Kamil Sümbül

Kamil Sümbül

yazar
Yazarın Tüm Yazıları >

Konya ve Seydişehir’de 1975-76’da Derin Devleti gördüm-2

A+A-

Yaşamımda İz Bırakan Anılar-7

(Devamı... )

Alüminyum Fabrikası yönetimi toplu sözleşme yetkisini Türk Metal İş’e verince tepkiler de başladı. Bazı günler fabrika kapısı önünde toplanıp bildiri dağıtıp slogan atarak protesto etmekteydik. Bizlerin bağlı olduğu Özgür Alüminyum-İş sendikasının avukatları DİSK avukatlarıyla birlikte toplu sözleşme yetkisinin Türk Metal İş’e verilmesine mahkemeye itirazda bulundu. Duruşmanın olacağı gün yüzlerce işçi adliye dışında toplanıp kararı bekliyorduk. Adliye kapısından çıkan avukatlarımız bizlere; mahkeme güvenlik gerekçesinden dolayı yetkisizlik kararı vererek davayı Beyşehir mahkemesine havale ettiğini, söylediler.

DİSK’in bizim sendikaya verdiği Jip’e gece birileri bomba koyup patlatmış, kullanılamaz hale gelmişti. Bu arada şehir içinde bazı üyelerimizin evi basılıp eş ve çocuklarının taciz edildiği haberi de gelmişti. Yaralı birçok arkadaşımız ve akrabam Hasan Özdemir de Konya Sigorta Hastanesi’nde yatmaktaydı. Faşistler hastane önünde de nöbet tutup ziyarete gelen aileleri taciz ettiği haberi gelince, ailelere eşlik ederek Sigorta Hastanesi’ne gidip gelmeye başladık. Bacağından kurşun yiyen arkadaşımız Niğdeli Mustafa’yı korumak için hemen her gün hastanede ziyarete gidiliyordu. Birkaç kez akrabam Hasan Özdemir’in hanımına eşlik edip hastane kapısından içeri girerken iki faşisti gördüm. Sustalı bıçağımı cebimden çıkarıp düğmesine basıp ceketimin kolunun içine soktum. Faşistler bizi görmemezlikten gelince biz de rahatça hastaneye girdik.

Devrimci işçiler olarak genelde Seydişehir Kültür Derneği’nde toplanıyorduk. Benim de içinde olduğum üç kişilik bir temsilci seçip sendika yönetimiyle görüşmeye gittik. Başkan Vural Yıldırımoğlu ve DİSK avukatına; “Elimizde kendimizi savunacak taş ve sopadan başka bir şey yok. Bu gidişle evler basılacak, iş yerinde dövülecekler çoğalacak. Polis ve fabrika bekçileri müdahale etmemekte. Faşistlerin saldırılarına karşı kendimizi savunmak için değişik araçlarla yardım etmelerini” söylediğimizde, DİSK avukatı; “Sakin olup oyuna gelmeyelim. Yetkiyi mahkemeden karar çıkartıp geri alacağız, elimizde işçilerin üçte ikisinin noter kanalıyla onlara üye olmadığı belgesi var,” dedi.

Bir gün sendikanın önünde beklerken 2 araba gelip durdu. İnenler sendika binasına gidip yöneticilerle görüştüler. Bir arabayı sendikaya bıraktılar. Çıkarken kendi aralarında Kürtçe konuştuklarını duyunca yanlarına gidip; “Nerelisiniz?” diye sordum. Uzun boylu pala bıyıklı ve yakışıklı olan; “Olayları duyunca Yunak’dan geldik”. Ona; “Ben Diyarbekirliyim, Yunak’da Kürt çok mu?” diye sorduğumda; “Köylerin çoğu Kürt’tür, şehir içinde de kalabalığız. Ben CHP’den Yunak belediye başkanı seçildim. Burda çok Kürt çalışıyor mu” diye sordu. “1000 civarı Elazığ, Mardin ve Diyarbekir’den işçiler var,” dedim. Çalımını, boyu posunu Yılmaz Güney’e benzettim. Aylar sonra ismi Durmuş Ali Çalık olan Yunak Belediye Başkanı bu Kürt’ün bir trafik kazası geçirip vefat ettiğini duyduğumda çok üzüldüm.

Toplu sözleşme yetkisi Türk Metal’e verilse de fabrika içinde bizler egemendik. Seydişehir Ülkü Ocakları Başkanı olan Hasan Kadıoğlu’nu kendileri vurup bizlerin üstüne atarak yaptıkları provokasyon onları şehir içinde güçlendirmiş fakat fabrika içinde güçleri hâlâ azdı. Beyşehir adliyesinde görülecek yetki duruşması gününde sendika yönetimi bize 4 otobüs tutup Beyşehir’e gittik. Beyşehir küçük bir ilçeydi ve MHP’nin ağırlıklı bir tabanı vardı. Çarşı içinde, adliye önünde, caddelerde gruplar halinde dolaşıp kararı beklerken Beyşehirliler korkarak dükkânlarını çoğu kapatıp evlerine gittiler. Adliyeden çıkan avukatlar; “Mahkeme dosyayı Afyon’a gönderdi,dediklerinde devletin bizleri oyaladığını anlamıştık. Biz tam otobüslere binip Seydişehir’e dönerken askeri cemselerin Beyşehir’e girip bazı noktaları tuttuğunu gördük. Çıkışta otobüsleri durduran subaya avukatlardan biri inip konuşunca bize yol verip Seydişehir’e geri döndük.

Fabrika yönetimi Türk Metal İş’le anlaşıp toplu sözleşmeyi yaptı. Maaşlara yapılan zam o dönemde iyi bir zamdı ve işçilerin Türk Metal’e dönmesi için yapılan bir kıyaktı. Toplu sözleşmenin yapıldığı gün fabrika etrafında çok sayıda askeri cemseler içinde komando elbiseli askerler inip ana kapı ve idare binası önünde, diğer girişlerde nöbet tutmaya başladılar. Bizlere bir gözdağı vermek istemişlerdi. Fabrikada bekâr işçiler için iki yatakhane vardı. Bizlerin kaldığı 3 büyük ve 3 katlı blokları site diye adlandırıyorduk. Birde fabrika duvarları içinde tek katlı barakalarda ranza koğuşları vardı. Orada 20 civarı arkadaşlarımız kalmaktaydı. Kaldığımız yerden uzak oluşundan dolayı akşamları onları koruyamayınca onları da sitelere aldırdık. Böylece baraka yatakhaneleri faşistlerin eline geçmiş oldu. Şehir merkezine de gruplar halinde gidip gelmeye başlamıştık.

Toplu sözleşmeyi yapan Türk Metal sendikası fabrika girişinde, tüm ünitelerde bir bildiri dağıtıp; üye olmayanlar zamdan yararlanamayacak, propagandasını yapmaya başlayınca ekonomik sorunları ağır basan işçiler gidip üye olmaya başladılar. Türk Metal bizim sendikanın üyelik fişlerini çalmış  adımıza sahte imza atmışlardı. Eğer tarafsız bir mahkeme iyi bir inceleme yapsa sahtelikleri ortaya çıkacaktı. O yüzden maaş zamlarını koz olarak kullanıp çok sayıda işçiler gidip üye olmuşlardı. Biz devrimci işçiler ise sayımız 300 civarı gidip üye olmamaya kararlıydık.

Askeri komandolar bir hafta kadar fabrikada kalıp gittiler fakat 8-10 civarı komandoyu da bıraktılar. Biri benim yattığım odaya verilmişti. Tipi biraz biz Kürtlere benzediğinden onunla konuştum. Bana Ağrı Doğu Beyazıtlı olduğunu, askerliği yeni bitince fabrikada işe girdiğini söyledi. Onları kontrol etmeye başladık. Sivil elbiseyle sabah ve akşam site yemekhanesinde yemek yiyorlar, sabah idare binasına gidip bir odada akşama kadar oturduklarını öğrendik. İkinci günü odamda kalanla sohbet edip Ağrı’yı, Erivan Radyosu’nu sorunca; “Her akşam dinleriz köyümüzde”, dedi. Ona; “Lê lê Berivanê klamını biliyor musun,” diye sorduğumda elini kulağına atıp söylemeye başladı. Sitedeki arkadaşlar önce benim onunla diyaloğumu yadırgamışlar sonra iş Kürtçe müziğe dönünce anlayışla karşılamışlardı. Ona; “Bak hemşerim, burada kalmanızın nedeni iş mi yoksa bizleri kontrol mü?” diye sorduğumda yüzü ciddileşmişti. Bir hafta sonra o askerler birden kayboldular.

Fabrika yönetimi ufak bir bahane bulunca arkadaşlarımızı yer yer işten çıkarmaya başladı. 1975’de kurulan ve benimde kurucusu olduğum Seydişehir Kültür Derneği’nde sık sık toplanıp durum değerlendirmesi yapıyorduk. Toplu sözleşme zammından yararlanmak için çok sayıda işçi Türk Metal’e üye olmaya devam etmekteydi. Gittikçe moralimiz bozulmaktaydı. Tatil günlerimde Konya’ya gidip yüksekokul okuyan Siverek’ten tanıdığım Nurullah Timur ve diğer hemşerilerimi ziyaret edip durumu onlara da aktarıyordum. Bazen gece evlerinde kalıp geç saatlere kadar Kürt sorununu, Kürt solunu konuşuyor, beni bilgilendiriyorlardı.

Bazı akşamları erkenden odama çekilip Seydişehir’de başımdan geçenleri yeniden düşünüyordum. Arkadaşların çoğu yemekhanede televizyon seyrediyor, bazıları bilardo ve masa tenisi oynarken yalnız kalmayı tercih ediyordum. 1973 sonlarında Seydişehir’e gelmiştim. Fabrikada çalışmaya başlamadan önce Elazığ Madenli Muzaffer’in kahvesinde, akşamları da kahvenin üstünde bulunan Kulüp’te çalışmaya başlamıştım. Fabrikada çalışan büyük ağabeyimin evinde kalmaktaydım. Her gün Yeni Ortam gazetesi alıp okuyor, kitapçı dükkânına uğrayıp ilerici yazarların kitaplarını alırdım. Çetin Altan’ın Büyük Gözaltı romanı ile polis merkezlerindeki işkence gerçeğini öğrenmiş oldum. Yanında çalıştığım Madenli Muzaffer’in kirli işler de çevirdiğini fark edince oradan ayrılıp Bingöllü Höllo diye çağırdığımız hemşerimizin kahvesinde çalışmaya başladım. Ecevit’in 1974’de çıkardığı af kanunu sonucu politik tutuklular dışarı çıkmışlardı. Değişik sol gruplar da Seydişehir’de kendini göstermeye başlamıştı. Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) yeni kurulmuş, Seydişehir’de bir lokal tutmuşlardı, şube açmak istiyorlardı. Oraya da sık sık gidip Kitle ve İlke dergilerini düzenli alıp okuyordum. İlk kez Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın kitaplarını orda görünce satın aldım. Sosyalizmi, Marksizm’i teorik olarak ilk kez Kıvılcımlı’nın kitaplarından öğrenmeye başlamıştım.

TSİP Seydişehir Şubesi açılışı için Oya Baydar, Yalçın Yusufoğlu ve şu an ismini hatırlayamadığım iki parti kurucusunun Seydişehir’e geldiklerini, yarın da şube açılışı yapacaklarını duyunca lokale gittim. Kurucu olan yedi kişiden biri ismini geri çekince müracaat edemedikleri konuşuluyordu. Yalçın Yusufoğlu Diyarbekirli olduğunu söylediğinde yanına gidip sohbet edip çok soru sordum. Derya gibi bilgisi, alçak gönüllü ve her konuda bilinçli biri görünümü vardı. Bana; “Hemşerim gel şube kurucusu ol, bir kişi ayrılmış yedi kişi lazım, senin ismini yazalım,” deyince önerisini kabul ettim, Seydişehir şubesinin yedinci kurucu üyesi oldum ve resmi olarak açılış için müracaat edildi. Ertesi gün TSİP Şubesi’nin açılışına çok sayıda devrimci ve işçi arkadaşlar gelip onları dinledik.

1974 Haziran ayında fabrika Kimya Laboratuvarlarında çalışmak için lise mezunu 20 işçi alınacak ilanını görünce hemen müracaat ettim. Yazılı ve sözlü sınavı kazanarak işe alındım. Kimya Laboratuvarı Spektral bölümünde iki aylık kurs görüp vardiyalı olarak işe başladım. İş yerinde diğer çalışanlara, sendika ve sınıf bilinci, sosyalizm kavramları hakkında propagandalara başlamıştım. TSİP kurucusu olmamı duyan bazı arkadaşlar beni eleştirmeye başladılar. Daha rahat okuma ve politik çalışma isteğimden dolayı ağabeyimin evinden ayrılıp işçi sitelerine yerleştim.

Bu arada Türkiye İşçi Partisi-TİP’in de kurulacağı haberi yayılmaktaydı. 12 Mart sonrası yeniden kurulan TİP’in iki kurucu üyesi Seydişehir’de çalışan işçilerdi. Biri Osman Arslanbay yaşlı ve sınıf bilincine sahip, sosyalist hareketleri yakından tanıyan, oturaklı ve saygın biriydi. DİSK kurucularını çok yakından tanıdığını ve ilk üyelerinden biri olduğunu, 15-16 Haziran direnişlerine katılıp neler yaptıklarını anlattığında ilgi ile dinlerdim. Diğer kurucu üye ise Konya Bozkır ilçesinden Ali Demir’di. Ali Demir sosyalizme tam inanmış, her türlü fedakârlık yapmaya hazır, biraz da köylü ve halk adamı biriydi. Ona bazen takılır; Ali abi İstanbul’a gidip partiyi nasıl kurdun dediğimde; Bozkır şivesiyle; “Ağam Osman abi ile gidip Behice ablayı gördük, konuşup partiyi kurduk, geldik,” derdi. Seydişehir’deki sendikal mücadelede her zaman tüm aktivitelerde o da bizimle beraberdi. Faşistler fabrika ünitelerini bastıklarında Ali Demir’i de ağır yaralamışlardı.

Seydişehir’deki devrimci çevreyi bir yerde toparlamak gerekiyordu. Kendi aramızda konuşup tüm sol kesimi kapsayacak bir Kültür Derneği kurmaya karar verdik. Benim de içinde olduğum 10’dan fazla kurucular kurulu olarak hazırlayıp Seydişehir Kültür Derneğini kurduk. Niğdeli Sührap, olgun, dengeli, her kesimle iyi ilişki kurma özelliğinden dolayı onu başkan yaptık. Sekreter de Seydişehirli birini yaptık, ben yönetim kurulunda yer aldım. Böylece kısa sürede dernek lokaline her çevreden insanlar gelmeye başladı. Dernekte iki haftada bir seminer verme kararı aldık. Seydişehirli dernek sekreteri aile baskısından dolayı istifa edince beni sekreterliğe seçtiler. İlk semineri başkan Sührap “faşizm ve faşizme karşı mücadele” konusunu işledi. İkinci semineri de “materyalist felsefe ve diyalektik” konusunu ben hazırlayıp vermiştim. Derneğimiz tıklım tıklım dolmuştu.

Diyarbekir Piranlı Höst benden yaşlı, bilinçli biriydi. Sık sık Höllo’nun kahvesinde tartışır ve onu dinlerdim. Bir gün beni eleştirerek; “TSİP kurucusu olmuşsun, TSİP burjuva kanunlarına göre kurulmuş reformist bir partidir. Gerçek sol partiler illegal olarak kurulur. Gerçek solu Orducular ve Cepheciler temsil etmekteler. Orducu demek Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının kurduğu THKO’dur ve ben onlarlayım. Cepheciler ise Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgüttür.” Defalarca tartıştık ve beni ikna edince gidip TSİP’ten ayrıldım. Höst’ün grubunun çoğu benim de yakından tanıdığım hemşeri arkadaşlardı. Kendilerini Cepheci diye adlandıranları da yakından tanıyordum. Bozkırlı arkadaşlar arasında cephecilerin bir ağırlığı vardı.

1975 yılında Macaristan Budapeşte Radyosu Türkçe yayınlarını hep dinlerdim. Bir yarışma açmış ve kazanan bir kişiye bir haftalık Macaristan gezisi sağlayacaklarını duyunca bende katılıp sosyalizmle ilgili sordukları soruları cevaplayıp gönderdim. İki ay sonra geziyi kazandığımı, pasaport alıp Ankara’daki elçiliğe vize almam için başvurmamı içeren bir mektup almıştım. Konya’da pasaport için müracaat ettiğimde bana polisler; “Demirperde ülkelerinde ne işin var” diye, vermediler. Biri; “Nüfusa kayıtlı olduğun Diyarbekir’e git, orda alırsın,” demesi üzerine izin alıp Diyarbekir’e gittim. Diyarbekir emniyetinde pasaport şubesine müracaat ettiğimde yine bana; “Daha çocuk sayılırsın, ne işin var komünist ülkelerde,” diye fırça yiyip pasaport alamayınca maalesef geziye gidemedim.

(Devamı var...)

Önceki ve Sonraki Yazılar