İbrahim Gürbüz

İbrahim Gürbüz

Yazar
Yazarın Tüm Yazıları >

İsmail Beşikci Fikriyatında “Devlet Olgusu” Üzerine Bir Analiz-II

A+A-

İbrahim Gürbüz

 

 

Devletsizlik, Milli Bilinç ve Anti-Kürd Nizam

Tüm bunların üzerine bir de Kürd ulusunda ulusal bilincin tarihsel olarak geç gelişmesi eklenir. Beşikçi’ye göre bunun da nedeni devletsizlikten doğan kolonyal parçalanma, dil yasakları, eğitimde asimilasyon, tarihsel kopuşlar ve dört sömürgeci devletin Kürdleri birbirine yabancılaştırmasıdır. “Bunca katliama rağmen neden hâlâ Kürdlerde millî bilinç zayıf?” sorusunun cevabı Beşikçi’ye göre çok açıktır: Devletsizlik, bir halkın sadece siyasal iradesini değil, zihinsel dünyasını da parçalar. Devleti olmayan ulus, kendi tarihine sömürgeci devletlerin aynasından bakmaya zorlanır; acıları bireysel kalır; hafızası parçalanır, dili bastırılır; kolektif kimliği zayıflatılır. Millî bilincin güçlenmesi için gereken kurumsal yapı devlet, okul, arşiv, anma ritüeli, hukuk sistemi, kültürel kurumlar yoktur. Dört sömürgeci devlet tarafından bölünmüş bir ülke, dört ayrı eğitim sistemi, dört farklı tarih yazımı, dört farklı asimilasyon politikası, Kürdlerin kolektif ulus bilincini parçalayarak zayıflatmıştır. Devletsiz uluslar kurbanlık koyun gibidirler ve hiçbir zaman kendilerini soykırımlardan kurtaramazlar.

Beşikçi, “devletlerin çizdiği haritalarda olmayan ulusların acıları da o haritalarda yer bulmaz” derken tam da bunu kasteder. Bir ulusun coğrafi görünmezliği, tarihsel görünmezliğini doğurur. Halepçe, Zilan, Dersim, Şengal veya Mahabad dünya tarihinde aynı ağırlıkla yer almaz; çünkü bu acıları evrensel hafızaya kazıyacak bir devleti yoktur. Bu durum, onun deyimiyle “Kürdlerin kolonyal sessizliği”ni doğurur. Bu sessizlik tesadüf değil; dört sömürgeci devletin uyguladığı inkâr, asimilasyon, baskı ve parçalama politikalarının ürünüdür. Devletsiz uluslar, kendi tarihlerine başkalarının diliyle bakmaya zorlanır; bu da millî bilincin köklerine sürekli bir saldırı anlamına gelir.

Kürdlerin yaşadığı felaketlerin dünya tarafından yeterince tanınmaması, acıların küçüklüğünden değil; devlet gücü, diplomatik temsil ve küresel hafıza politikalarının adaletsizliğinden kaynaklanır. Dünya, güçlü devletlerin acılarını ritüelleştirir; devletsiz ulusların acıları ise kolonyal sessizlik içinde kaybolur. Halepçe, Enfal, Barzanî, Şengal trajedileri, Shoah ( Holokost) veya 13 Kasım kadar küresel bir hafıza nesnesine dönüşmedi; çünkü onlara sahiplenen bir devlet yoktu ve uluslararası düzen, devletsiz bir ulusun acısına kulak vermeye hazır değildi. Beşikçi’nin bütün çalışmaları tek bir büyük hakikatte birleşir: Devlet, bir ulusun tarihinin, hafızasının, kimliğinin ve adaletinin güvencesidir. Devletsiz ulusların trajedileri unutulur; tanıkları yalnız kalır; kimlikleri parçalanır, mezarları bile korunamaz. Shoah’ın (Holokost’un) küresel hafızaya dönüşmesi ile Halepçe’nin unutulması arasındaki fark, suçların ağırlığından değil, devletlerin gücünden kaynaklanır. Nürnberg’in mümkün olup Saddam ve Esad’ın yargılanamamasını belirleyen de aynı güç ilişkisidir.

Ve tam da bu yüzden Beşikçi’nin şu cümlesi bu tarihsel gerçekliğin özüdür: “Herkesin bir Kürdistanı var ama Kürdlerin bir Kürdistanı yok. Bu yokluk giderilmedikçe, Kürdlerin acıları duyulmayacak, tanıkları korunmayacak, hafızaları kurumsallaşmayacak, millî bilinç parçalı kalacak ve adalet hep ertelenecektir.” Kürdlerin devlete duyduğu ihtiyaç, bu yüzden yalnızca siyasal bir talep değil; tarihsel adaletin, hafızanın korunmasının ve tanıklığın evrenselleşmesinin tek koşuludur. Çünkü ancak devlet, bir ulusun hem bugününü hem geçmişini hem de geleceğini koruyabilir.

İsmail Beşikçi’ye göre Kürdlerin bir devlete sahip olamamasının temel nedeni, tarihsel, kültürel ya da toplumsal vb gibi içsel açıklamalarla izah edilemez. Aksine bu durum, 20. yüzyılın başında Orta Doğu’da özellikle Büyük Britanya ve Fransa tarafından kurulan bölgesel ve uluslararası bir anti-Kürd nizamın doğrudan sonucudur. Beşikçi, Kürd meselesini yalnızca bölgesel bir “etnik sorun” olarak değil; uluslararası çıkar ilişkileri üzerine inşa edilmiş yapısal bir engelleme rejimi ( Anti- Kürd bir Nizam) olarak kavramsallaştırır.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen yeni uluslararası düzen, Kürdlerin siyasal varlığını tanımamayı esas alan bilinçli bir tercihe dayanmıştır. İngiltere ve Fransa başta olmak üzere dönemin emperyal güçleri, 20. Yüzyılın başında Ortadoğu’da bir nizam kurdular ancak Kürdistan’ı tarihsel, coğrafi ve toplumsal gerçekliğinden kopararak bölgedeki Türk, Arap ve İran merkezli sömürgeci devletlerin egemenlik alanlarına dahil etmiştir. Bu parçalama yalnızca sınırların yeniden çizilmesi değil; Kürdlerin kolektif varlığının uluslararası hukuk ve siyasal tanınma alanından dışlanması anlamına gelmiştir. Ortadoğu’da her millete bir statü verildi ancak Kürd milletine bir statü tanınmadı.

Beşikçi’ye göre anti-Kürd nizamın ayırt edici özelliği, bölgesel devletlerle uluslararası güçler arasındaki çıkar ortaklığıdır. Türkiye, İran, Irak ve Suriye gibi bölgesel sömürgeci devletler Kürdleri egemenlikleri için potansiyel bir tehdit olarak görmüş; emperyal güçler ise bu devletlerin istikrarını, enerji yollarını ve jeopolitik dengeyi koruma adına Kürdlerin devletleşme talebini sistematik biçimde bastırmıştır. Böylece Kürdler, birbirleriyle çoğu zaman rekabet halinde olan bu devletler arasında nadir kurulan kalıcı bir mutabakatın konusu hâline gelmiştir.

İsmail Beşikçi, bu durumu sıradan bir diplomatik tercih değil, örgütlü bir inkâr politikası olarak tanımlar. Çünkü Kürdlerin devlet olmasının engellenmesi, tek tek devletlerin süreklilik arz eden çıkar ilişkileri ve süreklilik arz eden bir ittifak ilişkisi ile mümkün olmuştur. Bu ittifak, Kürd kimliğinin reddi, dilin yasaklanması, tarihin inkârı ve isyanların askeri yöntemlerle bastırılması gibi pratiklerle somutlaşmıştır.

Beşikçi açısından Kürdlerin devletsizliği, bir sonuç değil; bizzat hedeflenmiş bir siyasal durumdur. Anti-Kürd nizam, Kürdleri devlet dışı ve kurumsuz bırakarak onları uluslararası sistemde özne olmaktan çıkarır. Devletsizlik, Kürd toplumunun yalnızca siyasal değil, aynı zamanda kültürel, ekonomik ve epistemik olarak da kolonize edilmesini mümkün kılar. Bu nedenle Beşikçi’ye göre Kürd sorunu, çözülebilecek bir “azınlık meselesi” değil; kolonyal bir statünün sona erdirilmesi sorunudur.

İsmail Beşikçi, Kürdlerin bir devlete sahip olmasının önündeki en büyük engelin, bölgesel ve uluslararası aktörler tarafından oluşturulmuş anti-Kürd nizamın sürekliliği olduğunu vurgular. Bu nizam çözülmeden, Kürd meselesine dair önerilen kültürel haklar, yerel yönetimler ya da anayasal düzenlemeler kalıcı bir çözüm üretmez. Beşikçi için gerçek çözüm, Kürdlerin kendi siyasal kaderlerini tayin edebilecekleri egemen bir devlet gerçekliğinin tanınmasıyla mümkündür.

İsmail Beşikci’nin bu tezini Gazeteci-yazar Neal Anderson’un (Independent on Sunday, 7 Nisan 1991) kasap kuşları (Lanius / cracticus) üzerine kaleme aldığı makale üzerinden anlatmak ufuk açıcı olabilir. Gazeteci-yazar Neal Anderson’un bu makalesi, Kürdistan’ın modern tarih boyunca maruz kaldığı sömürgeci kuşatmayı açıklamak için çarpıcı bir analoji sunar. Anderson, makalesinde şu soruyu sorar: “Neden kasap kuşlarının kazıkta kıvranan Kürdistan’a ihtiyacı var?” Bu soru, yalnızca gazetecilik üslubuyla kurulmuş bir metafor değil; aynı zamanda kolonyal siyasetin işleyiş mantığını yalın bir doğa gözlemi üzerinden açığa çıkaran güçlü bir analitik çerçevedir.

Yazarın işaret ettiği gibi, güçlü devletler çoğu zaman zayıf ulusları “yer”; fakat bu yeme eylemi her zaman doğrudan ve tek seferlik bir imha biçimi olmaz. Kasap kuşlarının avlarını sivri bir uca geçirip orada bekletmesi gibi, sömürgeci devletler de egemenlik altına aldıkları ülkeleri, coğrafyaları hemen tüketmez; onları askıda tutar, dondurur, parçalar ve zamanı geldiğinde kullanmak üzere muhafaza eder. Anderson’un ifadesiyle, av nadasa bırakılır; diğer yırtıcılar çağrıldığında paylaştırılır. Bu bağlamda Kürdistan, sömürgeci devletlerin nazarında canlı bir coğrafyadan çok, yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle dolu bir “ambar”, bir “kaynak deposu” işlevi görür.

İsmail Beşikci’nin Kürdistan analizleri tam da bu noktada belirleyici bir açıklık sunar. Beşikci’ye göre Kürdistan’ın 20. yüzyılın başlarında emperyal ve bölgesel güçler eliyle bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması; Kürd ulusunun self-determinasyon (bağımsız devleti kurma) hakkının sistematik biçimde gasp edilmesinin ön koşuludur. Bu gasp, yalnızca siyasal sınırların çizilmesiyle sınırlı değildir; esas olarak Kürdistan’ın bir bütün olarak tarihsel, kültürel ve siyasal özne olmaktan çıkarılması anlamına gelir. Kasap kuşları metaforu bu süreci somutlaştırır: Kürdistan bir kerede yutulmaz; parçalanarak, saklanarak ve yüzyılı aşan zamana yayılarak tüketilir.

Metaforun bir diğer güçlü boyutu ise, sömürgeci tahakkümün zamanla fiziksel işgalin ötesine geçmesidir. Kasap kuşları yalnızca eti değil, nihayetinde avın canını da tüketir. Bugün gelinen aşamada hedef artık sadece Kürdistan’ın toprağı ya da yer altı kaynakları değil; Kürd ulusunun ruhu, hafızası ve tarih bilincidir. Beşikci’nin özellikle vurguladığı gibi, modern kolonyalizm en tehlikeli biçimini kültürel ve zihinsel alanda üretir. Kürd gençliği, tarihsel sürekliliğinden koparılmakta; kavram kargaşası, ideolojik demagoji ve yönlendirilmiş söylemler yoluyla kolonyal bilinç yeniden üretilmektedir.

Bu süreç, salt baskı ve zor yoluyla değil; çok daha inceltilmiş yöntemlerle işletilmektedir. İmparatorluk entrikalarına eklenen yüzyıllık devlet tecrübesi, sömürgeci yönetimlerin kurumlara sızma, yerel aktörleri devşirme ve Kürdlerin kendi adlarına konuşan “lider kültleri”, “akıl hocaları” üretme kapasitesini artırmıştır. Küçük mevki, sınırlı imkânlar ve sembolik temsil alanları sunularak, kolonyal düzenin sürdürülmesi hedeflenmektedir. Beşikci’nin sıklıkla dikkat çektiği üzere, asıl tehlike Kürdlerin dışarıdan zorla yönetilmesi değil; kendi adlarına konuştuğunu iddia eden, fakat kolonyal düzenle uyumlu kadrolar aracılığıyla yönlendirilmesidir.

Bu bağlamda, şimdiye dek kurulmuş Kürd siyasi partilerinin, kurumlarının ve medya organlarının yönetim yapıları dikkatle incelendiğinde çarpıcı bir tablo ortaya çıkar: Kürdlük bilinci güçlü, tarihsel perspektife sahip, bağımsızlık hakkını açıkça savunan şahsiyetlerin sistematik biçimde dışlandığı ya da etkisizleştirildiği görülür. Bu durum tesadüf değil; kasap kuşlarının avlarını parça parça tüketirken en diri ve dirençli kısımları önce etkisiz hâle getirmesine benzeyen kolonyal bir stratejinin sonucudur.

Anderson’un kasap kuşları metaforu ile İsmail Beşikci’nin Kürdistan tahlilleri birbirini tamamlayan iki güçlü okuma düzlemi sunar. Kürdistan’ın bölünmesi ve devlet hakkının gasbı, yalnızca tarihsel bir olay değil; bugün de farklı araçlarla sürdürülen, çok yönlü bir kolonyal tahakküm sürecidir. Bu süreci anlamak, ancak toprağın, hafızanın ve bilincin aynı anda işgal edildiğini görmekle mümkündür.

Devam Edecek…

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.