Barış, Çatışma ve Kürt Meselesi: Güncel Perspektif
Barış, savaşsızlık değildir yalnızca; adaletle, özgürlükle, eşitlikle ve demokratik yaşamla anlam bulur. Toplumların güven içinde ve birbirine saygı temelinde ortaklaşmasıyla ortaya çıkar gerçek barış. Peki, bu barışı rafa kaldıran, çatışmayı yeniden üreten etmenler neler?
Devletlerin emperyal eğilimleri, hiç bitmeyen sömürü arzusu çatışmayı besler. Halkların bir arada yaşadığı ya da ayrılık içinde bulunduğu coğrafyalarda gerilimler böyle doğar. Devlet, kurduğu sistemle öteki halkları inkâr eder; yok sayma politikaları geliştirir, inkarı kurumsallaştırır ve şiddeti devreye koyar. Karşı şiddet de bu toplumsal koşulların içinden çıkar; bu koşulları kurumlaştıran düzenle doğrudan bağlantılıdır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, İngiliz etkisinin ve dönemin bölgesel güç dengelerinin izlerini taşır. Ortadoğu'da kurulan Arap devletlerinin neredeyse tamamı tek etnisite üzerine inşa edilir; egemen güçler, bölgede Persleri, Türkleri ve Arapları kendi çıkarlarına göre konumlandırır. Kürdistan coğrafyası ise sömürgeler arasında parçalanmış bir halk olarak bırakılır; ilhak politikalarının hedefi hâline getirilir ve proje olarak uluslararası zemine taşınır.
Filistin de benzer bir süreçten geçer; 1917'de Osmanlı toprağıyken Balfour Deklarasyonu'yla bir Yahudi devletinin temelleri atılır. Filistin ve Yahudiler için ortak bir devlet değil, etnik temelli bir devlet kurgulanır; bölgeye etnik çatışma üzerinden hâkim olma projesi doğar. Arap tepkilerinden çekindikleri için İsrail devleti ancak 1948'de kurulabilir. Ardından savaş, çatışma ve katliamlar durmaz.
Türkiye Cumhuriyeti kurumlaştıkça Kürtler üzerindeki hâkimiyetini genişletir; fakat bu, Kürt sorununun çözüldüğü anlamına gelmez. Sorun yalnızca ötelenmiş, üstü örtülmüştür. Bugün de aynı durum sürmektedir. Türkiye gerçekten çözüm istiyorsa, Rojava ve Güney Kürdistan üzerinde oynadığı politikalardan vazgeçmeli; Irak ve Suriye Arap çevrelerini Kürtlere karşı kışkırtmayı, çeteleri örgütleyip Kürtlerin üzerine sürmeyi bırakmalıdır. Rojhılat Kürdistan konusunda İran ile yapılan anlaşmalar da terk edilmelidir. Kuzey'de ise iki eşit toplum gerçeği kabul edilmeli; Kürtlerin sosyal ve siyasal hakları demokratik temelde anayasal güvenceye alınmalıdır. Yapısal bir dönüşüm kaçınılmazdır.
Kant'ın sözleri bugün daha anlamlıdır:
"Ebedi barış, ancak hukuka dayalı uluslararası bir düzenle mümkündür."
Yine Kant'ın belirttiği üzere:
"Cumhuriyetçi yönetim, uluslararası hukuk ve özgür bireyler barışın temelidir."
Kürt halkına yönelik inkâr meşruiyetini yitirmiştir artık. Hegemonik güçler Kürtleri tanırken, Türkiye bağımsız bir Kürdistan ihtimalini tehlike sayar. Çünkü yaklaşım şudur: "Kürtler var, kabul ediyorum; ama Kürdistan'ın en büyük ve en zengin parçası bende. Bu bölgeyi kaybetmek istemem. Her Kürt oluşumu benim için tehlikelidir."
İç siyasette yıllardır siyasal İslam eliyle devlet kapısında bekletilen, iktidarın nimetlerinden faydalanmayı bekleyen yapılar vardır. Büyük rüşvet ve yolsuzluk havuzları kurulmuş, yargı ve yürütme tek elde toplanmıştır. Bilal Erdoğan'ın uluslararası petrol kaçakçılığı, Latin Amerika ile uyuşturucu trafiği ve kara para aklama süreçleriyle ilişkilendirilen yapılar bu zeminde şekillenir. Selefi güçler Katar sermayesiyle silahlandırılır; sahada etkinlik kazanma hesabı yapılır. CHP'ye yönelik operasyonlar, kayyum uygulamaları ve toplumsal çürüme bu iklimde derinleşir.
Tam da böyle bir ortamda barışın gündeme getirilmesi, "Bayram değil, seyran değil, enişte beni niye öptü?" sorusunu akla getirir. Spinoza'nın sözleri burada anlam kazanır:
"Barış, korkunun yokluğu değil; aklın hâkimiyetidir. İnsanlar ortak akıl ve yasalarla birleşirse gerçek barış sağlanır."
Türkiye, jeopolitik konumunu küresel dengelerde pazarlamaya çalışır; Hamas, Müslüman Kardeşler ve selefi yapılar üzerinden bölgede nüfuz kurar. İran nasıl Şia eksenini domine ediyorsa, Türkiye de selefi güçleri kendi politik hattı içinde etkilemeye yönelir. Katar finansmanı, silah ve saha desteğiyle bu stratejiyi güçlendirir. Böylece bölgesel denklemde yeniden bir yer edinmeye çalışır.
Kürt siyasi alanında ise derin bir tıkanma vardır; aşırı bir yozlaşma yaşanır. Bu yozlaşma engellenmez; çünkü mevcut siyaset, Kürt sorununu çözmekten çok sisteme nasıl entegre olunacağını hesaplar. Belediyeler, Kürdistan özgülünde halkın kendini yönetmeyi öğrendiği demokratik bir yönetim okulu olması gerekirken, kişisel iktidar hırslarıyla anlamından uzaklaştırılır. Bu durum, sömürgeci iktidarın işine yarar; Kürt ve Kürdistan gerçeği görünmez kılınır. Öcalan'ın bu tıkanmayı aşma çabası, hem siyasal hem toplumsal bir zorunluluktan doğar; demokratik siyaset için yeni bir perspektif arar.
Kürt aydınlarına düşen görev, bugün daha nettir: Durumu doğru görmek, polemiklerin içine sıkışmadan Kürt halkının 21. yüzyılda elde ettiği konumu değerlendirmek, dört parça Kürdistan'ın her birini kendi özgün koşullarıyla ele almak ve ortak bir birlik politikasını hedef hâline getirmek gerekir. Bağımsızlık, tanınma ve demokratik siyaset ekseninde nasıl bir yol izleneceği berraklaşmalıdır. Bu yaklaşım, hem tarihsel bir rol oynar hem de Kürt halkının geleceğini belirleyecek stratejik bir zemin oluşturur.


YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.