Yol Bir, Sürek Binbir

Yol Bir, Sürek Binbir

.

A+A-

 

 

Kamil Kadir

 

Halkların Küllerinden Doğduğu Mücadele

Tarihin döngüsünde, halkların direnişi ne zaman bitti ki? Ne zaman ezilen halklar boyun eğdi? Ne zaman hakikatin sesi sonsuza dek sustu? Her çağda başka bir yüzle gelen sömürgecilik, farklı dillerde, farklı bayraklarla, ama hep aynı kibirle yaklaştı halklara. Onlara isimlerini unutturmaya, dillerini boğmaya, toprağını çürütmeye çalıştı. Ve her çağda halklar bir başka biçimde yeniden ayağa kalktı. Küllerinden doğan bir halk, asla diz çökmez.

 

Sonsuz Döngü, Sonsuz Direniş

ve İkrar

Yezdânî düşünce sisteminde ölüm, bir yok oluş değil; dönüşümün zorunlu evresidir. Bu anlayış, varoluşu lineer değil, döngüsel olarak kavrar. Doğa, kendi ritmini süreklilik içinde kurar: her çürüme bir tohum, her çöküş bir yeniden doğuş imkânı taşır. Bu döngüsel tahayyül, yalnızca metafizik bir inanç alanı değil; aynı zamanda tarihsel direniş pratiklerine dair güçlü bir epistemolojik çerçeve sunar.

Bu bağlamda mücadele, bir hedefe varmak için geçici bir araç olmaktan öte, halkın tarihsel ve ontolojik varoluş biçimidir. Çünkü halk, tıpkı doğa gibi bastırıldıkça yenilenir, bastırıldıkça radikalleşir, bastırıldıkça kendi özüne doğru çekilir.
Rêya Heq (hakikatin yolu) bu döngüsel mücadele biçimini tanımlar. Bu yol, bireyin yalnızca ahlaki bir sadakati değil, halkın kolektif bir ikrarla hakikatle birleşme arzusunu ifade eder.

Kürt halkı, bu ikrarı tarih boyunca defalarca vermiştir: kültürel belleğini silmeye çalışan devlet aygıtlarına, coğrafyasını parçalayan sınır çizimlerine, kimliğini kriminalize eden ideolojik aygıtlara karşı kesintisiz, permanent bir mücadele cizgisi geliştirmiştir.
Bu nedenle Kürt özgürlük mücadelesi, sadece bir kimlik politikası değil; bir varlık politikasının ifadesidir. Ve bu varlık, yalnızca fiziksel bir toprak parçasına değil; aynı zamanda dil, hafıza, inanç ve kolektif özsaygıya dayalı bir bütünlüğe işaret eder.

Bağımsız Birleşik Kürdistan

Bugün "bağımsız ve birleşik Kürdistan" talebi, salt bir siyasal söylem ya da romantik bir idealin ötesinde, sömürgeci düzenin bastırmaya çalıştığı tarihsel ve ontolojik bir hakikatin yeniden inşasıdır. Bu hakikat, yalnızca geçmişin bir mirası değil, aynı zamanda halkın kolektif bilinciyle yoğrulmuş ve mücadeleyle kutsanmış bir geleceğin tasavvurudur.

Bağımsız ve birleşik Kürdistan’a verilen ikrar, tarihsel hafızada kök salmış, halkın varoluşsal gerçekliğine içkin bir yemin niteliğindedir. Bu yemin bozulamaz, çünkü bu hedef, yalnızca bir siyasi ideal değil; bir halkın kimliğini, onurunu ve varlığını sürdürebilme iradesidir.

Güneşin çamurla sıvanamayacağı ne kadar açıksa, bu hakikatin de türlü ideolojik kurgu ve uydurma anlatılarla karartılamayacağı o denli aşikârdır.

Kürt halkının tarihsel hafızasına, sosyolojik gerçekliğine ve devrimci mücadelesine tamamen yabancı olan; sağdan soldan devşirilmiş, bağlamsız ve parçalı tezlerle, bilmem  „Liberter Belediyecilik“ veya „Komünal-Ekolojik“ toplum gibi romantize edilmiş fanteziler eşliğinde bu onurlu direnişi itibarsızlaştırmaya çalışanlar, tarihin sahnesinden değil, çöplüğünden yer bulacaklardır. Kürt toplumu, hakikatin izini sürenlerle sahte entelektüel manevralar peşinde koşanları ayırt etme kudretine sahiptir. Bu, sadece bir uyarı değil, tarihsel bir hakikatin beyanıdır.

 

Zulüm yenileniyor, ama direniş de yenileniyor. Yöntem değişiyor, ruh aynı kalıyor. Kolektif belleğin en derin noktalarında saklanan isyan tohumu, yeniden yeşeriyor. Gecenin en koyu anı, şafağın en yakın olduğu andır derler. İşte o an, ayak sesleriyle geliyor: Bağımsız-Birleşik Kurdistanın Raperîn’in yankısıdır bu. Raperîn geliyor! Gecenin koynunda büyüyen sabahın ayak sesleridir. Mücadele yalnızca dağa değil, sokağa, mahalleye, zindana ve zihinlere taşınmıştır artık.

Bu halk kendini yeniden yaratacaktır. Çünkü yol birdir, sürek binbirdir. Ve bizler o yolun yürüyenleri, süreklerin taşıyıcılarıyız.

 

 Şehir ve Hegemonya alanları

Tarih, bir kez daha yön değiştiriyor. Kürt halkı, kendi kaderine yeniden dokunmak üzere bir eşiğin ucunda bekliyor. Bir zamanlar dağların zirvesinde yankılanan o büyük, o görkemli, o destansı direnişler artık başka cepheler arıyor. Çünkü dağlarda başlayan özgürlük mücadelesi, kayalara çarpıp yankılanmaktan öteye gidemiyor; her yankı, bir yankı olarak kalıyor. Oysa halkın kalbine ulaşmayan hiçbir ses, ne kadar güçlü olursa olsun, yeni bir dünya kurmaya yetmez. Bu nedenle artık şehirler, dağların yerini almalıdır. Savaşçılar, şehrin ruhuyla birleşmelidir. Çünkü şehir yalnızca beton değildir; uykudan uyanmayı bekleyen bir bilinç, bastırılmış bir hafıza, içinde direnişi mayalayan bir ruhtur. Sanayi merkezleri ve büyük metropoller, varoşlar, gecekondu mahalleri artık uyanışın ve hegemonyanın yeni bir Raperinin merkezleridir.

Bugün Raperîn eşiğin ucunda bekliyor ve onun ruhu dağlardan süzülerek şehirlerin damarlarına akıyor. O ruh, bir duvar yazısında, bir parkta yankılanan ezgide, bir kadının yükselen sesinde, bir çocuğun anadilinde söylediği ilk kelimede hayat buluyor. Çünkü artık biliyoruz ki devrim yalnızca bir çarpışma değil; aynı zamanda bir kök salma eylemidir. Ve şehirler, bu köklerin tutunacağı yeni topraklardır. Devrim yalnızca dağda değil; okulda, kooperatifte, dijital medyada, belediyede, sokakta, kitapta, tiyatroda, yani hayatın tam merkezinde vücut bulmalıdır. Hegemonya, dağlarda değil şehirlerde kurulur. Sivil hegemonya, ancak rızayla inşa edilir. Ve bu rıza, halkın içinde, halkın nefes aldığı her yerde örgütlenebilir.

Bugün Kürt halkının önündeki görev, şehirleri ilmik ilmik örerek Kürt mefkuresinin merkezlerine dönüştürmektir. Her sokakta bir fikir, her okulda bir bellek, her atölyede bir direniş tohumu yeşermelidir. Kürt öncülerinin görevi artık dağdan gelen o rüzgârı şehrin damarlarında gezdirmektir. Çünkü şehir suskun değildir; yalnızca unutturulmuştur. Ve şimdi onu hatırlatmanın zamanı gelmiştir. Bu şehirler, Kürt halkının belleğiyle, iradesiyle ve rızasıyla yeniden kurulduğunda artık sadece yaşam alanı değil; hegemonya alanı, devrim mekânı ve tarih yazım yeri olacaktır.

“Sömürgeciliğe karşı savaş, insanın kendini yeniden insan yapma çabasıdır.” (Frantz Fanon, Yeryüzünün lanetlileri)

Frantz Fanon’un dediği gibi, bugün bu çaba artık dağdan şehre inmiştir. Çünkü devrim sadece direniş değil; aynı zamanda kuruluştur. Bir düzeni yıkarken, aynı anda yenisini örme sanatıdır. Ve bu sanat bilgiyle örülür. Bilgi bugün bizim yeni mevzimizdir. Kalem, yeni silahımız; düşünce ise geleceğimizi tutuşturacak baruttur. Kürt halkı, külleriyle barut yapmayı bildiği gibi, şimdi bu barutu düşüncenin silahına dönüştürmeyi de bilmelidir. Çünkü o halk artık yalnızca direnmenin değil, kurmanın da ne demek olduğunu öğrenmiştir. Artık yalnızca direnmek yetmez; kurmak, kalmak ve köklenmek gerekir.

 

Dijital  Direniş

 

Modern çağın direniş hattı artık sadece dağın patikası değil, veri akışının damarları, sinyal kulelerinin gölgesi, ekranların içindedir. Mücadele, analogdan dijitale; dağdan buluta taşındı.

Kürt şehirleri, her gün yeni bir uyanışla dolup taşıyor. Rojava’da bir umut yeşerdi, Mahabad'da bastırıldı, Hewler de inadına yeşerdi yine. Ama bu sefer yalnızca sloganlarla değil, aynı zamanda yazılımlarla, bellek kartlarıyla, sosyal medyanın yankılanan tınılarıyla yeşerdi. Çünkü bu halk balûkaldan beri mukaddestir. Çünkü bu halk, toprağın sesini dinlemeyi bilir ama artık veri trafiğini de okumayı öğrenmiştir. Çünkü bu halk, külleriyle barut karıştırmayı iyi bildiği gibi, şimdi küllerinden doğan belleği dijital koda çevirmeyi de öğrenmektedir.

Zira dijital çağın mücadelesi, hibrit bir karakter taşır. Bir yandan sosyal medya kampanyalarıyla kolektif hafıza canlandırılırken, diğer yandan uluslararası hukuk zeminlerinde, medya ağlarında, düşünce kuruluşlarında (think-tank’lerde) karşı-hegemonya örgütlenmektedir. Hashtag’lerle başlayan bir kıvılcım, sınır ötesi diplomatik farkındalığa; bir infografik, bir parlamentoda dile getirilen bir soruya dönüşebilir.

Bu nedenle dijital alan, yalnızca propaganda zemini değil, aynı zamanda diplomatik müdahale, kolektif hak savunusu ve ulusötesi dayanışmanın merkezidir. Ve bu alan boş bırakılmaz. Boş bırakılırsa, başkası doldurur; halkın gerçeği, algoritmanın sahte sesiyle bastırılır.

Taşla Kodun, Kalemle Kameranın El Ele Yürüyüşü

Bu hibrit direnişin ruhu, halkın her zerresine işlemiş kadim bilgeliğe yaslanır. Dengbêjin sesiyle algoritmalar, köy meydanındaki sohbetle Zoom odaları, taşla kod, şarkıyla veri el ele verir. Çünkü mücadele yalnızca sokakta değil; fikrin aktığı, tahayyülün şekillendiği her dilde, her mecrada, her platformda mümkündür. Kültürel direnişin dijital çağı başlamıştır ve bu çağda kod, klavye, kamera birer silah, birer bilinç taşıyıcısıdır. Çünkü “Yol bir sürek binbir”dir.

Antonio Gramsci, toplumsal dönüşümün kalıcı olabilmesi için hegemonik yapının sorgulanması ve alternatif bir kültürel düzenin inşa edilmesi gerektiğini söyler. O der ki:

“Her kriz, eskisinin ölmekte olduğu, yenisinin henüz doğamadığı andır; bu ara dönemde çeşitli hastalıklı yapılar ortaya çıkar.”

İşte bu “ara dönemde”, taşla kod yazan genç, kalemle belgeleyen araştırmacı, kamerayla anlatan sanatçı birer organik entelektüeldir. Bu insanlar yalnızca bilgi taşımaz; toplumu dönüştürme kudreti taşıyan, halktan çıkan, halkla düşünen karşı-hegemonik aktörlerdir.

Direniş sadece silahla değil; dille, hafızayla, kültürle, teknolojiyle, bilgiyle yürütülür. Yeni sömürge biçimleri dijitalleşmişken, direniş de dijitalleşmek zorundadır.

Bu bağlamda, Kürt halkı ve diğer ezilen halklar için ulusal ve uluslararası ölçekte düşünce kuruluşlarının kurulması elzemdir. Bu kurumlar salt analiz üretmez; dünya kamuoyuna yeni çerçeveler sunar, epistemolojik bağımsızlık yaratır, kültürel ve siyasal yönelimleri belirler.

Stuart Hall’un ifadesiyle:
“Kültür, anlamın üretildiği ve mücadelelerin yürütüldüğü alandır.”
Bu tanım, kültürü yalnızca sanatsal üretimin ya da folklorik mirasın taşıyıcısı olmaktan çıkarır; onu ideolojik mücadelelerin, toplumsal direnişin ve tarihsel hafızanın sahnesi hâline getirir. Kültür, bu anlamda, yalnızca temsil edilen değil, aynı zamanda direnişin örgütlendiği, iktidarın yeniden üretildiği ve sorgulandığı bir arenadır.

Bu bağlamda, Paris’te düzenlenen bir seminer, Berlin’de gerçekleştirilen bir panel yahut Washington menşeli bir rapor, sıradan akademik etkinlikler olarak görülemez. Bunlar, hegemonik diskurlara yöneltilmiş entelektüel müdahalelerdir; bilgi üretiminin ötesine geçerek, ideolojik alanın yeniden şekillendirilmesini hedefleyen eylemlerdir. Her rapor, her panel oturumu, her dijital anlatı; yalnızca yazınsal ya da akademik bir çıktı değil, aynı zamanda siyasal bir tutum, bir direniş formudur.

Bu tür üretimler; diasporada benliğini arayan bir gencin kimliğine tutunmasına vesile olur, karanlık hücrelerde varlık mücadelesi veren bir tutsağa ışık düşürür, dağ başında kendi kaderiyle baş başa kalmış bir çobanın yüreğine direngen bir umut serpiverir. Çünkü bu sözler, yalnızca bir yerlerde yankılanan cümleler değil, bir halkın hafızasında yankı bulan, bastırılmış seslere alan açan ve kolektif bir uyanışı tetikleyen çağrılardır.

Dolayısıyla kültürel üretim, iktidarın doğrudan muhatabıdır. Her anlatı, hegemonik yapının çatlaklarına sızan bir karşı-anlatıdır. Sessizliğin dili, sürgünün sesi, bastırılanın kelâmıdır. Kültür, bu anlamda, salt bir ifade değil; aynı zamanda bir müdahaledir. Ve her müdahale, yeni bir anlam zemini inşa eder çoğu zaman görünmeyen, ama etkisi derin olan bir karşı-hegemonik yıkılmıyan duvar olur.

 

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.