
Rojava gerçeği ve yeniden şekillenen Lozan tehlikesi
.
Cemil Eren
Bir asır önce imzalanan Lozan Anlaşması, Kürt halkını ulusal haklarından mahrum bırakarak statüsüz bir konuma itti. O dönemin uluslararası dengeleri içinde Kürtlerin yeterince örgütlü olamaması ve büyük güçlerin gündeminde yer bulamamaları, bu sonucu kaçınılmaz hale getirdi. Yüzyıl sonra bile, bu anlaşmanın ruhu farklı biçimlerde yeniden sahaya sürülmektedir.
Günümüzde uluslararası aktörler, Kürt sorununun çözümü konusunda zaman zaman adımlar atsa da, aynı zamanda bölgedeki bazı güçler Kürtlerin mevcut kazanımlarını ortadan kaldırmak için yeni planlar geliştirmektedir. Bu planlar, yalnızca yerel dengelerle sınırlı değildir; bölgesel ve küresel stratejilerin bir uzantısı olarak, Rojava’daki halk iradesini hedef almaktadır.
Rojava’da yaşananlar basit bir askeri gerilim ya da siyasi tartışma değildir. Bu, uzun yıllar boyunca verilen mücadelenin yarattığı kazanımlara karşı yürütülen planlı ve sistematik bir tasfiye sürecidir. Bölgeye dair masaya konan yeni haritalar, halkın özgür iradesini yok etmeyi amaçlayan bir yaklaşımı yansıtmaktadır.
Bu süreçte en etkin rolü üstlenen aktörlerden biri Türkiye’dir. Rojava’daki mevcut yapıyı kendi politik öncelikleri açısından tehdit olarak gören Ankara, askeri, diplomatik ve istihbari araçlarıyla bu kazanımları ortadan kaldırma yönünde kararlı bir çizgi izlemektedir. Afrin, Serêkaniyê ve Girê Spî’deki işgaller, bu politikanın somut göstergeleridir. Sınır güvenliği söylemi, bu müdahalelerin gerçek amacını perdelemeye yetmemektedir; esas hedef Kürtlerin statü sahibi olmasını engellemektir.
Geçmişte ulusal birlik yönünde atılması gereken adımların atılmaması, verilen taahhütlerin yerine getirilmemesi bugünkü kırılgan zemini hazırlamıştır. Ortak bir irade tesis edilmediği için, stratejik bölgeler kolayca kaybedilmiştir. Bugün ise benzer hataları tekrarlama lüksü yoktur.
Kürt halkı adına konuşan her kesim, statü konusunu tartışmasız bir hak olarak görmeli; bağımsızlık, federal yapı, özerklik ya da kültürel tanınma gibi taleplerin meşruiyetini sorgulayan yaklaşımlar bu tasfiye sürecine dolaylı hizmet ettiğini bilmelidir. Sessizlik, bu noktada tarafsızlık değil, fiili onay anlamına gelir.
Gelinen aşama, tarihi bir dönemeçtir. Halkımız, kazanımlarını korumak ve geleceğini belirlemek için siyasi, diplomatik, toplumsal ve kültürel tüm alanlarda aktif olmalıdır. Statü, bir lütuf değil; geçmişten bugüne bedel ödenerek kazanılmış en doğal haktır. Bu hak, ne ertelenmeli ne de pazarlık konusu yapılmalıdır. Gelecek, kararlı bir duruş ve birliktelikle güvence altına alınabilir.

HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.