Ümit Kıvanç: Roboski’den Garibe’ye haysiyet tartısı

Ümit Kıvanç: Roboski’den Garibe’ye haysiyet tartısı

.

A+A-

Ümit Kıvanç / Gazeteduvar

Haklara sahip olma hakkı tanınmayan kişi sıfatıyla, ondan normal cenaze töreni esirgendi. Tabutunun cenaze arabasına konmasına izin verilmedi, acılı yakınlarına, “Haydi, cenazenizi alın gidin!” diye posta kondu, tabut kamyonet arkasında götürüldü. Bu şüphesiz göz çıkara çıkara sergilenen bir dışlama ve aşağılama prosedürüydü.

Bu ayrım nasıl yapılıyor, çözemedim. Çözsem ne işime yarayacak, onu da bilemiyorum gerçi. En azından “yurdumuzu tanıyalım” çalışmaları kapsamında katkısı olabileceğini umuyorum sanırım.

- Hâlâ tanıyamadın mı?

Yok. Yani epey tanıdım da yutmayı becersen sindirmesi zor oluyor.

Bir sabah asker çıkıp köylünün zaman zaman sınır ötesinden mal getirmede kullandığı katırları üçer beşer vurmuştu. Katliam düpedüz. Üstelik daha önce otuz dört insanın “göze alınabilir zayiat” sayılıp uçaklardan atılan bombalarla parça parça edildiği Roboski’de. Şefkat, adalet değilse de azıcık utanıp sıkılma beklemenin mâkûl ötesi sayılacağı yerde. Ve o hayvanlar elbette sadece “kaçakçı katırı” değildi. Tarımsız sanayisiz coğrafyada yoksul ailelerin çok işini görüyorlardı.

Bir sabah üç-beş haylaz velet büyükşehrin orta halli semtinde sokağa park edilmiş arabaları çizse muhtemelen çok daha büyük gürültü kopardı. “Daha” dediğime bakmayın, katırlar seri cinayetlere kurban gittiğinde gürültü falan kopmadı. Hiçbir şey kopmadı. Sinirler gerilmedi, tepeler atmadı, öfkeler patlamadı.

“Kürdün katırı” başlıklı bir yazı yazdım, o sırada henüz hayattaki dijital Radikal’e. “Bu öldürülenler hayvan değil mi?” demeye getirdim. Hayvanseverlerin katliam karşısında niye en ufak ses çıkarmadığını sordum. Vay efendim! İki-üç gün küfür-hakaret yedim sosyal medyada. Hayvanseverlere ne büyük haksızlık yapmıştım. Oysa onlar… işte, çok duyarlıydılar, asla hayvan ayırmaz, hepsine sahip çıkarlardı, vs… Kimisi de beni ayrımcılıkla, bölücülükle, terörist destekçiliğiyle suçladı, tahmin edebileceğiniz üzre; katırlar yerine benim gibilerin imha edilmesinin daha münasip olacağını dile getirdiler.

Oysa soru pek basitti: Emir altındaki üniformalı silahlı resmî görevliler, kapı kapı gezerek katırları bulmuş, vurmuşlardı. Herhangi bir yerde belediye sokak köpeklerine kötü davrandığında hepimiz ayağa kalkıyorduk. Fakat Roboskililerin katırlarının kurşuna dizilişinde ayağa kalkmamızı gerektirecek sebep bulamıyorduk. Oturduğumuz yerden itiraz etmemiz için de sebep yoktu. Hattâ olayı görmezden gelmekten daha münasip davranış da yoktu. Münasebetsizin teki çıkıp, “Bunlar hayvan değil mi, kardeşim, niye sahip çıkmıyorsunuz?” demese, ortada mesele yoktu.

Gerçi bunu demek de akıllı insan işi miydi, şüpheli. Zira, on altısı on sekiz yaşından küçük otuz dört köylünün bombalanarak katledilmesi ve ardından, yaralı varsa kurtarılamasın diye kurulan tezgâhlar karşısında dudağını, parmağını, hiç değilse kaşını oynatmamış ahaliden Kürdün katırı için dertlenmesini beklemek en hafifinden hayalperestlik sayılabilirdi. Fakat bunu da hayal edemeyeceksek o ahaliden birilerine yolda rastladığımızda selam vermek nasıl mümkün olacak?

Katırların katledilişini, Roboski katliamından iki gece sonra sokaklarda çılgın yılbaşı eğlenceleri kutlanmasını da hatırlatarak gündeme getirdiğimde bana küfür-hakaret edenler arasında, esas derdi açık eden çoktu. Cumhuriyet’imizin varlığına kast eden dış güçlere laf kolayca gelmiş, ancak her zamanki gibi, sabah sefere çıkılıp köydeki katırların seri halde öldürülmesiyle, Amerikan emperyalizmi veya kahpe İngilizlerin hangi hainâne komplosunun önlendiği anlaşılamamıştı. Belediyenin sokak köpeklerini öldürmesinin suç, ordunun katırları öldürmesinin meşru oluşunu bana küfreden hayvanseverler de mâkûl buluyor, bunun sorgulanmasını gayrimeşru kurcalama faaliyeti ve bozgunculuk olarak nitelendiriyorlardı. Bütün o tantana sırasında, başka hayvanseverlerin çıkıp, “tamam, teröre karşıyız, ama bu da olmaz” cinsinden itirazlar öne sürebileceğini umdum, bekledim. Olmadı böyle bir şey.

7 Haziran 2015 seçimleri üzerine, seçim sonucunu iptal etme ve hukuku ortadan kaldırma amacıyla savaş ortamı yaratıldığında, bu defa katledilen hayvanlar için değil, niyesini hâlâ bilmediğimiz -çünkü muhtemelen herhangi bir geçerli sebebi bulunmayan- cinayetlerde can veren ve ölü bedenleri kabul edilemez muamelelere uğratılan insanlar için bazı ilkesel itiraz ve uyarılar yükselir mi diye, beklentiyle karışık meraklandım. Boşa çıktı. Ne -niçin vurulduğunu kimsenin izah etme zahmetine girmediği- kızcağızın derin dondurucuya konan cesedi ne onun başında beklemek zorunda kalan anası ne başka bir ananın sokaktan alınmasına izin verilmeyen cansız bedeni ve köpekler parçalamasın diye bir hafta taş atma nöbeti tutan evlatları ne de polis aracının arkasına bağlanıp galiz küfürler eşliğinde yerde sürüklenen beden videosu, vaktiyle Roboski’den iki gün sonra yılbaşı kutlamış uygar, çağdaş, aydınlık vesaire büyükşehir ahalisinin vicdanında tek teli titretebildi. Oysa bu feci zulüm ve aşağılama eylemlerinin ilk elde, tapınılan yüce varlık devletin şerefi adına olsun, yanlış bulunması, o kollayıcı “‘gölge düşürüyor” motifi ortaya sürülerek eleştirilmesi beklenebilirdi. Bu bile olmadı.

Daha yakın zamanda, 2017 Eylül’ünde, hapisteki HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesinde, bizim buralarda bile eşi görülmemiş bir fecaat yaşandı. Önce Hatun Tuğluk’un Aleviliğini öne sürüp, “Burası Sünni mezarlığı, buraya gömemezsiniz!” diye saldırıya girişen faşist grup, arada motif değiştirerek, “Burası Türk toprağı!”na geçti. Hatun Tuğluk hem Alevi olduğu için Ankara’da defnedilemiyordu, bunlara göre, hem de Kürt olduğu için.

Bu açık, yüzsüzce ayrımcılık başkentin göbeğinde vücut bulup eyleme geçtiğine, başarıya ulaştığına ve bu yüzden kimse cezalandırılmadığına göre, yoksa dış güçlerin canına kast ettiği Cumhuriyet’imiz vaktiyle imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış kitle ilan ettiği memleket ahalisini makbûller ve maktûller olarak ayırıyor muydu? Kendi aydınlığından gözleri kamaşmış aydınlık insanımız, Aysel Tuğluk’un artık soluk alıp vermeyen annesinin terörle arasına mesafe koymasını beklemiş de bu jesti göremeyince mi faşistlerin cenazeyi mezardan çıkarttırmasını hoş karşılaşmıştı? Yoksa ne bir şey görmüş ne herhangi bir şey karşılamış, zaten hadiseyle ilgilenmemiş miydi?

Aynı sınıfta kırk sekiz sene üst üste çakmış, yüz elli kurtarma sınavının hiçbirinden geçer not alamamış geçkin talebeden tıbbı kazanmasını beklemeye denk ölçüsüzlük ve izansızlık mı, kestiremiyorum, lâkin dün tutuklu Garibe Gezer’in cezaevinde can vermesi üzerine, son birkaç yıldır yüz ağartan, göz yaşartan mücadelelere girişmiş kadınlardan çok tepki gelmesini bekledim. Çünkü bu genç kadın işkence görmüş, tecavüze tacize uğramış, kadın olduğu için fazladan çekmişti. Cinsel saldırı ve tehditler yüzünden, tecrit edilmesinin hızla derinleştireceği kaygılar ve kötüleştireceği moral çöküntü içerisinde olması muhtemeldi. Ayakta kalmaya gayret etmiş, tecrit hücresinden hiç değilse birkaç kişiyle beraber yaşayacağı koğuşa geçmek için başvurular yapmış, dışarı mektuplar yazıp gördüğü feci muameleyi anlatmış, azıcık katlanılabilir duruma geçebilmek için uğraşmıştı. Fakat belli ki ona çektirilen özel ezâ cefâ kolay katlanılır çapta değildi. Garibe Gezer’i, haklara sahip olma hakkı tanınmayan, yurttaş kabul edilmeyen nüfus grubuna yazdıkları ortadaydı.

Muhtemelen intihar etti. Ancak öldürülmüş ya da işkencecilerin “elinde kalmış” olma ihtimalleri bu yazı yazılırken henüz bütünüyle geçersiz kılınmış değildi.

Haklara sahip olma hakkı tanınmayan kişi sıfatıyla, ondan normal cenaze töreni de esirgendi. Tabutunun cenaze arabasına konmasına izin verilmedi, acılı yakınlarına, “Haydi, cenazenizi alın gidin!” diye posta kondu, tabut kamyonet arkasında götürüldü. Bu şüphesiz göz çıkara çıkara sergilenen bir dışlama ve aşağılama prosedürüydü de.

Haklara sahip olma hakkından yoksun kimseler için resmî zulüm görevlilerine başlarındaki yetkililerin bellettiği öğreti, usûl bahsinde ikisi geleneksel üç soruya dayanır. Geleneksel sorular şunlar:

(1) Tohumuna para mı verdik? (2) Bunları bize sayıyla mı verdiler?

Üçüncüsünü 12 Eylül darbesinin komutanı özlü ifadesine kavuşturmuştu: (3) Asmayalım da besleyelim mi?

İslâmcılığın “içindeki çocuğun” faşizme hevesini keşfedip fanatik militanı vicdandan özgürleştirerek kafalar kesmeden de hayatlar kahredebilir kıvama getiren Akit gazetesi, Garibe Gezer’in ölümünü şu başlıkla verdi: “Cezaevinde beslenen bir terörist daha öldü!” Bu, tepkisizlik değil şüphesiz. Bütün çirkinliğiyle tepki. Fakat tepkisizliğin akrabası da mı değil? Hani cenazelerde filan görüşülen cinsten..? Yoksa Cumhuriyet’imize kasteden dış düşmanlarla İslâm’ın son ordusuna kin bileyen küffar aynı kötü adamlar mı? Bu yüzden mi “Türkiye’nin aydınlık yüzü”nün kritik hallerde Akit’in arkasına sığınışı?

Çözebilmek için sorunlarımızı basitleştireceğimiz yerde, asgarî insanî yükümlülükleri bile yerine getirmeyerek her şeyi daha karmaşık, içinden çıkılmaz hale getiriyoruz. Bakın şimdi, henüz ikinci sınıfa geçmemişken önümüze konan şu beşinci sınıf problemine: Bir kadına tecavüz ve işkence ederek ölümüne yol açan erkeği, kimimiz şu yolla, kimimiz bu yolla, ama hepimiz mutlaka bir şekilde kahretmek istiyoruz ve -şükür ki- bu konuda bilinç ve irade gün geçtikçe güçleniyor. Buna karşılık, gardiyanlar -ve kim bilir, başka kim- mahpus kadına aynı rezilâne hareketleri yaptıklarında zaten oralı olmadığımız gibi, kadın ölünce de arkamızı dönüp olay yerinden uzaklaşıyoruz. Umurumuzda oluyor mu, şüpheli. Bu durumda haysiyetimiz kaç gram, cibilliyetimiz kaç okka geliyor?

(Cevap anahtarı: Roboski.)

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.