan Seyid Rıza’nın bembeyaz ve upuzun olan sakalını yakalıyarak, avuçlarının içine toplayıp, buruşturarak Seyid Rıza’nın yüzüne bastırıp, bıraktıktan sonra Mustafa Kemal Atatürk, hızını tam almamıştı ki, sıra Seyid Rıza’nın hidetlenmesine gelmişti. Nerdeyse yaşı seksene varan, bu dağ gibi iri Pir’i zapt edecek bir güç artık sanki yeryüzünde yok gibiydi! Seyid Rıza, o kadar hidetliydi ki, ölüm o an sanki O’nun avuçlarında bir hiçti!..

stihbaratçının raporunda bu gerçeklik şöyle ifade ediliyor:“Reisicumhur, sinirlenerek ayağa kalktı! Eliyle Seyid Rıza’yı göstererek ‚götürün gereğini yapın’ emrini verdi. Seyid Rıza’nın koluna girip, O’nu dışarı çıkarırlarken O, birden durdu!“

Seyid Rıza, hırsından ağzının dolusuyla yere tükürerek, en sonunda şöyle der:“Ben sizin hilelerinizi anlayamadım! Onlarla baş edemedim! Bu yüzden barışı görüşmek için geldim. Fakat şimdi ölüme gidiyorum. Bu bana dert olsun! Ama ben de size boyun eğmedim! Bu da size dert olsun!“ sözleri aynen hiç değiştirilmeden, istihbarat görevlisinin raporuna not olarak düşürülmüştü.

Seyid Rıza, idam edilmek üzere tekrar jipe bindirilerek hapishanede sephaların kurulduğu yere getirilerek bir odaya kapatıldı. O zamana kadar daha idamların yapılması için emir verilmemişti. Görgü tanıklarının anlattıklarına göre Seyid Rıza, oğluna ve canciğer yoldaşlarına şöyle haykırır:“Arkadaşlar, şimdi sizi de benim gibi trende bekliyen Mustafa Kemal Paşa’nın huzuruna götürecekler. Sonra da elini öptürüp, af dilemenizi isteyecekler. Sakın ola ki af dilemeyin! O’na sakın teslim olmayın! Teslim olsanız bile O, yine yapacağını size yapar ve sizleri teker teker birbirine izleterek asar!“ der. Halbuki Seyid Rıza, vagonda Mustafa Kemal Atatürk’ün yüzüne tükürdükten sonra O, yaverine bağırıp şöyle emir verir: „Bunu götürün ve derhal asın! Sabaha bırakmayın. Önce oğlunu gözlerinin önünde asın! Asılmayı kendisine seyir ettirdikten sonra da kendisini asın!..“ diye emir verir.

Mustafa Kemal Paşa’nın kafasının hoş olduğu, çok içtiğinden belliydi. Ayrıca Mustafa Kemal’in zevkine düşkün biri olduğu da söylenirdi. Fakat O’nun bu yeni Dersim deneyimi, kendi halkına bunca ölümü reva görecek kadar acımasız biri olduğunda insanların kuşkusu vardı. Çünkü O’nun medeni ve sivil yanı da vardı. O’nun için bunca insanı kırımdan geçirmek, kimsenin aklına bile gelmeyecek bir konu idi. İnsanları değirmen taşının arasına alınan buğday taneleri gibi acımasız ezmek, her insanın yapabileceği bir iş değildi. O, kendini Alevilere, Arnavutlu bir Alevi-Bektaşi olarak Hacı Bektaş’ta tanıtmış ve Alevilerin sempatisini daha İstiklal Savaşı başlarken almıştı. Birinci Dünya Savaşı döneminde, Anadolu Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Komutan da Mustafa Kemal Paşa’nın ta kendisi idi. Hacı Bektaş Dergahı’nda dua etmiş, el almış bir Bektaşi gibi tüm Alevilerin desteğini arkasına almıştı. Böylesi bir komutanın Dersim’e gazaba gelerek altını üstüne getirmesine, bugün de bir çok Dersimli inanmak istemez. Dersim’deki olayların ve tahribatın arkasında başka adların olduğunu sayıp, dururlar. Ne yazık ki o adların burada tekrarlanmasının bir faydası yok. Çünkü verilen tüm emir ve kararların altında ya komutan olarak, ya da Reisicumhur olarak Atatürk’ün imzası var. Seyid Rıza gibi seksen yaşındaki bir inanç önderinin yaşını küçülterek idam edilmesinin arkasında yine Mustafa Kemal Atatürk durmaktaydı!.. Bu yetmemiş gibi, Seyid Rıza’yı idam edilecek olan bölgeye kadar gelerek, eften püften sebeplerle, Seyid Rıza ile olan eski bir restleşmesini ömrünün son döneminde uygulamaya koyacaktı! Ayrıca O’nun hastalığının O’na verdiği acı ve ızdırap, O’nu daha da asabi mizaçlı biri yapmıştı! Atatürk’ün kinci oluşu ve aklına koyduğu rakip bir politikacının artık yaşama şansınının çok zayıf olduğunu tarihi olaylar kanıtlamaktadır. Seyid Rıza ile olan bu hesaplaşmasını da en son gördüğü hesaplaşmalardan biri olarak zaferle geride bırakmak için elinden geleni ardına koymamıştı! Başarılı olan liderlerin hayatlarında en çok kortukları ve tahammül bile etmedikleri şey mağlubiyettir! Onlar bir kez mağlup oldular mı, bu mağlubiyet onların sonunu yaklaştıran bir ölümden farksızdır!.. Mustafa Kemal de mağlubiyeti hiç sevmeyen bir liderdi. Seyid Rıza’yı da bir aşiret ağası gibi küçümsiyerek hemen ezmek istiyordu! Halbuki karşısındaki seksen yaşı aşmış olan kişi, ölümle alay ederek, af edileceğini bilse bile boyun eğmeden, diz çökmeden bir ipi göğüslemeyi onursuzluğa tercih ededecek kadar uluydu, onurluydu!.. Böylesi onurlu bir kişilik Mustafa Kemal’i korkutuyor, ürkütüyordu!.. Seyid Rıza bir ara Atatürk’ün yüzüne gözlerini dikerek kendi duygularını şöyle haykırır:

“ Fêlbazo!

Min bi derew û fêlbaziya te nikarî!

Ew ji min re bû derd!..

Ez jî li ber te bejna xwe natewînim!

Bila ew jî ji te ra bibe derd!..“

g-1.png

Adı geçen „MAH“ devlet raporunda, raporu tutan görevli, Seyid Rıza için şu sözleri not etmeyi hiç de ihmal etmemişti:„Reisicumhur eliyle işaret ederek ‚götürün’ dedi. O’nu alarak kompartımandan çıktık. Araçlara geçtik. Trenden gelecek olan İhsan Sabri Bey’i bekledik. İhsan Sabri Bey gelerek öndeki jeep’e geçti. Hareket ettik. Bizler de peşlerinden giderek, Buğday Meydanı’na geldik.“ diye not düşürmüş...

Avludaki sesler Seyid Rıza’nın kulaklarını çınlatırken O, sıranın kendisine gelmesini beklemeye başlar. Bu bekleyiş Seyid Rıza’nın sabrını gittikçe tüketmekteydi! Sephaya doğru götürüldüğünde, idamı gerçekleştirecek olan Çingene çocuğunu eliyle iterek uzaklaştırır. Kendisi sandalyeye hiç bir yardım almadan çıkar. Gür bir sesle rapordaki nottan geriye kalan O’nun şu sözleri kendisini özetliyordu:“Evlad-ı Kerbelayız, ayıptır, zulümdür, cinayettir!“ diyordu. Seyid Rıza sandalyeye çıkınca, gözlerine vuran ışığa karşı, bağlı olan ellerini selam verir gibi siper yaparak, kendini seyredenlere bir, bir bakar. Sonra da aniden sandalyeden inerek seyircilere doğru kükreyerek bağırır:“Yine mi sen? Be melun adam!“ der. O arada görevliler Seyid Rıza’nın daha fazla ileri gitmesini engeller! O arada seyirciler arasında siyah giysili, şapkası kaşların üstüne kadar inditilmiş, siyah renkli gözlükleriyle yüzünün büyük bölümü kapalı olan biri ve arkasındaki sivil giysili koruması ile idamı seyretmeye gelenler arasından ayrılarak, kaçarcasına meydandan uzaklaşmıştı!..

Sonra kızgınlığıyla O, koca ihtiyar, hiç kimseden yardım almadan, sandayenin üstüne tekrar çıkar. İpi boğazına geçirir. Sonra celladı eliyle itekler ve sandalyeyi tekmeleyerek devirir. O, uzun olan boynuyla gittikçe daha da boyu uzar. Hakk’a yürürken neredeyse ayaklarının uçları yere değiyordu. Bu da O’nun uzun süre can vermeden, can çekişe çekişe ölmesini sağlamıştı. Bu ölçülü ve yavaş yavaş infaz edilme şekli acaba bir tesadüf müydü? Yoksa idamı seyretmeye gelip, Seyid Rıza’nın yavaş yavaş can çekişmesini keyifle izleyecek olan izleyicinin yeni bir oynu muydu? Bu konu idamın halen karanlıkta kalan bir bölümünü oluşturur. Seyid Rıza’nın üstüne yürüdüğü kişi için çok yorumlar yapıldıysa da, bu konuda olayı aydınlatan resmi bir bilgiye tutulan raporda raslanılamadı. Bilinen odur ki Seyid Rıza’nın üstüne yürüdüğü adamın oradan kaçışı, O’nun bu sahneyi seyretmesine engel olduğudur! Bir de hem görevlilerin, hem de seyredenlerin asılma sahnesinden sonra büyük bir pişmanlık içinde sessiz ve hareketsiz kalışları, onların idama karşı duydukları pişmanlığın da bir belirtisiydi! Asılma alanı sephadaki ulu çınar gibi hareketsiz ve sessizdi. Yaşlı bir adamın olağan üstü cesareti ve atik davranışları, orada hazır bulunan herkesi hayrete düşürmüştü... Asılmalar gerçekleşirken, Seyid Rıza’nın sadık dava arkadaşı Demenan Aşireti lideri, Qemerê Boli’nin torunu, Usênê Hırancıkê’nin oğlu Cebrail Ağa (Cıvê Hese Kheji) hapisteki odasında bir bu yana, bir o yana gidip gelerek, içi içine sığmıyor, bağırıp, kükrüyordu!:“N’olaydı, n’olaydı! Onların yerine ben asılaydım! N’olaydı, Seyid Rıza’nın Mustafa Kemal Paşa’yı ortadan kaldırma fikrini ortaya attığında, aldığım bu emri, zamanında yapaydım. Aldığım görevi yerine getirmiş olsaydım, bugün ne dava arkadaşlarım asılırlardı, ne de bir ömür boyu hapis cezasını alırdım! Ne desem, ne yapsam boşuna! Olanlar oldu! Düşmanlar güldü! Felek bir daha biz Dersimlilere yar olmadı!“ diyerek feryat ediyordu! Feryatları hapishane duvarlarına çarparak gerisin geri kendisine dönüyordu!..

Sonuç olarak birkaç saat içinde idamların tümü de tamamlanmıştı. Yazılan resmi raporda:“ 15 Kasım 1937 Pazartesi tüm gün Seyid Rıza ve arkadaşlarının cesetleri sephalarda asılı olarak halka teşhir edildi. 16 Kasım ise tüm cesetler Elazığ içinde dolaştırılarak halka bir daha gösterildiler!.“ şeklinde yazılan gizli rapor bir telgrafla Ankara’ya bildirildiği, bu raporun yıllar sonrası devlet arşivinde çıkarılarak, iş başındaki hükümeti güçlendirmek için de olsa, onu kamuoyunda kullandılar. Geç de olsa, karanlıkta kalan tarihi bir olaya, adı geçen rapor ışık tuttuğu için, büyük bir anlam taşıyordu!..

Ertesi gün resmi ve resmi olmayan gazetelerde:„Seyid Rıza, oğlu ve avenesi dün sabah Elaziz’de idam edildiler. Tunceli hadisesine ait muhakeme son bulmuştur. Tunçeli’de isyan eden 58 suçluya ait karar tefhim edilmiştir. Bu karara göre suçlulardan 11’i idama mahkûm olmuş, fakat içlerinden dördü hakkında idam cezası yaşların geçkin olmalarından dolayı 30 sene ağır hapse tahvil edilmiştir. İdam edillen mahkümlar şunlardır: Seyid Rıza, Abasan Aşireti Reisi, Reşik Hüseyin (Seyid Rıza’nın oğlu), Seyid Wuşên (Seyid Hüseyin, Kureyşan-Sêxan/Seyhan Aşireti Reisi), Fındık Ağa (Yusufan Aşireti Reisi, Kamer Ağa’nın oğlu), Hasan Ağa, Demenan Aşireti Reisi, Cebrail Ağa’nın oğlu, Hasan (Kureyşan aşiretinden Ulkiye oğlu Hasan), Ali Ağa (Mirza Ali oğlu Ali Ağa). İdam hükümlüleri bu sabah infaz edilmişlerdir. 14 Suçlu hakkında beraat kararı verilmiştir. Diğer suçlular da muhtelif ağır cezalara mahkûm olmuşlardır.

İdam kararı verilip de yaş haddinden ötürü infaz edilmeyen dört kişinin adları: Kamer Ağa (Yusufan Aşireti Reisi), Cebrail Ağa (Demanan Aşireti Reisi), Kamer Ağa (Haydaran Aşireti Reisi) ve Keko Ağa’dır. İdam cezası alıp infaz edilmeyenler içinde iki ayrı Kamer Ağa olduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan biri Yusufan Aşireti Reisi Kamer Ağa ve diğeri de Haydaran Aşireti Reisi Kamer Ağa’dır.

g-2.png

-15 Kasım 1937 yılında Elazığ (Xarput) Buğday MeydanıTan Gazetesi’nin haberi: Seyid Rıza, oğlu ve avenesi dün sabah Elaziz’de idam edildiler!

Ayni haberi bir gün sonra yazan Tan gazetesi şöyle yazmıştı: „Dersim şakilerinin akıbeti: Seyid Rıza, oğlu ve avenesi dün sabah Elaziz’de idam edildiler. Tunceli hadisesine ait muhakeme hitam bulmuştur. Tunçeli’de isyan eden 58 suçluya ait karar tefhim edilmiştir. Bu karara göre suçlulardan 11’i idama mahkûm olmuş, fakat içlerinden dördü hakkında idam cezası yaşların geçkin olmalarından dolayı 30 sene ağır hapse tahvil edilmiştir.

Diğer yedi idam mahkümları şunlardır: „Seyid Rıza ile oğlu Hüseyin ve Seyhanlı aşireti reisi Hasso Seydi ve Yusufanlı aşiret reisi Kamer oğlu Fındık ve Demenanlı aşiret reisi Cebrail oğlu Hasan, Kureyşanlı Ulikeye oğlu Hasan ve Mirza Ali oğlu Ali’dir. İdam hükümleri bu sabah infaz edilmiştir. 14 Suçlu hakkında ise beraat kararı verilmiştir. Diğer suçlular da muhtelif ağır cezalara mahkûm olmuşlardır.“ (16 Kasım 1937, Tan Gazetesi).

Atatürk ve beraberindekiler Seyid Rıza ve arkadaşlarını astırdıktan sonra, adını Tunceli olarak değiştirdikleri Dersim gezisine çıkarlar. Tan Gazetesi bu haberi o günlerde şöyle yazıyordu: „Atatürk maiyetlerinde Başvekil Celal Bayar, Dahiliye ve Nafıa Vekilleri, Orgeneral Kazım Orbay, Umumi Müfettiş Korgeneral Alpdoğan ve diğer zevat olduğu halde Tunceli’ne gitmişlerdir. Yolda Murat Suyu üzerindeki eski köprüden geçilerek eski Pertek kalesinin bulunduğu saha önünden Hozat Deresi üzerinde inşa edilmiş olan beton köprüye gidildi ve Türk tekniğinin yüksek bir eseri olan bu köprünün kurdelesi bizzat Atatürk tarafından kesilmek suretiyle küşat resmi (açılış töreni) yapıldı. Bu köprünün eski adı „Soyungeç“ ve „Sungeç“ olduğu hakkındaki maruzat üzerine Atatürk, dilimize telaffuz itibarile en kolay şekli olan „Singeç“ adı verilmesini tensip ettiler. Dönüşte Murat Suyu üzerinde kurulmakta olan yüz metre uzunluğundaki Pertek Köprüsü’nün başına gidildi. Atatürk, köprünün fenni, mali ve iktisadi bakımlarından kıymet ve ehemmiyeti hakkında mütehassıslar tarafından verilen malumatı dinledikten sonra, Pertek kaza merkezini teşrif buyurdular. Kasaba methalinden Halkevi’ne kadar giden yol üzerinde Atatürk’ün kudumüne intizar eden büyük bir kalabalık yüce önderi candan gelen tezahürlerle alkışlamışlardır.

Kasaba methalinden itibaren yürüyerek gelen Atatürk, minimini mektep çocuklarının önünde durarak bunlarla ayrı ayrı konuşmuş ve içlerinden bazılarının yüzünde sivrisinek ısırmasından hasıl olan çıban hakkında kaza doktorundan izahat alarak bunun sebebi ve tedavisi üzerinde esaslı tetkikat yapılmasını emir buyurmuşlardır. Atatürk, Pertek Halkevi’ni ve salonunu gezmişler, kütüphane ve sahnesiyle diğer tesisatını çok beğenmişlerdir. Pertek’ten coşkun uğurlama tezahürleri arasında ayrılan Atatürk saat 17’de Elaziz’e avdet buyurmuşlardır.“ (18 Kasım 1937, Tan)

                                                                    Cesetler gaz ile yakıldı

Yine o dönemde devletin resmi görevlisinin yazdığı MAH (Milli Amele Hizmetleri) yani bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatı’nın istihbarat raporunda: „İhsan Sabri Bey saat 12’de valiliğe toplantıya çağırdı. 12’de valilikte Şefik Bey, Elazığ Emniyet Müdürü İbrahim Bey oradaydılar. İhsan Sabri Bey, bizlere:“Seyid Rıza’nın alelacele idam edilmesi efkarı umumiyede merak hasıl olacağı muhakkaktır. Bizim devlet olarak Ankara’nın da talimatıyla herkese Seyid Rıza’nın Reisicumhur Elazığ’a gelmeden önce idam edilmesi mecburiydi. Çünkü Reisicumhur’un, Seyid Rıza’yı affetmesi ihtimali mevcuttu. Ayrıca cesetlerin yakılarak gizli bir yere azami gizlilik kurallarına riayet edilerek gömülmesi sağlanacak, bu görevi de MAH bünyesindeki arkadaşlar gerçekleştirecek!“ denilerek toplantının bittiğini yazar. Resmi görevlinin anlatımında:“Cesetler alınarak boş bir araziye gaz dökülerek yakıldı. Kalan kırıntılar da çuvallara konularak Elazığ Merkez Tren İstasyonu ile Yolçatı Tren İstasyonu arasında çukur kazılarak defn edildi. Gömülen yerin haritası ve tutanakları, trendeki konuşmalar, ses kaydı ile birlikte harita ile, İhsan Sabri Bey’e teslim edildiler. İş bu rapor iki nüsha hazırlanmıştı. Bir nüshası Başvekalet, bir nüshası İhsan Sabri Bey’e teslim edilmiştir.“ denilmekteydi. Tüm bu bilgilere bakıldığında hem Demokrat Parti’nin kurucuları arasında adı geçeen ve hem de daha sonraları Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanlığı’nda bulunan İhsan Sabri Çağlayangil’in de bu gizli istihbaratla ilişkili olduğu ve Mustafa Kemal’in Osmanlı hükümetindeki istihbarat elemanlığının görevinin yeni Cumhuriyet rejiminde de bir çeşit değişik şekliyle sürdürüldüğü anlaşılmaktadır. Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nın hem resmi görevi, hem de bu görevin yanı sıra Atatürk’e gizliden bağlı olan istihbarat görevi, halen açıklama bekleyen cumhuriyetin karanlıkta kalan gizli yönlerinden biridir. Cumhurbaşkanlığı Koruma Alayı’nın gizlice Dersim’e gönderilerek, görevlendirilmesi Alay’ın bu ikinci görevinin varlığının nedenleri arasında görmek gerekmektedir.

O günkü hükümete yakın olan gazeteler Mustafa Kemal’in “Doğu Gezisi” kapsamında Elazığ’a ikinci gelişini ilk tarih olarak 17 Kasım 1937 Çarşamba günü olarak bildirmekteydi. Oysa Mustafa Kemal o tarihten önce, yani Malatya’dan ayrıldıktan sonra 14 Kasım 1937 Pazar günü Elazığ’a varmıştı. Elazığ il merkezine hemen girmez. Fakat 14 Kasım akşamı Yolçatı İstasyonu’ndan Elazığ merkez tren istasyonu’na Beyaz Özel Tren’iyle gizli tutulmak kaydiyle gelir, yerleşir. Atatürk, özel treninden dışarı çıkmaz. Trendeki odasını bir karargah gibi kullanır. Trenin kaldığı bölge Milli Amele Hizmetleri (MAH) adlı bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatı elemanları tarafından sıkıca korunmaya alınır. Yukarda anlatılan asılma olayları, bizzat Atatürk’ün yakın emir ve talimatlarıyla gerçekleştirilir... Sonra da O, Dersimlere baş tacı yapılacak şekilde devletçe itibarlaştırılarak, sevdirilir!..

İhsan Sabri Çağlayangil bu konuda anılarında:“Yıl 1937 Şükrü Sökmensüer, Atatürk döneminin ünlü emniyet müdürlerinden, birgün beni çağırdı ve şöyle dedi:“Atatürk Diyarbakır’da, Soyungeç Köprüsü’nü açmaya gidecek!“ dedi. O tarihte Seyit Rıza, Dersim’in Kürt lideri. Aynı zamanda Peygamber sülalesinden geliyor kendisi. Seyit Rıza’nın bir de dini vasfı var.“ diye bahseder.

Dersim ilinden Pertek ilçesine doğru akan Hozat Deresi üzerindeki köprüye eskide adına „Şeytan Köprüsü“ denirmiş. Şeytan köprüsü denen mevkide dört metreye kadar su daralarak iki kaya arasına bir derme çatma köprü yapılmış. Daralan suyun derinliği ise ilkbahar ve sonbaharda metrelerce derinlikte. Bu nedenle de halk bu köprüye „Şeytan Köprüsü“ adını vermiş. Bu köprü başındaki askeri karakolu Dersimliler basıp 33 Türk askerini öldürmüş. Bu olay da Dersim kırımına sebep olarak gösterilir. Aslında böyle bir olayın Genel Kurmay tutanaklarında olmayışı, bu olayı tartışmalı bırakmıştır. Karakolda 33 askerlerin başında ise İsmail Haki adında bir yedek teğmenin olduğu söylenir.

İhsan Sabri Çağlayangil anılarında:“İşte bu olay Dersim isyanının başlamasıdır. Atatürk olayla ilgileniyor ve ilgililere kesin talimat veriyor. “Bu meseleyi kökünden hallediniz” diye. Elazığ’da o dönem Muffetişi Umum-i Abdurahman Doğan paşa var. Malatya Emniyet müdürlüğünden bir buçuk ay kadar önce Ankara’ya tayin edilmiştim. Ankara Valisi İbrahim Etem Akıncı, şovalye çeteci bir adam. Demirci Efe ile birlikte kurtuluş savaşında çete kurmuş biri. Vali vekalete şifre çekmiş. “emniyet müdürüm Ankara’ya tayin edildi, biz Elazığa gidip Dersim harekatını birlikte görmek istiyoruz diye. O zaman bu isyan olayı ile ilgili türlü rivayetler var.“ diyerek anılarında yazar...

Bu dönemde sadece Dersim’de Ankara valisi olan ve adam kellesi kesmekle bilinen Vali İbrahim Etem Akıncı’nın yanı sıra Cumhurbaşkanı Koruma Alayı da Dersim’deki yakıp, yıkma ve toplu öldürme işlerini gizlice yürütüyordu. Cumhurbaşkanı Koruma Alayı’nın ilk komutanı olan çeteci Topal Osman’a sonradan yarbay rütbesi verilerek alay komutanı yapılmıştı. Topal Osman’ın Koçgiri’dek katliamları ise halk halen bugün bile unutmuş değil!

Dersimliler kendi aralarında kurdukları küçük bir direniş gücü ile aldıkları bir kararda şayet Atatürk Elazığ veya Tunceli’ye ayak basarsa öldüreceklerine namus üstüne yemin etmişlerdi. Bu kararı Ankara Hükümeti ve Atatürk de biliyordu. Bu nedenle de olsa Atatürk bölgeye yapacağı ziyaretlerini hep erteliyordu.

Atatürk, Pertek’te köprüsünün açılışını tam da Seyid Rıza’nın asılmasının ertesine denk getirmek istiyordu! Ergani Bakır Madeni İşletmesi’nde Müdür Emin Zincirkıran’la birlikte 16 Kasım 1937 günü, yanında Celal Bayar, içişleri bakanı Şükrü Kaya, Sabiha Gökçen ve daha başkaları ile birlikte özel treniyle Elazığ’a tekrar döner. İlk gelişten habersiz olan Elazığlılar günlerden beri Atatürk’ün yolunu beklerken, iki gece önce konaklamadan habersiz olarak ilk geliyormuş gibi O’na istasyondan şehre kadar yollara halılar döşeyerek parlak bir karşılama töreni hazırlarlar.

Dördüncü Genel Müfettiş General Abdullah Alpdoğan, Vali Şefik Bicioğlu, Belediye Başkanı Hürrem Müftügil, Maden’den beri Atatürk’ü izliyorlardı. 17 Kasım 1937 sabahı Atatürk, önce Dördüncü Genel Müfettişliğe gelerek General Abdullah Alpdoğan’dan Elazığ ve sorunları hakkında bilgi aldı. Bir süre sonra da Dersim’e bağlı Pertek ilçesi’ne hareket etti. Buradan Murat Suyu’nu geçerek Hozat Deresi üzerinde yeni yapılmış olan Soyungeç (Singeç) köprüsünün açılışına katılmak üzere yoluna devam eder.

Açılışı yapılacak olan beton köprü, gerçekten de o döneme göre yapılmış olan gösterişli bir yapıydı. Çevrenin yıllardan beri süregelen ulaşım sorununu nispeten çözmüştü. Atatürk, köprünün açılışını yaptıktan ve kurdeleyi kestikten sonra: „Daha önce soyunup suya girdikten sonra geçilen ırmağa „Soyungeç“ denilmiş. Şimdi ise buna lüzum görülmeden „Sinerek“ geçiliyor. Köprüye bundan böyle „Singeç Köprüsü“ diyelim“ der. (18 Kasım 1937, Ulus Gazetesi)

                                                                         Singeç Köprüsü

tema-4.png

Dêrsim’de Atatürk’ün Murat Nehri’nin bir kolu (Singeç Deresi Çayı) üzerinde tören ile açtığı Singeç Köprüsü

tema-5.png

Eski köprünün Keban Barajı’nın suları altında kalmasıyla Ayni dere üzerinde yeniden yapılan Singeç Köprüsü

Atatürk, Dersim’de yapılan Singeç Köprüsü’nü açmayı bahane ederek Dersim’e artık ayak atmıştı. Dersim’in tüm ileri gelenleri asker ve yerli işbirlikçiler tarafından ya öldürülmüş ya da yakalanarak zindana atılmışlardı. Seyid Rıza’yı da en son olarak Atatürk ve çevresindekiler O’nu asarken sevinçlerini zirveye taşımışlardı. Adı geçen köprü Dersim’de olduğu halde, o dönemdeki resmi basının bir bölümü bu köprünün Diyarbakır’da olduğunu yazmaktaydılar. Aslında köprü bir bahaneydi. Hem de Atatürk’ün hasta olduğu bir dönemde, seyhati zor olan bir bölgeye gitmesi, bu sadece bir köprü açılışı olamazdı! Ayrıca adı geçen köprüyü koruyan 33 askerin Dersimliler tarafından şehit edildiği de Türkiye’nin her tarafına gazetelerle duyurulmuştu. 33 askerin öldürülmesi olayı ise tamamen uydurulmuş bir düzmece haberdi. Kamuoyunu oluşturmak, Dersim’de yapılacak olan temizliğe kılıf hazırlamak için 33 askerin şehit edilmesi olayı uydurulmuş bir yalan habere dayandırılıyordu. Zira Genelkurmay belgelerinde bu tarihte bçlgede böyle bir olay kayıtlı da değildi. Ayrıca Dersim harekatlarını en ince ayrıntısıyla anlatan „Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar“ adlı kitapta da buna ait hiç bir bilgi yoktu. Genelkurmay yayını olan bu kitapta Dersim Harekatı’nın başlangıcının 33 erin öldürülmesi olayı ile değil, şu ifadelerle anlatılıyordu: “İlk Olay, Pah Bucağı ile Kalmut Bucağı’nı birbirine bağlayan Harçik (Darboğaz) Deresi üzerindeki tahta köprünün 20/21 Mart 1937 gecesi saat 23.00 sıralarında Demenan ve Haydaranlılar tarafından yıkılması ve köprü ile Kalmut arasındaki telefon hattının tahrip edilmesiyle başladı.” diye yazmaktaydı. 26/27 Mart 1937 tarihlerinde Sin karakolu ile bucak arasındaki telefon irtibatının kesilmesi ve aynı gün gece saat 21.00 sıralarında bucak merkezine kimlikleri bilinmeyen şahısların ateş baskını yapması olayı üzerine 4. Genel Müfettişlik durumu bir raporla üst makamlara bildirmekle beraber, yapılması kararlaştırılan Tunceli harekatı üzerindeki görüşünü de açıklamıştı. 4. Genel Müfettişliğe göre hükümet 500 jandarma ile bir uçak bölüğünü bu işe ayırmalı, 17. tümeni kuvvetlendirmeliydi, denilerek hazırlıklara hız verilir. Bu anlatımlarda görüldüğü gibi Genelkurmay’ın anlatımında sadece „köprü ve telgraf direği“ yakma olayları var. Baskın diye verilen haberde ise ölme, öldürme ve yaralama olayı yok. Öte yandan, Genelkurmay belgesinde adı verilen Pah Köprüsü devletin yaptırdığı bir köprü de değil, yerli halkın kendi ulaşımı için Harçık üzerinde yaptırdıkları tahtadan yapılmış bir ahşap köprü idi. Dolayısıyla Dersimliler devletin köprüsünü değil, kendilerinin yaptığı tahta köprüyü yıkmışlardı. Bu köprüyü yıkmanın nedeni ise askerin köprüden geçişini önlemek, kendilerine yapılacak olan devlet saldırılarının önünü kesmek ile ilgili bir tedbirden öteye gitmiyordu...

Aradan o kadar zaman geçmesine rağmen saptırılan doğruların arkasındaki „ Sene 1937... Mustafa Kemal ve beraberinde olanlar Tunceli’ye gelip, Hozat Çayı üzerindeki Singeç Köprüsü’nün açılışını yaptılar. Köprünün ucunda karakol baskını ve 33 askerin öldürülmesi hadisesi halen unutulmamıştı. Sonra Mazgirt Köprüsü havaya uçuruldu. Ardında jandarma taburu vuruldu, 56 asker daha çldürüldü!“ gibi haberlerin gerçeklerle hiç bir bağlantısı yoktu. Devletin resmi kaynaklarında da böyle olaylar olmamış ve kayıt altına alınmamıştı. Peki bu haberler halk arasında nasıl uydurulup, yayıldı? İşte bunu bilen tek bir kişi bile ortada yoktu!.. Bu adı geçen ve aslında olmamış olan olaylar, bunlar Dersim Kırımı’nın gerekçeleri arasında sayılıyordu.

Seyid Rıza’nın „Fırat Nehri üzerindeki Şeytan Köprüsü ve köprünün başındaki karakolu basarak 33 asker şehit etmesi diye bir olay da olmamıştı!.. Ayrıca köprü, Fırat ya da Murat Suyu üzerinde değil, Murat Suyu’na bağlanan Hozat Çayı üzerindeydi. Böylesi bir olay sadece hayali olarak bazılarınca uydurulmuştu!“ sözleri bu uydurulan olay Dersim İsyanı’nın da başlangıcı ve sebebi olarak gösterilmişti...

Dahası ve en önemlisi olan köprü Dersim’deki I. Harekat bittikten ve Seyid Rıza idam edildikten iki gün sonra 17 Kasım 1937’de Atatürk tarafından açılmış olan beton bir köprüydü. Sadece „Şeytan Köprüsü“ adı „Soyungeç“ten Atatürk tarafından yeni bir ad verilerek „Singeç Köprüsü“ oluvermişti!..

Ayni haberi o dönemin hükümet yanlısı gazetesi olan „Tan Gazetesi“ bu geziyi şöyle yazar: „Yolda Murat Suyu üzerindeki eski köprüden geçilerek, Pertek Kalesi’nin bulunduğu saha önünden Hozat Deresi üzerinde inşa edilmiş olan beton köprüye gidildi ve Türk tekniğinin yüksek bir eseri olan bu köprünün kurdelesi bizzat Atatürk tarafından kesilmek suretiyle küşat resmi (açılış töreni) yapıldı. Bu köprünün eski adı „Soyungeç“ ve „Sungeç“ olduğu hakkındaki maruzat üzerine Atatürk dilimize telaffuz itibarile en kolay şekli olan „Singeç“ adını kullanarak köprüye „Singeç Köprüsü“ adının verilmesini tensip ettiler.“ diye yazar.

Köprünün açılış merasimi daha tam bitmemişti ki uzaktan atılan bir silah sesiyle ortalık karışır! Bir anlık süre içinde açılışı yapanlardan biri yere sendeleyerek yığılıverir. O tarafa ve silah sesinin geldiği yere doğru koşuşmalar başlar. Kısa bir süre içerisinde köprü açılışına gelenlerin bir kısmı Pertek’e dönerken, Asker ve jandarmalar da silah sesinin geldiği ormanlık sahayı ablukaya altına almaya çalışırlar!..

                                       Cıbe Hesê Kheji (Cebrail Ağa )Aydın cezaevindeki bir anısı

                                       Singeç Köprüsü ve Cıbe Hese Kheji (Cebrail Ağa)

                                                                           g-3.png

Koçgiri yenilgisinden sonra Dr. Nuri Dersimi, Atatürk’ün Kürt halkına bakış açısını çok iyi biliyordu. Atatürk’e göre:“Türkiye’de yaşıyan herkes Türk’tü!“ Bu görüşte olmayan başta Koçgiri liderleri olmak üzere, hepisi birer, birer öldürülür veya asılır. Bu saldırılardan kurtulan Dr. Nuri Dersimi’nin ise Mustafa Kemal Paşa’ya bir hıncı oluşmuştu. O’nu ortadan kaldırma fikrini ilk ileri sürenlerdenbiri de O’ydu. Seyid Rıza’ya da bu görüşünü benimsetmişti. Seyid Rıza’nın ailesi ve yakın çevresi bombardımanlarla yok edilince, Seyid Rıza’nın Mustafa Kemal Paşa’yı ortadan kaldırma fikri daha da ileriye gitmiş ve fırsat kollanmaktaydı. Bu konuda Seyid Rıza, Demenan Aşireti lideri Cebrail Ağa (Cıvê Hese Kheji) ile görüşmüş, bu konuda O’nun onayını da alarak, bu görevi de yine O’na vermişti.

Beklenen süre içinde Mustafa Kemal Paşa bölgeye hiç gitmedi! Böyle bir haberden de O’nun haberdar edildiği anlaşılmaktaydı. Dersimlilerin O’nu öldürme olayı da o güne kadar bir türlü gerçekleşmemişti! Atatürk’ü o dönemde öldürmek veya O’na suikast yapmak pek de kolay bir iş değildi. Bir kere çok iyi korunuyordu. Bunun da ötesinde O, iyi bir istihbaratçı ve askeri planları sezgi gücüyle en iyi uygulayan biriydi! Öldürülmesi oldukça zordu. Kendisini yok etme planlarını her kim yapmışsa, onları daha plan safhasında iken deşifre edip, yapmak istiyenleri de en büyük cezalarla cezalandırmıştı. O’nun Dersim’e geldiğinde vurulması düşüncesi de sadece planda kalmıştı. Seyid Rıza’nın yakın arkadaşı olan Demenanlı Cebrail Ağa (Cıvê Hese Kheji) da Seyid Rıza ile birlikte Elazığ’da yargılanmaya başlayınca suikast görevi de başkasına aktarılmıştı. Bu yeni görevi de üç kişilik bir tim üzerine almıştı. Tim tüm çalışma ve planlarını Singeç Köprüsü’nü açacak olan Mustafa Kemal Atatürk’ün oraya gelişine göre yapmıştı.

Seyid Rıza’nın güvendiği en önemli Dersim aşiretlerden biri de Demananlılardı. Demenanlılar hem yiğit, hem de yol arkadaşlığında en sadık olan deneyimli aşiretlerden biriydi. Söz konusu Demenanlılar olunca, onların lideri olan Cebrail Ağa da (Cıvê Hese Kheji) tüm Demenanlıların özelliklerinin fazlasını kendi kişiliğinde taşıyordu. Seyid Rıza ile iki candan dosttular. İkisi de birbirine benziyordu. İkisini birbirlerine olan güvenleri sonsuzdu. Cebrail Ağa, Kutu Deresi mevkinde Gevrek (Gewreka Kheji) mezrası denilen sekiz-dokuz hanelik bir yerleşim biriminde oturmaktaydı. Cebrail Ağa 1917 yılında, Osmanlı-Rus harbinde işgalci Rus ordusuna karşı, Osmanlıların saflarında yer aldığı için, O’nun göstermiş olduğu üstün başarılarından dolayı Dersim Aşiret Güçleri’nin “Kolbaşı”sı olarak madalyalarla donatılmıştı! Erzurum’un kurtuluşunda Seyid Rıza ile birlikte Ruslara karşı bizzat savaşmıştı. Bu savaştaki üstün başarısı nedeniyle Cebrail Ağa’ya bir de “İstiklâl Madalyası” verilmişti! Savaş sonrası evine dönen Cebrail Ağa, yaşadığı zaman zarfında hep madalyası ile 1937 yılının kasım ayına kadar dolaşıp durdu!..

Gevreka Kheji Mezrası’nın sakinlerinden ve oldukça da yaşlı olan Cebrail Ağa, 1937 yılının sonbahar günlerine denk gelen bir dönemde oğlu Ahmet Ağa ve diğer yakın akrabaları olan kadın, çoluk, çocuk hep birlikte kendilerini yakalamak istiyen kolluk kuvvetleriyle çarpışa çarpışa Kutu Deresi’nin dağlık, sarp bölgesine çekilmişlerdi. Mezraya giren askerler mezrayı boş bulur ve oturulmaz bir hale getirip yakıp, yıkarlar. Seyid Rıza yakalandığı dönemde, Cebrail Ağa da teslim olur ve Elazığ’daki “Dersim Davası” yargılamalarına dahil edilir. Seyid Rıza ile Rus işgaline karşı Osmanlıların saflarında yer alarak ve ortak mevzilerde çarpışan Cebrail Ağa, bu defa da Elazığ’ın mahkeme ve mahpushanelerinde mahkumiyetini Seyid Rıza ile bölüştürür. Cebrail Ağa, yaş olarak 20 yaşa yakın Seyid Rıza’dan daha küçük olduğu halde, aldığı idam cezasını yaşlılığı nedeniyle ömür boyu hapise çevrilir. Seyid Rıza ise büyük oğlundan iki yaş daha küçük olan Gevreka Kheji Mezrası’nın sakinlerinden ve oldukça da yaşlı olan Cebrail Ağa, 1937 yılının sonbahar günlerine denk gelen bir dönemde oğlu Ahmet Ağa ve diğer yakın akrabaları olan kadın, çoluk, çocuk hep birlikte kendilerini yakalamak istiyen kolluk kuvvetleriyle çarpışa çarpışa Kutu Deresi’nin dağlık, sarp bölgesine çekilmişlerdi. Mezraya giren askerler mezrayı boş bulur ve oturulmaz bir hale getirip yakıp, yıkarlar. Seyid Rıza yakalandığı dönemde, Cebrail Ağa da teslim olur ve Elazığ’daki “Dersim Davası” yargılamalarına dahil edilir. Seyid Rıza ile Rus işgaline karşı Osmanlıların saflarında yer alarak ve ortak mevzilerde çarpışan Cebrail Ağa, bu defa da Elazığ’ın mahkeme ve mahpushanelerinde mahkumiyetini Seyid Rıza ile bölüştürür. Cebrail Ağa’nın yaş olarak 20 yaşa yakın Seyid Rıza’dan daha küçük olduğu, aldığı idam cezası da yaşlılığı nedeniyle ömür boyu hapise çevrilir. Seyid Rıza ise büyük oğlundan iki yaş daha küçük olan Mazgirt Muhundulu Seyid Hüseyin’in yalancı şahitliği ile yaşı 81’den 57’ye indirilerek asılması sağlanır. Zorbaların savaş adaleti ancak bu kadar olurdu! Tarih asılmayacak yaşta olan Seyid Rıza’ya verilen ölüm cezasının üstünü asla örtmeyecekti! O cezayı verenler, onlar tarih karşısında hep suçlu olarak kalacaklardı ve öyle de kaldılar!..

Cebrail Ağa’nın idam cezasına çarptırılması O’nu üzmez! Ölüm cezasının ömür boyu cezaya dönüştürülmesi O’nu daha fazlasıyla üzer. Çünkü yol ve dava arkadaşı olan Seyid Rıza’yı idama götürürlerken, O’nun arkada seyirci kalması mizacına ters düşüyordu! Cebrail Ağa’nın İstiklâl Madalyası sahibi olması ve teslim olması dikkate alınarak asılmamasını kendisine hakaret ve suç olarak görmekteydi! Oğlu Hasan Ağa ise asılanlar arasındaydı. Cebrail Ağa’nın hayatta iken birkaç hapishaneyi değiştiren ömrü daha fazla sürmedi. Yol arkadaşı Seyid Rıza ile ölümü bile paylaşamadığı için kendisini hep suçlu gördü. On yıllık bir mahkumiyetten sonra Bergama Hapishanesi’nde Hakk’a yürüdü. Ölümünden sonra, ölmeden çekilen bir fotoğrafı ile 12 kuruş (Kirvelik/ikrar) hatırına Abasanlı mahpus arkadaşı tarafından bunlar oğlu Kamer Ağa’ya teslim edildiler. Cebrail Ağa’nın Bergama Hapishanesi’nde 1944’te ayni mahpusu paylaşan hemşehrisi Hıdê Alki, O hapisten çıktıktan sonra Cebrail Ağa’nın hapishanedeki boyun eğmeyen korkusuz direnişini destanımsı bir anlatımla herkese anlatacaktı! Hapishanelerin karanlık ve dar ışık almayan odalarının dışında, bu adsız kahramanın hapisteki direnişine şahitlik yapacak hiç bir şey yoktu. O, patlatılmamış bir bomba olarak hapiste ölürken, hapishane arkadaşı hapisten çıktıktan sonra O’nun kahramanlık direnişlerini bir masalmış gibi herkese anlatıyordu! Bergama’nın Ahmet Beyler Köyü’nde oturan eski Dersim sürgünü Kaçar Ailesi O’nun cenazesine sahip çıkarak, Cebrail Ağa’nın direniş öyküsünü dilden dile naklederler!..

Cebrail Ağa, yaşamının tüm evrelerinde hem cesur, hem de fazlasıyla akıllı biriydi. Ölümden hiç kormadı ve kaçmadı. Hele sadık arkadaşlarına menfaatı uğruna asla keleklik etmedi! O’nun adı Dersim’de silahı en iyi kullananlar arasındaydı. Bundan dolayı cezalandırılması gerekenlerin görevi hep O’na verilirdi. Mustafa Kemal, Dersim’e ayak atar atmaz da O’nu ortadan kaldırma işini Cebrail Ağa üstlenmişti. Bu görevi alırken de Seyid Rıza’ya dönüp: „Evvel Allah! Yüzünüzü ak eylerim! Aldığım işi de pak ederim!“ diyerek kendisinden son derece emindi. Dersimliler teke tek düşmana karşı savaşırken asla yenilmediler. Lakin düşman dışarda değil, içerdeydi. Dersim’i aşiretler arası iç kavgalar zayıflatarak çökertmişti. 1936 yılı öncesi aşiretler arası kavgalarda Alanlarla Demenanlılar birbirinden en deneyimli silahşörlerini öldürerek, birbirlerinin sonunu getirmişlerdi!.. Alanlılar da Demenanlılar kadar yiğit ve silahşördüler! Alan Aşireti silahşörlerinden Vuso Mozık’ı (Hüseyin Mozık Ağa), Cebrail Ağa’nın oğlu Ahmet Ağa vurup, öldürür. Ahmet Ağa, Vuso Mozık’ı öldürdükten sonra yüzüstü bırakarak hakaret eder. Bu olayı Cebrail Ağa işitince oğlu Ahmet Ağa’ya kızar ve O’nu kınayarak, şöyle der:“Oğlum, düşman cesedini yüzüstü bırakmak ve hakaret etmek de neymiş!” Oğlu O’nu sessizce dinler ve lafın gerisini getirmesini bekler. Sonra da hiddetlenerek:‘‘Oğul! Vuso Mozık, düşmandı, ama mert bir düşmandı. Biz düşmanımızı düşmanca öldürür, dostça gömeriz! Siz Vuso (Hüseyin Mozık Ağa) Mozık’ın yüzünü kıbleye çevirip, ellerini göğsünde birleştirip, gözlerini yumup, belindeki şalını açıp, üstüne örtüp öyle gelmeliydiniz. Senin ölüye saygısızlığından dolayı, biz aşiretlerin içinde başı eğik gezeriz” diyerek oğlu Ahmet’i azarlar ve evinden kovar. Bu olayla Cebrail Ağa, oğluna büyük bir ders verdiğine inanarak, kendi kendine de teselli bulur...

Cebrail Ağa, bu yukardaki olayla sadece oğluna değil, tüm Dersim halkına aşiretler arası bir ders verir. Bu mertçe anlatışa Alanlılar bile saygı duyar olmuştu. Bu sözlerin yankıları tüm Dersim’de dolaştı, durdu. Cebrail Ağa’nın mertliği hala halk arasında saygıyla anılır ve anlatılır. Cebrail Ağa hapise atıldıktan sonra oğlu Ahmet devletin ”teslim olana dokunmayız, Batı Anadolu’da arazi ve ev veririz” tekliflerine kanarak teslim olurlar. Önce 60 kişilik kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşanları teslim olmaya gelirler. Bu grubun akıbetine bağlı olarak, sonra kendileri de gelip teslim olmak isterler. Ancak topluca gelip teslim olmak istiyen bu ikinci grup Pülümür Vadisi’nin Sandalu Deresi ile kesiştiği yerde toplu halde hepisini devlet katleder. Ailenin geriye kalanları da tüm Dersimlilerin yaşadıklarını yaşıyarak paylarına düşeni yaşarlar...

Cebrail Ağa’nın kahramanca destanımsı yaşantısının sonunda, ömrünün zindanlarda acıklı bir son ile bitmesi, insana hüzün verir! Oğlu Kamer Ağa’nın hayatı babasınınkinden de acıklı geçer. Sürgün sonrası Kamer Ağa şunları anlatır: „1938’de yedi yıl dağda kaldım. Elimizde silah vardı. Vurduk, vuruştuk ve de vurulduk. Ailemiz büyük bir felaket yaşadı. O zor ve acı yılların çilesi zoruma gitmedi. Devletin elinde silah, bizim de elimizde silah vardı. Ama şu yaşlılıkta eli silahsız, yedi aylık sürgün çok zoruma gitti. Öldüm, öldüm dirildim. Geceleri başımı yastığa koyduğumda, kutsal dağlarımızdan Jêl Dağı, Tujik Baba Dağı, Düzgün Baba ve 38 Dersim Savunmamız rüyalarımı süslüyordu! Babam Cebrail Ağa’nın çileli yaşantısını düşündükçe kendi yaşantımı O’na benzetiyorum“ diyerek hayıflanıyordu...

Kamer Ağa, ihtiyarlanınca ömrünün sonlarına doğru 1992 yılında torunu Yıldız Şêr, dedesinin gençlik yıllarındaki görevini devir almak için yönünü Kürdistan dağlarına çevirir. Mücadele içinde olan Yıldız Şêr, Artvin’de yapılan bir çarpışmada pusuya düşürülerek öldürülür. Sonra cenazesi oradan alınarak Dersim’e getirilir. Yıldız Şêr, kendi köyünde aile mezarlığına defnedilir. Bir yıl sonra da başucuna, mermere kazınmış künyesi ile mezar taşı dikilir. 1994 yılında askerler yine eski Dersim’de yaptıkları gibi köyleri ve ormanları yakıp yıkarlar. Kamer Ağa’nın aile mezarlığı da bir daha savaş alanı gibi tahrip edilir. Kamer Ağa’nın köyünü bir kez daha 1937 yılı gibi yakıp, yıkarlar. Devlet sağ olanları rahat bırakmadığı gibi, ölüleri de artık mezarda rahat bırakmıyordu! Devletin ölüye ve gömülme hakkına bile saygı göstermemesi, devletin insani ilişkileri ne düzeye düşürdüğünün de bir göstergesiydi...

Kamer Ağa ise kendi köyünün yakınında, yol kenarında yer alan, iki adsız Türk askerin mezarları olduğu söylenen mezarları onarır ve bakımını yapar. Sonra üstüne: “Kimsesiz garipler! Bir hiç uğruna burada öldüler,!“ diye de onlara acıma duygusunu yazdırarak belirtir. Kamer Ağa, O ölene kadar babası Cebrail ( Cıvê Hese Kheji) Ağa’nın kahraman ve destan yaratan yaşantısının etrafında hep gidip, geldi. O, hayatı boyunca babasına layık bir evlat olarak yaşamasını sürdürdürmeye çalıştı...

Cebrail (Cıvê Hese Kheji) Ağa’yı görenler ve O’na yoldaşlık edenlerin nesli artık günümüzde dükendi. Artık ancak O’ndan kalan anıları nakledenler aramızda yaşamaktalar. Hatta Dersim olayları yaşanırken, o kadar zülmün yapılmasını emredeni, Cebrail Ağa’nın vurduğunu kulaktan kulağa söyleyenler bile olmuştu. O’nun Rus Harbi’ndeki cesareti, mahareti ile cengaverliği dilden dile dolaşıyordu. Seyid Rıza’nın saflarında Cebrail Ağa yer alırken, O’nun eskiden yaptıklarına halk yenilerini ilave ederek, O’nu yaşıyan bir efsane yapmışlardı! Halbuki Singeç Köprüsü’nün açılışı töreninde Seyid Rıza, iki gün önce asılmış ve Cebrail Ağa’ya da verilen idam cezası müebbede çevrilmişti...

Dersimliler Seyid Rıza’yı astıran Mustafa Kemal Atatürk’ü Cebrail Ağa tarafından uzaktan atılan mavzerle vurdurmuşlardı! En azında öyle his ederek acılarını dindiriyorlardı! Halkın yardıma muhtaç olduğu ve yardıma çağırdığında Hızır gibi yetişen bir Cebrail Ağa, Dersim’de yaşamıştı. Cebrail Ağalar, hep halk arasında, onların gönüllerinde yaşarlardı! Cebrail Ağa denilince, tüm Dersimliler gibi, O’nun iri yarı, kocaman heybetli bedeniyle biri akla gelmesin! Kocaman bir bedeni aniden harekete getirmek her zaman için kolay değildi. Yiğit, çevik ve atılgan olan halk kahramanlarının çoğu tıknaz vücutlu, orta boylu, zayıf ve direngen yapılıdır. Cebrail Ağa’nın vücut yapısı da bu tarife çok uygundu. Ufak tefek dinç yapısı O’nu çevik kılıyor, sol göğsünün altındaki cevahir yapılı korkusuz yüreği O’nu bu yapısıyla kahramanlaştırmıştı! Orduları bozan silahşörlüğünün yanı sıra O, sebepsiz yere bir karıncayı bile ezmekten korkan bir yapıya da sahipti. Yiğit, cesur ve korkusuz haliyle O, o kadar da merhametliydi...

Cebrail Ağa’ya yakıştırılan o kadar adı vardı ki, her biri diğerinden ayrıydı. Dersililerin dilinde O’nun adı „Cive Kheji“ veya „Cibe Kheji“ idi. Halk kendisine „Cıbê Hesê Kheji“ de derdi. „Cive, Cibe “ Kırmancki (Zazaca) dilinde Allah’ın en çok sevdiği dört melekten birinin adı olan „Cebrail“ adının kısaltılmış şekliydi. Sonraları mahkeme kayıtlarına geçen „Cebrail Ağa“ diğer adların yerine de kullanılmıştı. O, adı gibi bir iyilik meleği idi. Fakat savaşlar, kötülükler O’nun yakasını bir türlü bırakmamıştı. Cebrail Ağa, Kutu Deresi mevkinde Gewreka Khejili olduğu için „Kheji“ adından dolayı O’nu sarışın biri diye de tarif edenler olmuştu. O, siyah, esmer yapısıyla, en iyi delikanlıları dahi kıskandıracak kadar da yakışıklıydı. Ne yazık ki bahtı O’na yakışık olmamış ve kendisine yaver gitmemişti! Bir taraftan O’nun memleketi yanıp tutuşmuş, kül olmuştu. Sonra O, çoluk, çocuktan da oldu! Evsiz, barksız kalmıştı. Bir tek başına zindanların ısız duvarlarını kendine mekan ettiğinde de boyun eğmeden, yaşamını zor şartlarda sürdürmeye çalışmıştı. Cıbe Hese Kheji’nin (Cebrail Ağa) derin yalnızlığı, O’nun bilinmiyen dünyası olmuştu! Kim bilir ki hapishane bahçelerinde volta atarken, hayalinde neler neler geçiyordu?!.

Cıbe Hese Kheji’nin kendisi gibi silahşor olan bir de amcasının oğlu vardı. Onun adına da Heme Kheji derlerdi. Bu yiğit Cıbe Hese Kheji’yi bir gölge gibi takip eder ve O’nu tüm tehlikelerden korurdu. Seyid Rıza ile o da yargılanıp, idam cezası, müebbete çevrilenlerdendi. O da amcası gibi hapishane hapishane dolaştırılarak, ömrü zindanlarda tüketilmişti!. Aslında her bir Dersimli ister kadın olsun, ister erkek olsun, onların her biri, birer Cıbe Hese Kheji ve Heme Kheji’ydiler! „Dersim“ adının sadece kendisi bile bir heybet ve kahramanlık nişanesidir!..

Cıbe Hese Kheji ve Heme Kheji’nin yanında yetişen silahşörler, ustalarının hapise atılmalarından sonra ömürlerini mücadele içinde sürdürdüler. Cıbe Hese Kheji’nin (Cebrail Ağa) yerine getirmek istediği görevi, Singeç Köprüsü’nün açılışında, bir başka silahlı Dersimli genç grup üstlenmişti. Seyid Rıza’dan Cebrail Ağa’ya intikal eden vazifeyi yeni gençler yerine getireceklerdi. Onlar köprüye bakan karşı yamaçtaki ağaçlıklar arasındaki kayalıklarda pusuya yatmış, kartallar gibi birkaç günden beri bölgeyi gözleyip, beklemekteydi. Toplamı altı kişiydiler. Üçü görevi yaparken, üçü de gözcü olarak, etrafı kollayan, görevi üstleyenleri korumakla meşguldu. Çevrede kuş uçurtmıyacak kadar dikkatliydiler! Pusuda oluşlarının ikinci günüydü. Bekliye bekliye sinirleri iyice gerilmişti. Uzakta köprünün etrafında dolaşan nöbetçiler her tarafı kolluyorlardı. Fazla da ormanlık sahaya yaklaşmamakla beraber, köprü ve çevresini bekliyen kalabalık bir polis grubu, asker ve jandarmalar vardı. Olayı gerçekleştirecek olan Dersimli fedayiler üç kişiydiler. Üçü de birbirinden yaman nişancıydı. Pusu yerleri kartal yuvası gibi, köprüye tamamen hakim olan yalçın bir kayalık üstündeydi. Kayalıktan aşağıya inildikçe, arkası tamamen ormanlık olan geniş bir saha vardı. Oraya bir dalanı bir daha artık bulmak çok zordu. Hele bir de yeterince mermi ve silahları varsa, onları yakalamak mümkün değildi! Her üç fedayi sadece en iyi nişancılar değil, ayni zamanda her an gözlerini kırpmadan, kendilerini Dersim’e feda edecek kadar da gözü pektiler!..

En yaşlıları Sey Aliyê Kheji Demenanlıydı. Yaşı ya otuzbeş vardı, ya da yoktu. Küçük yaştan itibaren atış dersini Cıbe Hese Kheji ve Heme Kheji’nin yanında almıştı. Hani parayı havaya atıp da tam da ortasını delerek düşüren cinsten bir nişancıydı. Hayderanlı Ali Ekber, Demenanlı Sey Aliyê Kheji’den birkaç yaş daha küçüktü. Fakat nişancılıkta üstüne yoktu. Üçüncü nişancı içlerinden en iyi nişancı olanıydı. Savaşırken attığını vuran, kurşunu boşa atmıyan olanıydı. Adı Dersim’de nam salan atıcılar arasında yer alıyordu. O’nun ustası da babası olan Ağaye Sey Muzur’du. Her ikisi de namlı nişancılar arasındaydı. Baba, kız uzun yıllar beraber dağda kalmış, yoldaşlık etmişlerdi. Ağaye Sey Muzur’un bu büyük kızının adı Gulizer’di. Gulizer, sadece nişancılığı ile değil, cesaret ve sakinliğiyle de namlıydı. Silah kullanırken titremiyen el ve kolları, O’nu hedefe kilitliyor; attığını da vuruyordu!..

Gulizer’in yaşının genç olmasına rağmen O, birçok silahlı çatışmada bulunmuş, iki defa da yara almıştı. O, bulunduğu grubun her zaman en iyi atıcısıydı. En büyük mahareti de silahının ulaşacağı en uzak mesafedeki hedefini vurmaktan şaşmaması, O’nu usta atıcı kılan özelliği idi. Bu iş için ondan daha iyisi yoktu. Bu yapacağı iş, Seyid Rıza’nın asılmadan önceki son isteğiydi. Gulizer, ölen birinin, hele bu bir de Seyid Rıza olunca, O’nun isteğini yerine getirmek kendisi için en büyük şeref madalyası olacaktı. Gulizer, görevi üstlenince O, elinden olmadan birden ürküvermişti! Fakat o an bu ürkmeye hiç bir anlam verememişti! Sonra kendi kendine, ya başaramazsam, ya ilk atışta hedefi vurmazsam, ikinci atışa vakit kalmadan hedef yerini değiştirir ve hedeften çıkarak kaybolursa, o zaman ne yapabilirim? diye kendi kendine hep birkaç günden beri bu sözleri tekrarlıyarak, onları mırıldar olmuştu! O, sonra kendi kendine aniden irkilir! Kendine gel, Gulizer, der. Şimdiye kadar yapmadığın bir hatayı, ne diye karşına engelmiş gibi çıkarıyorsun? diyerek çareyi kendini tesellide bulurdu! Sonra ya olacak, ya da olacak, der! Bunun başka bir yolu da yok, diyerek aklından geçenleri peşpeşe sıralayıp dururdu!..

Köprünün açılış günü gelip çatmıştı. Tarih 17 Kasım 1937’yi gösteriyordu. Köprüyü bekleyen ve açılış törenini hazırlayan kalabalığa yeni yeni kitleler arabalardan inerek tören yerine doğru yaklaşmaktardı. Gittikçe köprü üzerinde kalabalık artıyordu. Sonradan yeni iki araba daha gelip, köprünün yanı başında park ettiler. Gulizer, birlikte mevzilenmiş olduğu arkadaşlarından ayrılarak, yere yapışır gibi sürünerek yandaki büyük kayanın arkasına doğru yöneldi. Kayanın arkasına doğru sürünerekten ilerledi. Kayanın yüksekliği bir adamın göğsünü kapatacak kadar yüksekti. Gulizer, ani bir atış kararını vererek, arkadaşlarına danışmadan atışı yapmaya karar verir. Arkadaşları O’nu izler. Bu ani davranışa onlar da bir anlam veremez! Arkadaşları:“Herhalde ayakta nişan alıp hedefine atış yapacak!“ diyerek yorumlarını sürdürürler. Gulizer, ayakta ateşlemeyi, yerden ateşlemekten yeğ tutarak, böylesi bir kararı vermişti. Kendisi de böyle ani bir davranışı neden yaptığına bir türlü anlam verememişti. O’nun savaşçı ruhu, farkında olmadan O’na beceri ve davranışlar vermişti. Kayaya yaklaşınca, kayayı kendisine siper ederek yavaş yavaş ayağa kalkar. Köprüyü koruyan nöbetçiler, O’nu görmiyecek kadar uzaktaydı. Lakin gözetleyiciler de ellerindeki hassas dürbünlerle kuş uçurtmıyacak kadar etrafı kolluyorlardı. Gulizer, hedefi mutlaka vuracağından emindi. Yalnız tek bir kuşkusu vardı. O da isabet ettiği hedefini vurduğunda, kurşunun tesir gücünün ne olacağıydı! Bu tahmin O’nu korkutuyordu. Dürbününü eline aldı. Ya Hızırê Kal, dedi! Vuracağı hedefini önce dürbünüyle gözetledi. Hedefini sabitleştirdiğinde O’na nişan alıp, gözünü tetikte olan parmağıyla bütünleştirdi. Sonra gez, göz ve arpacık bir noktada sabitleştirildi...

Gulizer, derin bir nefes alarak ciğerini tertemiz olan hava ile doldurdu. Bir süre bekledikten sonra, hiç titremeden nefesini dışarı verdi. Dürbününü sağ eline alarak, onu bir daha son defa olarak gözlerine götürdü. Dürbünü her iki gözüne kapatarak, hedefini gözetliyerek bir daha ona dikkatlice baktı. Derin bir nefes tekrar alarak, bekleyebileceği kadar nefesini tuttu. Bu süre O’na uzun, upuzun bir zaman dilimiymiş gibi geldi! Hedefinde köprü girişindeki taşlara oturan bir grup insan içinde tasrife uygun olan birine ilişti. Oturanların en başında, sivil giyinişli, takım elbiseli biri, kendisine tarif edilene hedefe en iyi benziyeniydi. Kendisine tarif edilenin başında bir şapkası olacaktı. Fakat gözüne kestirdiğinin başı açıktı. Kendi kendine yanındakilerinin de başında şapka yok, dedi. O, kendi hedefinin sağında biri daha oturuyordu. O erkek geyinişli bir bayanı andırmaktaydı. Bayanın sağ tarafında, iki devlet adamı ve onların yanı başında ayakta duran, subay şapkası takılı, askeri üniforma giyinmiş biri daha duruyordu.

Gulizer, artık kocaman kalabalığı görmez olmuştu. Gözüne kestirdiği grubu büyük kalabalıktan ayıklayarak, onları dürbünüyle gözetlemeye başladı. Artık onlardan başka gözleri hiç kimseyi görmüyordu! Bir de arkasında siperde duran iki arkadaşının:“Haydi Gulizer! Toparla kendini. Tam da zamanı. Sonra dağılırlarsa, tüm emeklerimiz boşa gider!“ diye O’nu hep uyarmaktaydılar!..

Gulizer, ilk kurşunla hedefini vurmalıydı. Aksi taktirde ayağa kalkıp, büyük kalabalığa karıştığında hedefi bulmak mümkün olmayacaktı. „Ya Huda!“ diye mırıldar gibi kendi kendine konuşur gibi yaptı. Sonra arksında pusuda olan arkadaşlarının da işiteceği bir ses tonuyla:“Ya Hızıre Kal!“ dedi. Peşinde duasını tamamlamak için:“Ya Şahe Merdan! Beni mahçup etme!“ diyecekti ki iki eliyle tüfeğini titremiyecek şekilde kavradı. Uzaktaki kalabalığın içinde bir noktaya gözlerini kilitledi. Tetiğe dokunduğunda, hedefinin etrafında bir hareketlilik meydana geldiğini gördü. Sağa, sola koşuşmalar oldu! Hedefinin yere sendeliyerek düştüğünü ancak görebildi. Fakat silahının süikast silahı olması ve silahlar içinde nerdeyse en uzak mesafeye atış yapan bir silah oluşu dahi O’nu tam emin kılamamıştı. Emin olduğu tek şey atış hedefini bulmuştu! Fakat ne derecede öldürücü etkisi vardı? İşte Gulizer, bundan emin değildi...

Bu görevi üstlenmiş olan, bu üçlüyü koruyan diğer üç kişi de deneyimli silahşörlerdi. Hırabeli Ali Haydar’ın katıldığı başarılı eylemlerin sayısı oldukça çoktu. O’nun diğer iki arkadaşından biri köylüsü ve ayni zamanda sağdıcı olan Veli idi. Veli, sadık bir arkadaş ve iyi bir savaşçıydı. Ömrü boyunca Ali Haydar’ı gölge gibi takip ederek korumuştu. Bu üçlü gurubun diğer bir elemanı da Karapınarlı Hıdır’dı. Yapılan eylemden sonra Sey Aliyê Kheji, Ali Ekber ve Ağaye Sey Muzur’un kızı Gulizer hemen mevzilerini terk ettiler. Onları korumakla görevli olan Ali Haydar, Hıdır ve Veli de onları yine arkadan takip ederek ormanda kayboldular. Koşuşmalardan sonra silah sesinin geldiği yöne doğru askerler rastgele ateş ediyorlardı. Bir süre sonra karşı taraftan silah sesleri gelmeyince askerler tepeye doğru koşuşmaya başladılar. Askerler korka korka eylem yerine ulaştıklarında Gulizer ve arkadaşları çoktan mevzilerini değiştirerek, ormanlık saha içinde kayboldular!.. Onlar gidecekleri yere çoktan varmışlardı!..

Bu olaydan sonra hiç bir yerde, doğru dürüst bir haber çıkmadı. Ertesi gün çıkan gazeteler böyle bir olayın olduğunu dahi haber yapmamışlardı. Yalnız etrafta dolaşan kulak fısıltılı bir haberde, bir devlet büyüğünün, köprü açılışı merasiminde O’nun bir kurşunla yara almış olduğu haberiydi. O günden sonra, o devlet büyüğünün kim olduğu da hiç açıklanmadı. Bu olaydan bir yıl sonra, yetkililer bir devlet büyüğünün, karaçiğerinin parçalanarak ölmesini 10 Kasım 1938 tarihinde tüm Türkiye halkına duyurdular!.. O devlet büyüğünün gerçek ölümü, sır perdesi gibi bugüne değin hep saklı tutuldu! Devlet büyüğü gerçekten şiroz hastalığı ile mi öldü? Yoksa bir yıl önce ortalıkta dolaşan, o ölümcül kurşunla karaciğeri parçalanarak, derdini çeke çeke mi öldü? Bunu ispatlayan bir delile bugüne değin halen rastlanılmadı! Son zamana kadar Seyid Rıza ile Atatürk’ün Elazığ istasyonundaki buluşmasına da sır perdesi çekilmişti. Devlet MAH tutanağıyla buluşma olayını belgelendirince, buluşmayı karanlıkta bırakan sır perdesi de ortadan kalktı! Bu yaralanma olayını devlet ilerde başka bir tutanak ile gün ışığına çıkarırsa buna da hiç şaşmamak gerek!.. S

                                                                  Singeç’ten Pertek’e dönüş

Köprü açılışından dönenler yol üstündeki Pertek’e uğrarlar. Pertek Halkevi’nin kütüphane ve tiyatro sahnesini ve diğer tesisatın hizmetlerini çok beğenirler. Pertek’ten coşkun uğurlama tezahürlerı arasında ayrılan kafile saat 17’de Elaziğ’a vardığında akşam olmak üzereydi. Mustafa Kemal’i görmek istiyen halka:“Paşa çok yorgun! İstirahat halindeler!“ denilerek halk ile buluşması engellenmişti!..

Eskilerin sözüyle denilir ki: „Osmanlı da oyun bitmez! Bir oyun biterse, yerine yeni bir oyun daha konulur!“ derler. Yine Koçgiri Kasabı Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı ve O’nun izinden yürüyen mirasçısı Korgeneral Abdullah Alpdoğan, Kürtler için şu demecini vermişti:„Türkiye’de ‘Zo’ diyenleri yok ettiler! Şimdi de ‘lo’ diyenleri de ben yok edeceğim!” der. Dersim adının „Tunc Eli, Tunceli“ olarak değiştirilip il edildikten sonra Bingöl, Erzincan ve Elazığ’ı da içine alan Dördüncü Genel Valilik’in başına getirilir.

Tanınmış Türk yazarı ve Atatürk karşıtı olan bir kişi olarak Necip Fazıl Kısakürek’in Dersim değerlendirmesi ise şöyleydi:„Rakamla 50.000 Dersimlinin öldürüldüğü -Dersim Katliam’ı-, Dersim’deki aşiretlerin devlet otoritesine isyanı olduğunu duyurulacaktı resmi ağızlardan. Oysa Dersim’de hiçbir zaman bir -devlet otoritesi- kurulmamıştı ki isyanı da olsun! Dersim’de devlet otoritesi oluşturmaya yönelik Tanzimat’la başlayan çaba, 1936-38’de büyük bir mesafe kat ederek, ancak katliama ve zorla göç ettirmeye karşın Dersim’in isyancı ruhu bugüne taşınacaktı. 1847’de “Vilayet Kanunu”nu çöpe atmış, ’93 harbinde Ahmet Muhtar Paşa’ya “Dersim’e sefer olur, zafer olmaz” dedirtmişti Dersim halkı. İmranlı ve Refaiye’den Dersim’e kadar uzanan bölgedeki Kürt aşiretlerini fiilen devlet otoritesinin dışında tutmayı başaran yüz yıllık başarılı bir “direniş”tir Dersim. Dersim’i “boşaltma” hareketi, açık bir katliam, bir kitle kırımı olarak yaşandı. Halk; vadilere, derelere kaçmaya zorlanıp uçaklarla bombalandı. Köyler ateşe verildi, kaçanlar kurşunlandı. Devlet, İksor Vadisi’nde kadın ve çocukların sığınmış bulunduğu mağaraların girişlerine beton dökerek veya içlerine kimyasal gaz salarak binlerce insanı öldürdü. Kutu Deresi, Laç Deresi, Haydaran mağaraları, Aliboğazı’nda yaşanan vahşete Dersimliler sonraları buna “Tertele” diyeceklerdi. Dersim katliamının adı bu söylenişten sonra “Tertele” olarak anılacaktı.

Dersim’de olan olaylar karşısında kahrında taşlar yarıldı. Mavi gökyüzü hüzünle doldu. Taki Hızır’ın askerleri tekrar cana geldiğinde, güneş tüm parlaklığıyla tekrar Tujik Dağı’nın zirvesini aşarak tüm Dersim’i aydınlattığında, tekrar ümit filizleri yeşeriverdi! Filizler tüm dünyaya yayılarak, Dersim’in adını tekrar duyurdular. Uyuyanları uyardılar!

Dersim barış yurdu olunca, gönüllere sevgi dolunca, tüm yollar tekrar Munzur’a açıldı. Munzur Suyu, insan seli olup tekrar gözelere yönelince, Evliyalar Evliyası Munzur Baba tekrar silkinip, yerinden kalktı! Usulca etrafına bir baktı!.. Ve tüm insanlığa seslenerek: “İnsanın muradı, kendisine dünyada bir cennet yaratmaktır! Cennet bir dünya için’ bir olalım, iri olalım, diri olalım! Böylesi bir dünya yaratmak için vakit daha o vakit değil! Tüm halklardan kardeşlik zamanı için yürek gerek!. Birlik beraberlik gerek. Bir olmak, iri olmak ve diri olmak gerek! Zaman daha o zaman değil. Bu ilkeler tam olarak oluşmamışsa ve denenmemişse, bunun doğruluğu pratiğe aktarılmamışsa, öyleyse daha yukardaki ilkelerin zamanı gelmemiştir. Yapılması gereken,’bir olun, iri olun, diri olun!’ Bu ilkeleri günümüzde tüm yurtta uygulamanız, hayata geçirmeniz bir zorunluluktur. Bu zorunluluk günümüzde hayati önem taşır. Halbuki hava daha ziviri karanlık. Her tarafı duman bürümüş! Dumanlı havayı sadece kurtlar sever. Kudurmuş kurtların ve canavarların ayakları altında artık insanlık yok olmasın!..“ diyerek halkın duaları yeri, göğü kapsıyordu…

g-4.png

Dêrsim önderi SEYİD RIZA ölümsüzdür!..

15.11.2023 Abuzer Bali Han Araştırmacı yazar

Tıklayın:  Seyid Rıza’nın Mustafa Kemal ile ilk görüşmesi ve Kürtler arası ilişkilerde Şeyh Said ve Seyid Rıza’nın önem -1 -

Tıklayın: Seyid Rıza’nın Mustafa Kemal ile ilk görüşmesi ve Kürtler arası ilişkilerde Şeyh Said ve Seyid Rıza’nın önemi (2) - 

Tıklayın: Seyid Rıza’nın Erzincan’a yolculuğu (3)

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.