Bir Mendil Niye Kanar? Diyarbakır-2006

Bir Mendil Niye Kanar? Diyarbakır-2006

.

A+A-

Gökçer Tahincioğlu / Bianet

Mehmet, Halit, Tarık, Mehmet, Abdullah, Enes, Emrah, İsmail, Mustafa, İlyas, Ahmet, Sıddık, Fatih, Mahsum Mart-Nisan 2006'da öldürüldüler, AİHM Türkiye'yi mahkum etti, Türkiye de polisleri beraat ettirdi.

Gökçer Tahincioğlu Hafıza Merkezi'nin hazırladığı Kayıp Adalet/ Cezasızlık ve Korunan Failler kitabını derledi, İletişim Yayınları'ndan yeni çıkan kitabın İlk Söz'ü de Tahincioğlu'dn. Sunuş da avukat Emel Ataktürk Sevimli'den. 

Kayıp Adalet'te Bir Devrin Anatomisi: Lice Davası (Levent Pişkin), Kadim Suların Fısıltısı (Murat Uyurkulak), 12 Eylül Davası: “Tarihî Olaylar Yargılanamaz” (Burcu Karakaş), Vartinis’le Bulalım Allah’tan Cezamızı (Karin Karakaşlı), “Bir Mendil Niye Kanar?” (Gökçer Tahincioğlu), Berkin Elvan’ın İki Dosyası ya da Kıyıcı Şiddetin Anatomisi (Ali Duran Topuz),  Devlet Dersinde Öldürülen Çocuklar  (Yıldırım Türker), JİTEM Devleti (Kemal Göktaş) yazıları yer alıyor.

Gökçer Tahincioğlu'nun "Bir Mendil Niye Kanar" çalışması Mehmet Akbulut (18), Halit Söğüt (78), Tarık Ataykaya(23), Mehmet Işıkçı (22), Abdullah Duran (9), Enes Ata (8), Emrah Fidan (17), İsmail Erkek (8), Mustafa Eryılmaz, İlyas Aktaş (Mimarlık öğrencisi), Ahmet Araç, Sıddık Öner, Fatih Tekin (3), Mahsum Mızrak'ın hikayesi...

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye'yi mahkum etti. Türkiye' dosyaları kapattı, polisleri beraat ettirdi. Ve....   Aynen yayımlıyoruz (İkinci Basım, sayfa 97-110).

* * *

29 Mart 2006... O gün ve sonrasında Diyarbakır’da yaşananlar başka bir memlekette yaşansa yıllarca konuşulacak bir tarih. Diyarbakır için ise olağan günlerden biri.

O “olağan” günlerde, çocuklar yaşama veda etti. Öldürülmelerinden sonra yaşananları akıllarının almayacağı yaşta, hayatı tanımadan, coğrafyayı, çocuklara, ölenlere nasıl bakıldığını daha tam bilemeden bitti hayadan.

Birer istatistik olarak kaldılar, ansiklopedik veri. Babalarının, kardeşlerinin, teyzelerinin, annelerinin ne yaşadığı, yaşamlarını nasıl bir yoklukla ve eksik sürdürdükleri zaten konu edilmedi. Edilmesi de beklenmezdi. Birileri “görevini yapmıştı.” Çocukları düşünecek vakit yoktu, esas olan görevlerini yapanları korumaktı. Öyle oldu... Olup bitenler, bu hakikatin hikâyesidir...

24 Mart’ta, Diyarbakırlı 4 aile, çatışmada öldürülen yakınlarının cenazelerini alabilmek için Malatya’da morgun önünde bekliyordu. Bekleyiş günlerce sürdü. 28 Mart’ta cenazeleri teslim alıp geldiklerinde ise Diyarbakır girişinde, aileleri yüzlerce kişilik konvoy karşıladı. Cenazeler defnedildiğindeki hava, olacakların habercisi gibiydi.

Güvenlik güçleri öfkeliydi. Kalabalık öfkelendirmişti devleti.

Ancak kalabalığın içinde de öfkeli gençler vardı. Çatışmalar içinde büyüyen çocuklar, en büyük kalabalıkları hep cenazelerde görmek zorunda kalmış genç insanlar. Bağlar, Mardinkapı ve Melikahmet’te başlayan olaylar, kentin neredeyse tamamına yayıldı.

Kalabalığın iddiasına göre polisin attığı gazla, polisin iddiasına göre kalabalığın attığı taşla başlayan olaylar, bir çatışma alanına çevirdi kenti. Olağan çatışmalara herkes alışıktı. Ama o sınırın aşıldığı anlaşıldı­ğında da artık çok geçti. Cenazeden dönen gruptan iki kişi yaşamını yitirdi çıkan olaylarda. Kent ancak akşam saatlerinde sakinleşti.

Ancak bitmemişti. Bu kez ölen iki kişinin öfkesi vardı kentte. Ve güvenlik güçlerinin bitmek bilmeyen öfkesi. Çatışmalar sabah saatlerinde başladı. Dükkânlar kepenk kapatmıştı, kalabalık da güvenlik güçleri de daha hazırlıklıydı.

Dicle Üniversitesi Kampüsü’ne kadar sıçrayan olaylar, so­kak sokak, cadde cadde çatışmalara dönüştü. Küçük çocuklar, kadınlar, polisler, askerler, yaşlılar, gençler, büyük bir toz bulutunun içinde kalmıştı. Özel harekât ve çevik kuvvet timleri, kendilerine taş attığım iddia ettikleri çocukları okul çıkışlarında bile yakalıyordu. Binlerce kişi ise o çocuklar gözaltına alınınca taş atıyordu.

Nedense sakinleştirilmiyordu ortam. Nedense ağır silahlar çıkıyordu ortaya. Nedense panzerler, zırhlı araçlar, otomatik silahlar vardı meydanda.

29 Mart günü, 28 kişi ateşli silahlarla vuruldu. Darp edilerek komaya giren onlarca çocuk hastaneye kaldırıldı. Balkondan olayları izleyen çocuklar bile vuruldu. Artık kent meydanında tanklar geziniyor, devlet kuramlarına girilemiyor, kentte ülkenin kalanının habersiz olduğu darbe koşulları yaşanıyordu.

Tanklara, tehditlere rağmen, ölenlerin cenazeleri yapılıyordu ve hemen ardından mutlaka çatışmalar şiddetlenerek sürüyordu. 30 Mart 2006 günü cenazeler sonrası kalabalığın içine giren polis otomobili ve karşılığında karakola atılan taşlar yeniden ateşledi fitili. Ve yine çocuklar, savaşın çocuktan, gaz bombalarıyla, kurşunlarla vuruldu.

Kent sakinleştiğinde Nisan başlamıştı. Yine de yaralanmalar ve çatışmalar 3 Nisan’a kadar devam etti. Bilanço ağırdı. Mahsum Mızrakl'a birlikte toplam 14 kişi hayatını kaybetti. Artık hatırlanmayan isimleri şöyleydi: 

 Mehmet Akbulut: 18 yaşındaydı. Ateşli silahla vuruldu. Karaciğerinden yara aldı. Kurtarılamadı. Dosyası kapandı.

• Halit Söğüt: 78 yaşındaydı. Çalışamayacak kadar yaşlıydı. Kafasına aldığı sert cisim darbesiyle yaşamını yitirdi. Dosyası kapandı.

• Tank Ataykaya: 29 Mart günü gaz fişeği kafatasını yardı. Yanındaki arkadaştan, olaylara karışmadıklarını, güvenlik güçlerinin hedef gözeterek arkadaşlarını vurduğunu anlattı. Ataykaya 23 yaşındaydı. Dosyası kapandı.

• Mehmet Işıkçı: 29 Mart’ta darp sonucu yaşamını yitirdi. Kafatası travması sonucu öldüğü açıklandı. 22 yaşındaydı. Dosyası kapandı.

• Abdullah Duran: Daha 9 yaşındaydı. Evin balkonundan olayları izlerken, güvenlik güçlerinin açtığı ateşle yaşamını yitirdi. Yanındaki kuzeninin de ceketinden geçti kurşunlar. Abdullah o kadar şanslı değildi. Kalbinden ve akciğerlerinden vurulmuştu. Dosyası kapandı.

• Enes Ata: Daha 8 yaşındaydı. 30 Mart’ta vuruldu. Önlüğünü yeni çıkartmış, evden teyzesine gideceğini söyleyerek ayrılmıştı. Ancak teyzesine gidememişti. Ailesi saatlerce yerini aradı. Akrabaları babasını arayarak, televizyonda Enes’i birisinin kucağında gördüğünü söylenmişti. Babası acil serviste buldu küçük oğlunu. Kalbinden vurulmuştu. Öldü. Diyarbakır’a gömülmesine izin verilmediğinden, köyüne götürülerek defnedildi.

•  Emrah Fidan: 17 yaşındaydı. 29 Mart’ta vurularak beyin kanaması sonucu öldü. Dosyası kapandı.

• İsmail Erkek: Daha 8 yaşındaydı. Karakol civarında vurularak yaşama veda etti. Dosyası kapandı.

• Mustafa Eryılmaz: 29 Mart’ta silahla vurularak öldürüldü. Diyarbakır’a defnedilmesine izin verilmediğinden cenazesi Silvan’a götürüldü. Dosyası kapandı.

• İlyas Aktaş: olayları Halk İçin Devrimci Demokrasi gazetesi adına izleyen llyas Aktaş, Dicle Üniversitesi’nde Mimarlık 2. sınıf öğrencisiydi. Mezarlık yolu üzerinde olayları görüntülerken sol gözünden vuruldu. 7 Nisan günü beyin ölümü gerçekleşti.

• Ahmet Araç: Baş ve karın bölgesine aldığı kurşunlarla yaşamını yitirdi.

• Sıddık Öner: Kurşunlanması sonucu hayatını kaybetti.

 Fatih Tekin: 3 yaşındaydı. Oyun oynarken boğazına isabet eden kurşunla yaşama veda etti.

Tek dava açılamadı

Diyarbakır’da öldürülen 10 kişiden 8’i ile ilgili dosyalar hemen kapandı. Hiçbirinin ölümünden sorumlu olan kişiler bulunamadı. Balkonunda öldürülen çocuktan, teyzesine giderken yolda kalbine mermi isabet eden çocuğa kadar hiçbir çocuğun ölümüne yol açan kurşunun sahibi tespit edilemedi. Kurşunların sahipleri tespit edildiğinde ise hukukun silahı meşru müdafaa oldu.

Ailesinin yoğun uğraşları sonucu o gün ölen dokuzuncu kişinin Enes Ata, onuncu kişinin ise Mahsum Mızrak olduğu anlaşıldı. Mahsum Mızrak’ın cenazesi günlerce bulunamadı. Ailesi, nereye gitse, “Burada yok,” yanıtı alıyordu. Babası, en sonunda, “Morgda sahipsiz 30 yaşında bir ceset var,” denilmesi üzerine gittiği hastanede buldu çocuğunu. 2 yaşında su tankerinin altında kalan yaralı üç parmağı vardı Mahsum’un. Doktorlar, “Çocuğunuzun parmağında sıkıntı var mıydı?” diye sorduğunda, daha morga gitmeden anladı oğlunun öldüğünü. Daha 17’sine adım atmış oğlunu, “30 yaşında terörist” diye kayda almışlardı.

Mahsum’un cenazesi, Türkiye alışkındır bunlara, gece 02.00’de defnedildi. Babasının haber vermesiyle, avukat­lar hastaneye gelerek otopsiye katılmak istedi. Ancak polis izin vermiyordu. Uzun uğraşlardan sonra, savcı, otopsinin CD’sini ve raporu avukatlara vereceğine yönelik beyanda bulundu. Otopsi yapıldı.

Gaz fişeği cinayeti

Mahsum’un şakağından gaz fişeği girmişti. Kafatası parçalanmış, fişeğin şarapnel parçası büyüklüğündeki parçası kafasının içinde kalmıştı. O kadar büyük bir parçaydı ki kafa­tasından çıkan, üzerindeki seri numarası bile okunuyordu. Adli Tıp raporunda, kafatasından çıkan fişek parçasının seri numaralan kaydedildi.

Avukatlar, diğer ölenlerden farklı olarak Mahsum’un vurulduğu anda elinde gaz fişeğini sıkmaya müsait silahlar bulunan 3 özel harekâtçıyı tespit etti.

Savcılık, bu polislerin yargılanması için izin istedi. Ancak Diyarbakır Valiliği’nden izin çıkmadı. Bunun üzerine başvurulan idare mahkemesi, valiliğin kararını kaldırdı. 3 özel harekât polisi artık sanıktı. Duruşmalara gelmiyorlardı. Israrla, mahkeme getirilmelerini sağlamıyordu. Dava uzasın ve ortadan kaybolsun diye ne gerekiyorsa yapılıyordu.

Başta Avukat Banış Yavuz olmak üzere, avukatlar ısrarla davayı takip etti. En önemli delil, Mahsum’un beyninden çıkarılan 45x75mm’lik gaz bombası-fişeği parçasıydı. Sanıklara da bu gaz bombası sayesinde ulaşılmıştı.

Mahsum’un kafatasında tek parça olarak bulunan bombanın üzerindeki seri numarası duruyordu. Emniyete sorulduğunda, bu seri numaralı bombanın verildiği 3 polisin ismi bildirildi. Ancak emniyete göre, bu polislerden sadece birinde silah vardı. O silahın kimde olduğu ise bilinmiyordu.

Savcılık, daha ilk duruşmalarda, failin tespit edilemediğini, 3 polisin silahı ateşlediği konusunda şüphe bulunduğunu belirterek, beraat istedi. Ancak Avukat Yavuz, itiraz etti ve soruşturmanın genişletilmesini talep etti. Emniyetten, silahların celbi talebi kabul edilince, soruşturma da genişledi.

Daha önce 3 polis ve tek silah bildiren emniyet, mahkemenin karan üzerine, şaşırtıcı biçimde adliyeye 3 silah gönderdi. Artık, tek silahı kimin ateşlediği değil, 3 silahtan hangisinin ateşlendiğini bulmaya sıra gelmişti. Çünkü, hangi polisin hangi silahı kullandığı belliydi. Ateş eden tüfeği bulmak için kısa bir inceleme yeterliydi.

"Seri değil parti numarası, bulamazsınız"

Ama emniyet, yeniden taktik değiştirdi. Bu kez gönderdiği yazıda, daha önce 3 polisin isminin bulunmasını sağlayan seri numarasının, aslında seri numarası değil, yüzlerce fişekte bulunan parti numarası olduğunu, aynı partideki bütün fişeklerin bu numarayı taşıdığını, bu yüzden fişeğin çıktığı silahın bulunamayacağını bildirdi.

Adli Tıp da silahın saptanamayacağını söylüyordu. Mahkeme, avukatların talebi üzerine Van Jandarma’ya yazı gönderdi. Jandarma, fişeğin ve silahların gönderilmesi halinde, kolayca failin bulunabileceğini bildirdi. Çünkü jandarmaya göre, fişek parçası ve silahlar eldeyse, hangisinin fişeği ateşlediğini bulmak en kolay aşamaydı. Silahlar ve adli emanetteki fişek Van’a gitti.

Adli tıptan kaybolan delil

Gelen yanıt şoke ediciydi. Yanıtta, gönderilen fişeğin, av tüfeği ile uyumlu olduğu, söz konusu silahlarda kullanılama­yacağı belirtiliyordu. Oysa ki önceki tutanaklarda adli emanetteki delilin gaz fişeği olduğu açıkça belliydi.

Delil değiştirilmişti. Gaz bombası-fişeği yerine, eldeki silahlardan ateşlenemeyecek av fişeği konulmuştu. Otopsi raporlarındaki parti numarası elde olmasa, 3 polis, av fişeğinin delil sayılması ile kolayca beraat edebilirdi.

Ancak elde, Mahsum’un kafatasından çıkan parçanın taşıdığı seri numarası ve parçanın ayrıntılı tarifi vardı. Değiştirilen kanıt, kanıtın değiştirildiğini açıkça ortaya koymuştu.

Nafile suç duyurusu

Mahkeme, failin bulunacağı aşamada delilin değiştirildiği­ni tutanak altına alarak suç duyurusunda bulundu. Delili değiştirenler hakkında soruşturma açılmasını istedi. Yaşananlara rağmen, sanık polislerin delil karartılması ihtimaline karşı tutuklanması talebini ise yine reddetti. Yüzlerce kişi delil karartma ihtimali nedeniyle tutukluyken, delillerin değiştirildiği bir davada tutuklama olmadı.

Diyarbakır Başsavcılığı, bu olayla ilgili yeni bir soruşturma başlattı. Ancak bu soruşturmada nedensiz biçimde “gizlilik” karan konulması, Mızrak ailesinin ve avukatları Barış Yavuz’un dosyayla ilgili bilgi alamamasına yol açtı. Üstelik, geçen 2 yılda bu soruşturmada tek bir adım atılmadı.

Yavuz, bunun üzerine olayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürme karan aldı. Yavuz, delillerin karartılmasına ve de­ğiştirilmesine rağmen nasıl olup da sanıkların tutuklanmadığını şöyle anlattı AlHM’ye:

  ....Yaşamlarını yitiren 4 örgüt üyesi cenazelerinin Diyarbakır’a defnedilmek üzere 28.3.2006 günü sabah saat 7.00 sıralarında  getirilmesiyle başlayan olaylar, 5 gün boyunca devam etmiş ve çevre illere yayılmıştır. Bu olaylarda toplam 554 kişi gözaltına   alınmış ve sistematik olarak işkenceye tabi tutulmuştur.

Gözaltına alınanlardan 376 kişi çıkarıldıkları mahkemelerce tutuklanmışlardır. Diyarbakır’da meydana gelen olaylarla ilgili olarak  Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Çocuklarını sokaklara dökenler veya çocuklarının terör örgüden tarafından kullanılmasına   fırsat verenler, yarın ağlamanız boş yere olacaktır.

 Güvenlik güçlerimiz çocuk da olsa, kadın da olsa kim olursa olsun terörün maşası haline gelmişse gerekli müdahale ne ise onu   yapacaktır. Bunun böyle bilinmesini istiyorum,” demiştir. Başbakan’ın bu açıklama­sının öncesinde 1-2 can kaybı yaşanmışken,   bu  açıklamayı müteakiben 5 gün boyunca süren olaylarda toplam 13 vatandaş (3’ü Diyarbakır dışında) yaşamını yitirmiş, 300   kişi  ise yaralanarak hastanelerde tedavi altına alınmıştır.

Duruşma salonunu dolduran polisler

Yavuz, Mızrak’ın ölümüne neden olduğu iddia edilen polislerin neden bir türlü tutuklanmadıklarının anlaşılamadığını ise şöyle anlattı:

30.3.2006 tarihli ölü muayene ve otopsi tutanağına göre, Mızrak’ın kafasından beyin çıkarılmış, sağ lop tabanında beyinciğe doğru uzanan üzerinde 40 MM X 46 rp 707 - CS 7,0 LOT DFPF 01/ 97 yazan 7,5 x 4 cm ebadında bir kısmı metal, bir kısmı mavi renkte gaz fişeği çıkarılmış, beyin ve beyincikte harabiyet ve kanama görülmüştür.

Tutanağın sonuç kısmında ise, kişinin ölümünün ateşli silah mermisi (Gaz Fişeği) yaralanmasına bağlı beyin harabiyeti ve kanaması sonucu meydana geldiği belirtilmiştir...

Sonrasında açılan davanın ilk duruşmasında mahkeme salonunun seyirci bölümünün neredeyse tamamının silahlı ve resmî üniformalı polisler tarafından oluşturulmuş olması dikkatleri çekmiş ve bu durum başvurucular vekilleri tarafından duruşma tutanaklarına yansıtılmıştır.

Mahkeme sanıkların tutuklanmaları yönündeki talebi reddetmiştir. Müteakip celselerde katılanlar vekillerince talep edilen sanıkların tutuklanma talepleri mahkemece devamlı olarak reddedilmiştir. İlk duruşmada sanıklar tarafından duruşmadan vareste tutulma talebinde bulunulmuş, bu talep mahkemece kabul edilmemiştir.

Ancak sanıklar bir dahaki celselere hiçbir zaman gelmemişlerdir. Sanıkların mahkeme kararma uymamalarına rağmen sanıklar hakkında hiçbir tedbir işlemi uygulanmamıştır. Kanıtların kaybolması üzerine açılan soruşturmaya konulan gizlilik kararına yapılan itiraz da mahkeme tarafından reddedilmiştir.

Enes Ata dosyası: Tuz koktuğunda...

Aslında Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi’nin gaz fişeğinin kullanımı konusunda standartları açıktı. Bırakın kanıtların kaybolmasını, gaz fişeğini kasıtlı olarak öldürücü biçimde kullandıkları anda sanıkların ceza alması gerekiyordu.

Ancak elbette öyle olmadı. Danıştay, hem Mahsum Mızrak’m, hem Enes Ata’nın ailelerine tazminat ödenmesini bile reddediyordu.

Tam o günlerde, Mahsum Mızrak’ı öldüren silahla ilgili en önemli kanıtın adli tıptan çalındığı dönemde, Mızrak’la aynı günlerde öldürülen bir başka çocuğun yakınlarının adalet mücadelesinde önemli bir eşik aşıldı. Ancak o eşiklerin asla bitmeyeceği de görülecekti.

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, Enes Ata ile ilgili iddianamede, 3 polisin, gaz silahının öldürücü olduğunu ve nasıl kullanmaları gerektiğini bildikleri halde ölüme neden olabilecek şekilde kullandıkları ve kasıt olmadan ölüme yol açtıklarını anlattı. Şaşırtıcıydı. Olağan koşullarda cinayet suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almaları gereken polislerin "olası kast” suçundan müebbet hapisle cezalandırılmaları isteniyordu

İlkokul 1. sınıf öğrencisi

Gaz fişeğinin kullanımım şöyle anlatıyordu savcılık:

18 yaşından küçük olan maktulün Diyarbakır Vakıf İlköğretim Okulu 1. sınıf öğrencisiyken dışarıda bulunduğu sırada güvenlik güçlerinin ateşli silah kullanması sonucu yaşamını yitirdiği, maktulün otopsisinden gaz fişeğinin elde edildiği, ölüm sebebinin  gaz fişeği yaralanması olduğunun anlaşıldığı, bu tip silah ve gaz fişeğinin şüpheliler tarafından kullanıldığı ancak ölüme neden olan fişeğin kim tarafından atıldığının tespit edilemediği, şüphelilerin toplumsal olayları bastırmak üzere kolluk görevlisi olarak görev yaptıkları, olayda kullandıkları gaz fişeği atar silahların öldürücü özelliğe sahip olduğunu ve nasıl kullanacaklarını bildikleri halde öldürme kastı olmadan, silah kullanma koşullarına aykırı olarak maktulün ölümüne neden oldukları yukarıdaki delillerden anlaşılmaktadır.

 Aynı olayla yine yaşı küçük olan Mahsum Mızrak’ın ölümüyle ilgili olarak şüpheliler hakkında Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldığı, aralarında fiili irtibat bulunduğundan davaların birleştirilmesi ve şüphelilerin cezalandırılması kamu adına talep olunur.

Ata ile ilgili kanıtlar da çalınmış

Alışılmadık iddianamenin sanıkları tanıdıktı. Mızrak’ı öldürdükleri iddia edilen polisler, Ata davasında da sanıktı. Davalar birleştirildi ama polisler yine tutuklanmadı. Hem bu dava hem kanıtın çalınması soruşturması sürüyordu ki Enes Ata dosyasının en önemli kanıtlarının da çalındığı ortaya" çıktı.

Sürprize yer bırakmıyordu kanıtlan çalanlar. Hiç göremediği annesinin yerine anne bildiği teyzesine doğru yürürken öldürülen henüz 8 yaşında bir çocuğun hesabının sorulmasına bile tahammül edemediler.

Göz göre göre zamanaşımı

Delillerin çalınması soruşturması yıllarca sürdü. Diyarbakır Başsavcılığı, sonunda aldı dosyaları önüne, araştırdı, soruşturdu.

Enes Ata için şu sonuca ulaştı:

 Enes Ata’dan çıkartılan gaz fişeğinin Mahsum Mızrak’ın otopsisi sırasında fotoğrafı çekilen gaz fişeğiyle benzer özelliklere sahip olduğu, sehven yanlış emanete alınmış olabileceği, fişeğin kayıp olmadığı, adli emanetin 2009/2221 sırasına kayıtlı olduğu...

Savcılığa göre Ata’nın bedeninden çıkan, yıllardır aranan gaz fişeği aslında kayıp değildi.

Aslında bu tespite de gerek yoktu, zira Enes Ata’yla ilgili bu dosyada, 3 ay önce zaten zamanaşımı karan verilmişti.

Mahsum Mızrak’ta da sonuç değişmedi:

 Mızrak’ın vücudundan çıkartılan gaz fişeğinin taşınma tadilat sırasında emanet poşetinin yırtılması sonucu kaybolmuş  olabileceğine yönelik tutanak tutulduğu, emanet poşetinin de bulunması dikkate alındığında gaz fişeğinin kasten değiştirildiğine veya alındığında ilişkin herhangi bir delil bulunmadığı...

 Bulunan emanet poşetinin altının elbette yırtık olduğu görüldü.

Savcılık, bu durumda fişeğin çalınmış olamayacağına kanaat getirdiğinden bu suçtan işlem yapmadı.

Suçun sadece emanet memurlarının görevi kötüye kullanması olabileceğine işaret etti.

Savcılığa göre de bu suçla ilgili 8 yıllık zamanaşımı süresi dolmuştu, dosya kapatıldı.

Avukat Barış Yavuz, itiraz dilekçesinde, fişeğin 2011’de kaybolduğuna, buna göre 8 yıllık zamanaşımı süresinin dolamayacağına işaret etti. Ölümlerle ilgili davada sanık 3 polisin ve emanet memurlarının ifadesinin bile alınmadığını, ifade alınsaydı zamanaşımı kesileceğinden soruşturmanın yürütülebileceğini anlattı. Ama sonuç değişmedi. Dosya kapatıldı.

Nafile AİHM mahkûmiyeti

Bütün bunlar yaşanırken, AİHM, iki dosyada da Türkiye’yi yaşam hakkını ihlalden tazminata mahkûm etti. Tazminatı devlet ödedi, kimseye rücu etmedi. Devlet, parasını öder, dosyayı kapatırdı. Mesele değildi.

Savcı, AİHM’ye rağmen, üç polisin de beraatını istedi hemen peşi sıra...

Tam o günlerde, sadece gaz fişeklerinin kaybolmadığı anlaşıldı. Telsiz konuşmaları imha edilmişti. Enes Ata’nın kıyafetleri, mahkeme kararı olmaksızın imha edilmişti. Hata denilerek geçilmişti. Kanıtlar, bir bir yok edilmişti.

Mahkeme yanıltmadı. Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi, bütün yaşananlara rağmen polisler hakkında beraat kararı verdi.

İstinaf mahkemesi, bu kararı bozdu. Ancak esastan değil, usul yönünden, İstinaf Mahkemesi, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın suçun zarar gören tarafı olduğu, duruşmalardan haberdar edilmediği, katılanlar için CMK'nin öngördüğü haklardan yararlanmadan hükmün kurulmasını ve suçtan zarar gören konumunda bulunan Mızrak'ın kardeşleri Ciğergun, Derya ve Deniz Mızrak'ın dava ve duruşmalardan haberdar edilmediklerini gerekçeli kararını, kendilerine usulüne uygun tebliğ edilmemesini hukuka aykırı görerek bu bozma kararını verdi.

 Dosya yeniden yerel mahkemeye geldi. Bu eksiklikler dert değildi mahkeme için. Kısa sürede usul eksikliklerini tamamladı, polisler hakkında ikinci kez beraat kararı verdi. Bu karar verildiğinde cinayetlerin üzerinden tam 14 yıl geçmişti.

Mahkemenin beraat gerekçesi de aslında olanı biteni anlatıyordu. Mahkeme, sanık polisler Hayrettin Akar, Bilal Özkara ve Nuri Özgenç için "yeterli delil elde edilemediği" gerekçesiyle beraat kararı vermişti. Delillerin nasıl elde edilemediğini ise anlatmıştık.

      Şöyle diyordu mahkeme:

Söz konusu gaz fişeklerin bulunamaması, adli emanetten kaybolması sebebiyle, suç konusu delillerin atıldığı silah ya da silahların tespit edilememesi, sanıkların tüm aşamalarda tutarlı ve ısrarlı bir bir biçimde suçlamaları inkar etmelerini, ölümlere neden olan kapsüllerin sanıkların silahlarından ateşlendiğine dair tanık beyanı, kamera görüntüsü, uzmanlık raporu gibi somut, maddi deliller elde edilememe mevcut delillerden sınıkların beyanına itibar edilmiştir.

Mevcut şüphe sanıklar lehine değerlendirilerek, musnet suçun sanıklar tarafından işlendiği sabit olmadığından müsnet suçtan ayrı ayrı beraatı ne karar vermek gerekmiştir

Şimdi dosya yeniden istinaf mahkemesine gidecek Bu kez esastan inceleyecek mahkeme dosyayı.

Diyarbakır'da güpegündüz, iki çocuğun başından gaz fişeği ile vurulmasına, o gün o silahı kullananlar bilinmesine, ceza almasınlar diye yargının kutsalı olan adli emanetten kanıtların çalınmasına rağmen tam 14 yıldır adalet peşinde koşuyor aileler.

 Benzer biçimde, İstanbul'da Gezi isyanı sırasında gaz fişeği ile vurularak öldürülen Berkin Elvan'ın sapanla taş atıp atmadığını, ekmek almaya fırına gidip gitmediğini sıkılmadan tartışanlar, aslında neyin ne olduğunu gayet İyi biliyor elbette.

Sadece şunu anlamıyorlar ısrarla...

Kestirmeden gidip. Edip Cansever'in sorusuyla bitirmek gerekiyor belki de...

Bir mendil niye kanar,

Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar...

 

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.