Osmanlılardan önce batı Anadolu’da devlet kuran MENTEŞEOĞULLARININ KÜRTLÜĞÜ (2)

Osmanlılardan önce batı Anadolu’da devlet kuran MENTEŞEOĞULLARININ KÜRTLÜĞÜ (2)

Murad Ali Ciwan

A+A-

(Birinci bölümden devam)

BİZANS KAYNAKLARINDA KÜRTLER

Ta 11. yüzyılın ikinci yarısından beri Roma topraklarına yönelik cihad ve fetihlerde, pek çok kale, şehir ve yörenin ele geçirilmesinde Kürtlerin varlığı hiç de şaşırtıcı değil. Bu süreçlerde, Bizans’ın o dönem tarihçileri ve vakanüvisleri bu Kürt beylerinin yaptıklarına değinirlerken onları Türk ya da Türkmen değil Persi/İrani beyler ve topluluklar olarak tanımlamışlar. Örneğin 13. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı döneme ilişkin olayları anlatan Bizans tarihçisi Georges Pachyméres, Nichephorus Gregoras ve Ephesus’un Johannes Kilisesi katiplerinden olan Paulus Aeginete, Menteşa Bey’in, Aydınoğulları’ndan Sasa Bey’in, Germiyani Alişiroğlu’nun dâhil olduğu olayları anlatırlarken Persler(İranlılar) kavramlarını kullanıyorlar. Paul Wittek’in Menteşa Beyliği adlı eserinde zaman zaman verdiği eski Grek tekstlerinden bu tarihçilerin ’ Pers’ sözcüğünü kullandıkları anlaşılıyor. Eski Rumcaları, 19. yüzyılda İngilizce ya da Fransızcaya çeviren batılılar da ‘Persler’ diye, onlardan da dürüstçe çeviren Osmanlı ya da Türk çevirmenler Pers/İraniler diye çevirmişler, dürüst davranmayanlar Türk/Türkmen diye sallayıp gitmişler.

Romalılar, doğrudan komşu oldukları, daha yakından tanıdıkları, tarih boyunca karşılıklı ilişkiler içinde oldukları doğu komşularını etnik kökenleriyle adlandırmayı önemsemişler; Pers, Türkmen, Tatar(Moğol) vs. diye ayırt etmişlerdir. Ancak o dönemin Haçlıları, Ceneviz ve Venedik tüccarları, Frenkleri, Selçuklu yönetici hanedanının Türkmen kökenden gelmiş olmasından hareketle, bu devlete bağlı bütün bey ve toplulukları Türk/Türkmen diye adlandırmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojiye bağlı tarihçileri de buradan hareketle bütün beyliklerin, hanedanların ve toplulukların Türkmen etnik kökene sahip oldukları gibi bir iddiaya sarılmışlar. Bu, elbette ki Anadolu’yu ve Türkiye’yi Türkleştirme siyasetinin bir parçası olarak böyle gelmiştir.

Tabi kendi eserlerinde Bizans tarihçilerinden alıntı alırken onların Persler dediklerini açık açık gösterip buna rağmen bu ayrıntıyı bir tarafa atan Avrupalı çağdaş tarihçi ve Türkologlar da var. Avusturyalı Paul Wittek de ne yazık ki bazen bu yola başvurmaktadır. Pachyméres’in açık açık ‘Persler’ dediğini yazdığı halde, ‘onu bir tarafa at, bunlar Türkmenlerdi’ demeye getirmektedir. Onun gibi meselelerde çok detaylı ve duyarlı davranan birinin bu konuda öyle savurgan davranması düşündürücüdür. Aynı anlayışla Emir Sevahil Hacı Bahaeddin’i Kürdi’yi bildiği, ‘Menteşa’ adını yazıp ’Menteşe’nin çok yeni bir kelime olduğunu belirttiği halde, Kürtlüklerini bir yana atarak, Türkmen’dirler demiş olması da ilginçtir.

Bir noktayı belirtmekte yarar var. ‘Türkmen’, Oğuzlar kendi topraklarından kovulup batıya; İran, Azerbaycan, Kürdistan, Acem ve Arap Irakı’na geldiklerinde, müslümanlaşan Oğuzlara dendiği[1] halde, orta ve batı Anadolu’daki Roma topraklarının fethedilip İslamlaştırıldığı dönemlerde, yani yaklaşık yüz- yüz elli yıl sonra farklı bir anlama da bürünmüş ve göçebe aşiret anlamı, tanımda daha ön plana çıkmıştır. Göçebe nüfusları açısından batı Anadolu’da kendilerine Türkmen denenlerin, tümü değil, çoğunluğu Türk’tü. Azınlıktaki etnik olarak Türk olmayan göçebe topluluklara da Türkmen deniyordu.[2]

Ebü’l Fida (ölümü 1331) kendi coğrafya kitabında 13. yüzyılın başında (1204’ten itibaren) artık Müslümanlarca fethedilmiş olan Sinop’un batı noktasından, Kastamonu, Kütahya ve Denizli (Ladik, Laodikea)’yı içine alan, Akdeniz’de Mekri(Fethiye)’ye kadar uzanan topraklardaki Müslüman nüfus yapısına ilişkin, İbn Said adında Arap bir yazarın aydınlatıcı kayıtlarını iletiyor.[3] Ebü’l Fida’ya göre, İbn Said şöyle bir kayıt düşüyor bu yörenin Müslüman nüfusu için: ‘’Halkının çoğunluğunun Türk neslinden olanların oluşturduğu Türkmenler, Selçuklular zamanında Rum beldelerini fethettiler. Haraita’ya (Xeraite’ye)[4] mensup sahil yerleşimcilerine baskın yaparak çocuklarını kaçırıp Müslümanlara satmayı adet edindiler. Onlarda bütün ülkelere yollanan Türkmen halıları var. Kıyıda adı Mekri (bugünkü Fethiye) olan, seyyahlarca oldukça tanınan bir körfez var. Oradan İskenderiye’ye ve başka yerlere kereste yollanır. Bu körfeze büyük ve derin bir nehir dökülür. Battal nehri diye tanınmış olduğu söylenir.[5] Bu adın (Battal) Emeviler döneminde Rum’a pek çok gazalar yaptığı anlatılır. Nehrin üzerinde sürülür-çekilir bir köprü var, barış zamanlarında indirilir, savaş zamanlarında kaldırılır. Bu, Müslümanlarla Hristiyanlar arasında sınırdır. Antalya’nın kuzeyinde Tağurla (Denizli) dağı vardır. Burada ve havalisinde Türkmenlerin 200 000 kadar çadırı olduğu söylenir. Uc diye adlandırılanlar bunlardır.’’[6]

Görüldüğü gibi İslam yazarları 13. yüzyılın ilk yarısında Türkmenleri buranın Müslüman nüfusunun bir kısmı saymışlar ve tümü değil, çoğunluğu Türk kökenden gelen göçebeleri kastetmişlerdir. Öyleyse o dönemde Türkmen denen göçebeler arasında Türk olmayan, başka etnik kökenlerden gelen Müslüman topluluklar da vardı.

Bizans tarihçisi Georges Pachyméres, 13. yüzyılın sonlarında yaşayan ve bahsimize konu olan batı ve orta Anadolu’daki Müslüman-Roma savaşlarını, olay ve ilişkilerini anlatan bir tarihçidir.

Birinci Haçlı seferi sonucunda Haçlılar 1204 yılında Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun başkenti Konstantin’i ele geçirerek Latin İmparatorluğu’nu kurdular. Bizanslılar, gerileyerek başkentlerini İznik yaptılar, toprakları da küçük Bizans devletlerine bölündü. Bu durum, yarım asırdan fazla sürdü. 1261 yılında Bizanslılar Latinleri yenerek Konstantin’i kurtardılar ve başkentlerini tekrar bu şehre taşıdılar.

Georges Pachyméres adlı Bizans tarihçisi de İznik’ten Konstantin’e(İstanbul’a) taşındı. Zamanla İmparatorluk içinde önemli yerlere geldi. Patriklik mahkemesinde görev yaptı, imparatorluk ailesine ve yüksek devlet bürokrasisine oldukça yakın oldu. Yazdığı Relations Historikes adlı eseriyle 13. yüzyıl tarihçileri arasında yer aldı. Bu eserde 1255-1308 olaylarına değinir. Anlatılanlar bizzat onun yaşadığı dönemlerde meydana gelmiştir. Büyük bir özenle yazmış, ciddiyeti, verdiği bilgilerin değerini arttırmıştır.

Pachyméres, Müslümanlarla Romalılar arasındaki ilişkileri ele alırken güneybatı Anadolu’da, bugünkü Akdeniz ve Ege kıyılarındaki yörelerde Menteşa ve Germiyanoğullarına da değinmekte ve onları Türk olarak değil, Pers olarak tanıtmaktadır.

Bu sözcüklerin üzerinde de biraz durmak lazım. Daha İslamiyet’ten önce Pers-Grek ve Pers-Roma ilişkileri yoğundu. Persi topluluklar Roma İmparatorluğu’nun doğu komşularıydı. Savaşlarda bazen Romalılar ta Ermenistan ve Azerbaycan’a kadar ilerliyor, bazen da Persler ilerleyip orta Anadolu’ya, Kapadokya ve Kilikya’ya kadar olan yerleri ele geçiriyorlardı. İslamiyet’ten kısa bir süre önce Sasaniler ta Yeşil  Irmak’a kadar olan toprakları ele geçirmişler ve bu nehri Romalılarla kendi aralarında sınır edinmişlerdi. Aslında bu açıdan değerlendirdiğimizde, batı ve orta Anadolu’daki Pers ve doğal olarak Kürt varlığı daha İslamiyet’ten öncesine dek götürülebilir. Bu dönem, bizim konumuz değil, ayrıca mesele daha derin ve detaylı araştırma ve incelemelerle ele alınmalıdır.

Ama en azından Romalıların Avrupalılara (Frenk, Venedikliler, Cenevizliler vs. ) nazaran kendi doğu komşularını etnik kökenleri, tarihleri ve yönetimleriyle daha yakından tanıdıkları, bunların Türk, Pers, Arap, Ermeni, Süryani vs. özelliklerini daha açık gördükleri ve o dönemdeki en baştaki egemen yöneticilerle yetinmeyip alt düzeydeki farklılıkları da sundukları söylenebilir. Latinler gibi toptancı davranarak tümüne Türk/Türkmen dememişler, örneğin bahsettiğimiz alanlardaki mücadelelerde Türk olmayan unsurların Pers kökenlerini belirtmişlerdir. Kürtler de bilindiği gibi İranilerin/Perslerin bir parçası olarak kabul edilirler.

Bizanslılar 1261’de Konstantin’i kurtarınca politikalarının ağırlık merkezi Balkanlara yöneldi. Doğal olarak Latinler onları çok korkutmuşlardı ve büyük bir tehlike olarak batıda, Trakya’da, yakınlarında duruyorlardı. Batıya yönelme politikasına bağlı olarak doğu sınırından, yani Müslümanların gelmiş oldukları orta ve Batı Anadolu’dan asker çekilerek Balkanlara gönderildi. Bu, birden bire İmparatorluğun doğu topraklarındaki Hristiyan halkı Müslüman akınlarına karşı korumasız bıraktı, üstelik vergiler de arttırılınca halk arasında hem büyük bir öfke patlaması, hem de korku ve panik başladı.

Aynı şey biraz önce Ebü’l Fida’dan aktardığımız olayların yaşandığı bölgelerde de oldu ki bu bölgenin sahil kesimlerinde Menteşalılar, onun kuzeyinde Denizli ve Kütahya’da Germiyanlar vardı. Ve bunlar beraberce ta Menderes ovasına kadar uzanıyorlardı.

Sınır bölgelerinde, Roma askeri çekilince yeni alanlar Müslümanların eline geçti. Pachyméres, sınır bölgesi Bizans halkının, kendi yerlerini terk ederek Perslerin tarafına geçtiğini, onlarla işbirliği yaptıklarını, kılavuzluk ettiklerini belirtir ve ‘’ düşmanlar (Müslümanlar; Menteşalılar ve Germiyanlar MC) şimdiye kadar yağma akınlarıyla yetiniyorlardı, şimdi yerli ahalinin [Bizanslıların] bu ilgilerini kesmeleri sayesinde Bizans topraklarına ayaklarını sağlam bastılar’’ der.[7] Eserinde Türkmenleri de sık sık anan Pachyméres buraları Türkmen toprağı değil, Pers toprağı olarak adlandırır. Bunun elbette ki bir anlamı vardır. Çünkü burayı ele geçiren Müslümanlar Türk/Türkmen değil, Persiya/İran’dan (Açıktır ki Kürdistan bölgesinden) gelmiş olan topluluklardı.

Georges Pachyméres’e göre İmparator VIII. Michael 1269 (kaynakta yanlışlıkla 1296 yazılmıştır) yılında kardeşi Johannes’in komutasında bir ordu göndererek 1261 yılından sonra Müslümanların eline geçen Karia bölgesini geri alabilmek için Perslerle bir anlaşma yapmayı denemişti.[8] İmparator’un kendisi siyasi başarılarını abarttığı otobiyografisinde şöyle diyor: Persler aşağı yukarı Karia ve Frigya’yı kat eden Menderes kaynakları civarında ve daha başka yerlerde görünmüşlerdi. Biz bunları yok etmedik, fakat tabi kıldık.[9]

Paul Wittek, Pachyméres’e dayanarak İmparator Michael VIII, 1278’de tekrar, bu sefer oğlu Andronikos’un komutasında Anadolu’ya bir ordu göndermeye nihayet karar verdiği zaman artık iş işten geçmişti demekte ve ondan şu alıntıyı yapmaktadır: ‘’Menderes havalisi, Karia ve Antiochia’nın çoktan sonu gelmişti. Kaystros mıntıkası ve Priene, Milet, Magedon düşman tarafından alınmıştı. Tralles (bugünkü Aydın) gerçi yeni tahkim ve iskân edilmişti, fakat iş yeni bitmişti ki, 1282’de Persler kendi dillerinde cesur manasına gelen Salpakis (Salpaxis, kaynakta yanlışlıkla ‘Salkapis’ yazılmış) asıl adı Mentachias (Grekçe Mantaxias, Menteşa) kumandasında göründüler ve şehri muhasara ettiler. Korkunç açlığa, bilhassa susuzluğa rağmen Tralles, nihayet tamamen takatten düşüp muahede ile teslim olmak isteyinceye kadar dayandı, vereni de Persliler (Wittek’te burası Türkler diye çevirilmiş, ancak ardından birkaç sayfa sonra (s. 38) tekrar Pachyméres’in Salpakis’e bir persli dediği anlatılmatadır) kabul etmediler. Muhasaradakiler, bunun üzerine galiplere geride ancak bir harabe bırakmak üzere şehirlerinin duvarlarını kendileri yıktılar, bu sebeple de bunlar tarafından insafsızca kırıldılar. Türkler ( doğrusu Persliler olması gerekir) bunun komşusu Nysa(Sultanhisar)’ı aynı şekilde ele geçirdiler. Menderes vadisi böylece elden giderken Andronikos, Nymphaion (Nif)’de bir şey yapmadan durup duruyordu ’’[10]

1296’da İmparator’un baş generali Phlanthrop Alexios Bizans hükümdarlığını Karia’da yeniden tesis etmeyi bir kez daha denediği sırada Persli Salpakis (Σαλπαχι Πέρσου, burada yanlışlıkla Σαλαμπαχι Πέρσου –Persli Salampakis diye yazılmış-) [Mantaxias] çoktan ölmüştü. Onun dul karısı, yani hareminin ilk kadını, hazinelerini alarak kuşkusuz Latmos Körfezi’nde aranması gereken Melanudion yakınında bir kaleye çıkmıştı. Alexios ona evlenme teklif ederek kaleyi ele geçirmeyi umdu. Kadın ret edince kaleyi zorla aldı.[11]

Persli Mantaxias kumandanı Sasa deyimine başka bir Bizans tarihçisi olan Nichephorus Gregoras’ta da rastlanır. Sasa’nın Menderes’ten Ephesus’a kadar sahil bölgesine egemen olduğunu belirtir. Ephesus’u zapteden Persli diye not düşmektedir.[12]

Pachyméres de daha evvel Tire’de (Aydın) olduğu gibi Ephesus’un açlıkla sıkıştırılarak teslim alındığını yazıyor: Ephesus’un teslimi her ne kadar anlaşmayla olduysa da Johannes Kilisesi yağma edildi, pek çok insan korkudan eninde sonunda fetihçilerin yarattıkları tehlikelere duçar olacaklar diye Tire’ye göçtüler, diğer birçoğu kırıldı.

Olay, korkudan Ephesus’tan Girit’e kaçmış olan Ephesus’un Johannes Kilisesi kâtiplerinden Paulus Aeginete’nın yazmaları arasındaki notlarda da doğrulanıyor. Kâtip, doğduğu yer olan Ephesus’un Sasa’nın kumandası altındaki Persliler tarafından 24 Ekim 1304’te zapt edilmiş olduğunu belirtiyor.[13]

Nickephorus Gregoras, şu bilgileri de veriyor: ‘’Roma ordularının bu mıntıkadan çekilmesinden sonra denize kadar olan bütün arazi Türk satraplıkları( yazarların Pers dedikleri bu bölgenin fetihçilerine çevirmenler gene Türk demişlerdir) hegemonyasına geçti. Türkler Clergé ile anlaştıktan sonra Asya’da bir zamanlar Roma hegemonyasına girmiş bulunan yerlere muhacirler yerleştirdiler. Karmanos Alisurios (Germiyanlı Alişir), iç Frigya’nın büyük bir kısmını ve Phladelphiya’ya (şimdiki Alaşehir) kadar olan araziyi, Menderes çayı civarında bulunan Antiokyahia havalisini işgal etti. Oradan İzmir’e kadar uzanan bölge ile İyonia’nın sahilden uzak kısımlarını Sarkhanes (Saruhan. Bunlar da ayrılıp bağımsızlıklarını ilan etmeden önce Germiyanların bir parçası idi MC) adı verilen bir diğeri aldı. Sasan (Menteşa’lı Sasa Bey) adlı biri Manisa çevresini, Priene’ye ve Ephesus’a kadar uzanarak oraları kendisine satraplık yaptı. Lydia’dan, Eolia’dan Hellespont Misiası’na kadar olan sahayı Kalames ve onun oğlunun oğlu Karase (Karesi, Karesioğulları) aldı. Olympos civarını ve bütün Bithynia’yı Atman (Osman) adında bir başkası elde etti. Sakarya nehrinden Paphlagonia’ya kadar Amurios’un (Umur Beyin) oğulları aralarında paylaştılar.[14]

Pachyméres, başka bir yerde de Roma’nın güneyde; Ege ve Ak Deniz’deki deniz güçlerini rasyonalize edip pek çok donanmayı dağıtmasının ilginç sonuçlarını anlatır. Bizanslıların, tersaneleri kapatmaları sonucunda, yığınlar halinde Hristiyan gemici işsiz kaldı, Menteşa yöneticileri bunlardan da istifade ederek bir donanma kurdu, bir yandan da denizde korsanlık faaliyetlerine başladılar.

Pachyméres, en azından bir bölümünü pers denizciler olarak sunar. O genel olarak Müslümanların deniz yoluyla adalara saldırılarından bahsederken onların bir ara Pers denizcilerini Kyklat adalarına gönderdiklerini ve bu korsanların saldırılarıyla o adaları insansızlaştırdıklarını belirtir:

Her gün, yalnız bir taraftan değil, her taraftan fena haberler duyuluyordu. Yalnız karada değil, denizde de korsanlık ederek önce Tenedos adasını hücumla aldılar. Orada birçok işkenceler yapıp yine geri döndüler. O vakit başkaları da kâh korkutarak, kâh razı ederek orada bulunan Pers gemicilerini Kyklatlar’a gönderdiler ve fena muamele ettiler; hem Sakız’a, hem Sisam’a, hem Kapathos’a, hem de Rodos ve daha birçok yerlere gemileriyle hücumlar yaparak halkı yurtlarından ettiler.[15] Bu dönemde, Rodos’ta, Kürdoğlu denen bir korsanın nam saldığını biliyoruz.

En azından üç Bizanslının (tarihçiler Georges Pachyméres ile Nickephorus Gregoras ve Ephesus’un Johannes Kilisesi kâtiplerinden Paulus Aeginete) yazdıkları, batı ve güney batı Anadolu’nun ta Menderes Ovası, Efes, Tire ve Birgi’ye kadar olan yerleri ele geçirenlerin Germiyanlar ile Menteşalar olduğunu, bunların Türk olarak değil, Persliler olarak bilindiklerini ortaya koyuyor. Bu yazılar, bildiğimiz en eski, olaylara çağdaş yazılı kaynaklar olarak, Menteşaoğullarıyla Germiyanlıların Kürt olduklarına dair diğer yazılı kaynakları destekliyor.

Çalışmamız kendisini Menteşaoğullarının Kürtlükleri konusuyla sınırladığı için onların Kürtlüğünü açıkça dile getiren ve destekleyen diğer bilgi ve belgelere değinip noktayı koyacağız.

MENTEŞA BEYLERİNİN KÜRTLÜĞÜNÜ AÇIKLAYAN DİĞER BİLGİLER

Menteşa, bir Rum Selçuklu emir sevahili (sahil beyi)[16] idi. Ataları Ege sahillerinde Rum Selçuklu sultanlarının emir sevahilleri olarak görev yapıyorlardı ve bugünkü Aydın ve Muğla yörelerine denk düşen alanlarına sahiplerdi. Menteşa Beyliği’inin kurucusu olan Menteşa Bey’in babası Şikarî’nin Karamanname adlı eserinde Hacı Bahaddin’i Kürdi[17], İbn Bibi’nin de Selçukname’sinde Mülukü’l Sevahil Emir Bahaeddin Muhammed[18] olarak verdiği Emir Bahaeddin’dir. Emir Bahaeddin’i Kürdi, Karamanoğlu Mehmet Bey’in Konya’yı ele geçirerek Cimri olayını yarattığı isyanda Selçuklu başkenti Konya’yı savunmakla görevliydi ve az bir kuvvetle şehir içindeydi. O sırada şehri ele geçiren Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından başka bir iki Selçuklu emiriyle birlikte öldürüldü. Bahaeddin’in öldürülmesi üzerine oğlu Menteşa, babası yerine emir sevahil oldu.

Şikarî’nin iddiasına göre, Hacı Bahaddin’i Kürdi, ilk başta Sivas emiriydi. Oğlu Menteşa da o dönemde büyük bir sefer sırasında babasının yerine Sivas’ı vekâleten yönetiyordu. Şikarî’ye göre yaylak alanlarının cazipliği nedeniyle Karamanoğullarının bilinen ilk atalarından Nureddin (sonradan beyliği oğlu Karaman’a bırakarak Baba İlyas’ın müritlerinden oldu ve Nure Sofi olarak tanındı) Hacı Bahaeddin’in Sivas’ta olmadığı ve genç Menteşa’nın vekâleten yönetimde olduğu bir dönemde, hile ile şehri ele geçirdi. Menteşa’yı kendi tarafına kazandı ve onu kendine bağlı bey olarak tanıdı. Menteşa babasına durumu kabul etmesini, bunun en hayırlı sonuç olacağını bildirince hacı Bahaeddin Sivas’ın Karamanlılara tabi’ bir şehir olmasını kabul etti. Bundan sonra, Şikarî’de Hacı Bahaddin’i Kürdi’yi ve oğlu Menteşa’yı Ege sahillerinde Karamanoğulları’nın müttefiki olarak görürüz.

Ancak anlaşıldığı kadarıyla Şikarî farklı dönemlerdeki farklı olay ve kahramanlarla gerçekleşmiş bazı gelişmeleri karıştırarak ve Karamanoğullarını övme, yüceltme amacıyla abartarak anlatımlarını bazı açılardan kurgulamış, ciddi yanlışlar yapmıştır. Bizans kaynaklarına dayanılarak batı ve güney batıdaki Germiyan ve Menteşa varlıklarına değinilirken de görüldüğü gibi, akla daha yatkın olanı, Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin Selçuklu sultanları[19] tarafından Ege Denizi kıyılarına çok daha önce Melikü’l sevahil olarak gönderildiği ve onun Karamanoğullarına değil, doğrudan Selçuklu sultanlarına bağlı bir emir olduğudur. Hatta Karamanoğlu Mehmet Bey, Cimri olayını çıkarınca, Emir Bahaeddin Muhammed, Selçuklu başkenti Konya’nın savunmasıyla görevliydi ve isyan sırasında Karamanoğullarınca öldürüldü (Cimri olayı, dolayısıyla Emir Bahaeddin’nin ölümü 1277), yerine oğlu Menteşa geçti.

Ahmed Eflakî’nin Ariflerin Menkıbeleri’nde Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin oğlu Sultan Veled’in ve onun oğlu Arif Çelebi’nin Menteşa, Germiyan ve Aydınoğulları beyleriyle ilişkilerini anlatan menkıbeler, Menteşa Bey, Alişiroğlu Yakub (Birinci Yakub) Bey ve Aydınoğlu Mehmet Bey’le ilgilidirler ve daha çok Bizans kaynaklarıyla uyuşuyor.

Menteşa beylerinin şecereleriyle ilgili en titiz çalışmayı Paul Wittek yapmış,[20] Bizans kaynaklarına, hem Şikarî, Müneccimbaşı, Ahmed Eflaki ve benzeri kroniklere, menkıbelere hem de son dönem Menteşa beylerinin mezar taşlarındaki yazıtlara ve diğer mimari eserlerdeki kitabelere dayanarak bir şecere çıkarmıştır. Wittek, kitabelerdeki yazıların okunamaz derecede aşınmış ve karışık olduklarından, şecere silsileleri ve adların birbirleriyle uyumlu olmadıklarından şikâyet etmektedir. Daha sonraki okumalardan onun üstünde karar kıldığı ve böyle olması gerekir dediği isimleri bile yanlış okuduğu görülmektedir.

Wittek bu zorluklara rağmen sadece Şikarî’de geçen Hacı Bahaddin’i Kürdi adının doğruya en yakın bilgi olduğunu kabul etmekte, ancak daha sonra çizdiği şecerede dikkat çekici bir biçimde, bu isme yer bile vermemektedir.

Wittek, Hacı Bahaddin’i Kürdi adı konusunda ikirciklenmesini iki nedene dayandırır. Birincisi, Şikarî’nin Karamanname ’sinin hepsi de sonradan istinsah edilen el yazma nüshalarında Hacı Bahaddin’in bazı yerlerde Hacı Bahadır olarak yazılmasıdır. İkincisi de Şikarî’nin Hacı Bahaeddin’e mal ettiği bazı olayların, aslında ondan sonraki dönemlere, 1277’den sonralara, 1290 hatta 1300’lı yıllara ait olmasıdır.

Kuşkusuz bu iki durum da izah edilebilecek niteliktedir. Hacı Bahaddin ve Hacı Bahadır adlarının ortaya çıkması iki farklı kişinin olmasından değil, Arap alfabesiyle el yazmalarda, son harflerinin birinin ﻥ’ (nun), diğerinin ’( ra) olması ve aralarındaki grafik farkın bir nokta olmasıdır. Nun’daki nokta yazılmadığı, unutulduğu ya da sonradan aşınma nedeniyle silindiğinde ‘’ra’’ olarak okunduğu ve ardından gelen istinsahçılarda aynı kişi için Bahaddin ve Bahadır gibi bir farka yol açtıkları kuşku götürmez.

İkinci neden ise; anlaşılıyor ki ne Şikarî ne de Wittek, Menteşaoğullarının atası Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin dışında, ondan bir-iki on yıl sonra varlık gösteren Amasya Emiri Bahaeddin Kürd’den haberdar değiller. Amasya Bağımsız Kürt Emirliği[21] adlı çalışmamızda, Amasya Emiri Bahaeddin Kürd’ün hayatına ve dönemine ayrıntılı yer verdik. Amasya Emiri Kürd Bey 13. yüzyılın sonları ile 14. yüzyılın ilk dönemlerinde Amasya emiri, Kayseri emiri olmuş ve önceleri Sivas, Kayseri ve Amasya’ya sahip Eretna Beyliğinin emirliğini, vali ve vezirliğini yapmış biridir.

Kanımızca, Şikarî de eserinin bir iki yerinde Kürt Bey adını, oğulları Hacı Kutlu Şah İbn Kürd, kardeşi Hâce Ali’yi verdiği halde, onları tanımamakta, sadece eserinin ilk bölümlerini Farsçadan Türkçeye tercüme ettiği Yârîcanî ve Dehanni’den nakletmekte, ama Menteşaların atası Hacı Bahaddin’i Kürdi ile Amasya Emiri Bahaddin Kürd’ü birbirine karıştırmaktadır.[22] 1277’den sonra Emir Bahaddin Kürd’ün yaptıklarını da adı geçen Menteşa atasına mal etmektedir. Bu isimlerin iki ayrı emire ait olduğu anlaşıldığında taşlar daha yerli yerine oturmakta ve Wittek’i kuşkulandıran sebepler ortadan kalkmaktadır.

Paul Wittek’i ikirciklerinden başka bir durum daha var. Son dönem Menteşa beylerinden Ahmed Gazi bin İbrahim Bey’in 793/1391 yılına ait mezar taşında, soyu ile ilgili standart bilgilere uymayan isimler… Mezar taşında, Ahmed Gazi ibn İbrahim, ibn Orhan, ibn Mesud, ibn Menteşa, ibn Eblistan, ibn Karabay biçiminde okuduğu bir kitabe var.

Burada tanınmamış ilginç bir kısım ismin (Eblistan, Karabay) yanında Menteşa’nın adı var ama Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin adı yok. Olsaydı, muhtemelen Muhammed Bey biçiminde olmalıydı. Çünkü İbn Bibi’de Mülukü’l Sevahil Bahaeddin Muhammed diye geçer. Menteşa’nın babası adının yerinde ‘Eblistan’ var.

Eblistan’ı biz Maraş’a bağlı Elbistan’ın eski adı olarak biliriz. İsmail Hakkı Uzunçarşılıoğlu da Eblistan için şunları belirtir: Eblistan ismi dikkate şayandır. Bugün Maraş vilayetinin kazası olan Elbistan’ın eski adı Eblistin’di. Acaba bu memleket ismi ayni zamanda şahıs ismi midir? On dört ve on beşinci asırlarda tarihte Dimşik, Mısır, Bağdat, Mardin, Isfahan gibi şahıs isimlerine de tesadüf etmekteyiz. Bunun için kitabedeki Eblistan şahıs ismidir’’[23]

Ayrıca, yukarıdaki kitabeden önce, Milas’ta yapılan Ahmed Gazi Camisi’nin 780/1378’de yazılan kitabesinde daha farklı bir şecere var. ‘’Bu büyük camiyi ulu Emir ve Mükrim Sultan milletlerin rikabının maliki, Arap ve Acemlerin[24] hükümdarlarının sultanı Ahmed Gazi Bey –Allah ömrünü uzun etsin- ibn merhum ve mağfur bahtlı şehit İbrahim Beg bin Orhan, bin Mesud, bin Eblistan’’ denmiş. Dikkat edilirse burada (Ahmed Gazi sağken), hem mezar taşındaki kitabede en son ata diye okunmuş Karabay yok, hem de daha ilginci beyliğin bizzat kurucusu, Menteşa yok. Aynı caminin minbere çıkılan kapılarının kenarındaki kitabelerde de aynı şecere var.[25]

Wittek, Bizans tarihçisindeki bir bilgiden hareketle de, şecerede kuşkuya düşüyor. Pachyméres’in, ‘Karmanos Alisurios’ diye birinden bahsettiğine dikkat çekerek, Germiyanlı Alişir’in kastedildiğini anlıyor, ancak başka bir yerde ‘Karmanos Mantachiyas’ diye birini yazmasından dolayı, ‘’buradaki ‘Karmanos’u ‘Germiyan’ olarak anlayamayız, bu olanaksızdır’’ diyor.[26] Neden? Çünkü bu Menteşalı biridir. Aslında birbirine komşu, akraba ve iç içe geçmiş toplulukların birbirlerinin tanınmış şahsiyetlerinin adlarını seçmelerinden doğal bir şey olamaz ama onu bir kenara bırakalım.

Wittek’e göre bu, daha çok Kalkaşandi’nin 1412’de tamamlanmış olan devlet salnamesinde rastlanan ‘’Zervan ibn Karaman ibn Menteşa’’(‎الاميرذروان بن كرمان بن منتشا)daki Karaman ismiyle aynı olabilir. Buradan hareketle Wittek, Karaman adında karar kılıyor ve kitabın sonundaki şecereye de bunu yerleştiriyor.

Tabi, Wittek, aynı anda Kalkaşandi tekstinin Arapça yazılmış halini de veriyor ve buradan ‘Karaman’ diye birini kastetmiş olmasının mümkün olmadığı açıkça görülüyor. Bugünkü Türkçe’de ‘Karaman’ olarak yazılan adın Arapça alfabeye göre ‘Qaraman (قرمان )’ olarak yazılmış olması gerekiyor. Kalkaşandi ‘’Zervan ibn Kirman/Karman (Karaman da değil) ibn Menteşa’’ diye yazmış. İsim kesinlikle hem Pachyméres’te, hem Kalkaşandi’de ‘Karmanos/Karman/Kirman’dır, ya bunu ‘Germiyan’, ya da yazıldığı gibi ‘Karman/Kirman’ diye kabul etmekten başka çare yok. Kaldı ki tarihte, insanlara ad olmuş ‘Kirman/Karman ‘ sözcüğü de var. Karman Şah, sonra da Kermanşah / Kirmanşah’a ad olmuştur. Orta çağda, orta ve batı Avrupa’ya gelmiş olan Kürtlerin önemli bir bölümünün, bugünkü Irak’ın Şarezor/Germiyan yöreleri ile İran Kürdistanı’nın Kirman /Kirmanşah/Loristan bölgelerinden gelmiş oldukları hatırlanırsa ‘Germiyan’ ya da Karman/Kirman/Kerman’ isimleri daha uygun düşer.

Wittek’in, Ahmed Gazi Bey’in mezar taşındaki Karabay ismini de aslında yanlış okuduğu kendi eserinde teksti verilen kitabeden görülmektedir. Buradaki en son ata ismi ‘Karabay, Qarabay’ biçiminde okunamaz; ancak ‘Kurbi Bey/Qurbi Bey/Kuri Bey’ hatta Q[a]zi Beg biçiminde bile okunabilir. Aşındığı Wittek tarafından dile getirilen kitabe, net bir okuma ve çözümleme imkânı vermiyor, buna rağmen, eserinin sonundaki şecereye bu ismi ‘Karabay’ diye yerleştirmiş olması ilginçtir. İsmail Hakkı Uzunçarşılıoğlu da ‘’bu ismi Doktor P. Wittek Karabay Bey diye okumuş ise de ikinci kısım kitabelerde Kuri veya Kari Bey diye okunmuştur,’’ der. Uzunçarşılıoğlu bile ismi okuyamamıştır.

Ahmed Gazi Bey’in mezar taşındaki kitabe. Wittek’in kitabından

Geriye sıra dışı olarak ‘Eblistan’ ismi kalıyor ki Osmanlı yönetimi dönemine denk düşen bu yazmayı ‘Eblistani’ biçiminde okumak da mümkündür. Hatta daha doğrusu öyle okunmasıdır. Eski kitaplarda ‘hüruf-i imla’ denen şey yazılmaz, ama okunurdu. Kimi Osmanlı ve Türk tarihçileri bunu göz ardı eden yanlıştan dolayı, ‘Germiyani’yi ‘Germiyan’ ya da Germiyan Begi’ni ‘Germiyan Beg’ diye okumuşlardır. Böylece ‘Eblistani’(Elbistanî) adını bu hanedanın, İslamiyet dönemindeki bir Kürt şehri olarak bayındır olan Elbistan’la ilişkilendirmek mümkündür.

Ancak en iyisi, Osmanlı egemenlik ve onlarla bütünleşme dönemine rastlayan kitabelere bilinçli olarak gerçek şecereyle uyuşmayan isimlerin yazılmış olabileceği, bazı isimlerin atlanarak, bazılarının değiştirilebileceği ya da eklenebileceği ihtimalini göz önünde tutmaktır.

Batı ve orta Anadolu’ya gelen Kürtlerin hemen hemen tümü, önce Suriye ve Şam bölgelerine, Eyyubilere gelmişler. Ardından, oradan Maraş, Elbistan, Malatya ve Sivas, hatta Kayseri ve Amasya’ya yayılmış, pey der pey batı ve orta Anadolu’nun söz konusu ettiğimiz bölgelerine yerleşmişlerdir.

Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin ya da onun Qurbi/Qurbi/Q[a]zi Beg diye okunabilen atasının Elbistanlı olması şaşırtıcı değil. Nitekim Mülukü’l Sevahil Emir Bahaeddin Muhammed’in ilk yaşamı oralara çok yakın olan Sivas’ta geçmiştir.

Böylece eğer Menteşaoğullarına bir şecere oluşturulacaksa Wittek’in dile getirdiği Karabey ve Karaman Bey adlarını bir tarafa atmak ve belki de şöyle bir şecere oluşturmak gerekir:

Quri/Qurbi/Qazi Bey, onun oğlu Eblistan Bey/Emir Hacı Bahaeddin Muhammed Kürdi, onun oğlu Menteşa Bey, onun oğlu Kirman (Karmanos/Germiyan) Bey, onun oğlu Mesud Bey, onun oğlu Orhan Bey, onun oğlu İbrahim Bey, onun oğulları Musa, Muhammed ve Ahmed Gazi Beyler, (Ahmed Gazi’dan sonra kardeşi) Muhammed Bey, onun oğlu İlyas Bey, onun oğulları Ahmed ve Leys Beyler. Ahmed’in oğlu İlyas Bey. Aradaki bazı halkaların zayıf olduğu unutulmamalıdır.

Bizim konumuz açısından, sahil beyliğini Selçuklu sultanlarına bağlı olarak kuran Emir Hacı Bahaddin’i Kürdi (Melikü’l sevahil Bahaeddin Muhammed) ve bu beyliğe, bağımsızlığını ilan ederek adını veren oğlu Menteşa önemlidir.

Çalışmamızda esas amaç Menteşaoğullarının Kürtlüğü konusu olduğu için onların tarihine daha fazla yer verilmeyecek, etnik kökenleri üzerine yoğunlaşmakla yetinilecektir.

MENTEŞA İSMİNİN KÜRT ORTAMIYLA BAĞLARI

Wittek, Menteşa konusunda o kadar karamsar davranmıştır ki onun bir şahıs, aşiret ya da yer ismi olup olmadığına bile karar verememiştir. Oysa Menteşa’nın iki sözcükten meydana gelen bileşik bir insan ismi olduğu yüzeysel bir araştırma ortaya çıkarmaktadır.

‘’Menteşa’’ sözcüğünün insan adı ve Kürtlerin yaşam alanıyla içli dışlı ilişkisini derli toplu olarak Şeref Xan (Şeref Han), Şerefname’de Kilis beyleri ile ilgili bölümü ele alırken vermektedir:

‘’Dediklerine göre [Kilis Hükümdarları], doğru rivayet gereğince Hakkâri ve İmadiye hükümdarlarının amcaoğullarıdır. Bunlar üç̧ kardeşti ve adları Şemseddin, Bahaddin ve Menteşa’ydı. Hakkâri hükümdarları Şemseddin’in soyundandır ve Kürtler tarafından bunlara ‘Şemû’ denilmektedir; Bahaddin’in soyundan olan İmadiye hükümdarlarına da ‘Behdin’ denir; Kilis hükümdarlarına gelince, bunlar da Menteşa’nın soyundandır ve onlara ‘Mend’ denir.

Çeşitli rivayetlerden hangisi doğru olursa olsun, Mend, başlangıçta Kürtlerin bir aşiretini çevresinde toplamaya muvaffak oldu ve onlarla birlikte Şam ve Mısır’a gidip Eyyuboğulları hükümdarlarının hizmetine girdi. Onlar da kendisine Antakya Vilayeti yakınındaki Kusayr Nahiyesi’ni verdiler. Mend ve adamları kışın buraya yerleştiler. İş bununla da kalmadı; daha önce o diyarda oturan Kürt Yezidiler’den bir topluluk da Mend’in çevresinde toplandı. Bu da günden güne şanının yücelmesine ve nüfuzunun artmasına yolaçtı. Kendisine her taraftan Kürtler geldiler; ayrıca Cun ve Kilis taraflarında oturan Kürtler de kendisine katıldılar.

Al-ı Eyyub’un ulu hükümdarları kendisine ilgi gösterdiler ve onu Şam ve Halep’teki bütün Kürtlere beylerbeyi olarak tayin ettiler; bu topluluğu yönetmek, meseleleri karara ve çözüme bağlamak bakımından kendisini tamamen serbest bıraktılar. Böylece kendisini en yüksek askeri ve idari rütbeye yükselttiler. İşin başlangıcında, Hama ve Maraş̧ arasında yayılmış̧ olan Yezidi Kürtler’in şeyhleri bu yüce makam üzerine kendisiyle çatıştılar. Bu durum, zaman zaman kılıçların çekilmesine ve savaşa dahi yolaçtı. Fakat Mend onlara galebe çaldı ve bazen sertlikle, bazen yumuşak davranarak, bazen baskıyla, bazen de iyilik yaparak onları kendisine boyun eğecek duruma getirdi. Sonunda istediğine kavuştu ve o diyardaki bütün Kürtler onun mutlak hükümdarlığına boyun eğdiler.

Mend ölünce yerine oğlu Arab Bey geçti. Ondan sonra da oğlu Emir Cemal yönetimi aldı. Onun ölümünden sonra da yerine oğlu Ahmed Bey geçti. Bu beyin zamanında Al-ı Eyyub Devleti’nin günleri sona erdi ve büyük devletleri Çerkeş Memlükler’e geçti. Fakat Ahmed Bey Çerkeşlerin devletine boyun eğmedi ve günlerini bağımsız bir hükümdar olarak geçirdi. Sonunda iki çocuk bırakarak öldü.’’[27]

Kilis beylerinin tarihi, Şerefname’de bundan itibaren de Canpolatları da içine alarak devam ediyor, ancak bizim konumuzu doğrudan ilgilendirmediği için biz bu kadarıyla yetiniyoruz.

Şeref Han’ın verdiği bilgilerden Menteşa’nın bir bey adı olduğu ve Kürtlerin bu beyi Mend diye çağırdıkları, onun, zamanında Botan bölgesinden gidip Eyyubilerin hizmetine girdiği, Eyyubilerin, ona, Antakya bölgesinde beylik verdikleri anlaşılıyor. Mend adlı beyin başarıları nedeniyle ona bağlı topluluğun (aşiretin), hatta Kilis hükümdarları ailesinin Mend adıyla tanındıkları bilgisi de var. Mend, Antakya bölgesine yerleşmeden önce de orada Kürtler, özellikle Yezidi Kürtler kalabalık bir topluluk olarak varlar. Mend başarılı olunca hem (Cun ve Kilis tarafındaki) Müslüman Kürtler, hem de Yezidi Kürtler onun etrafında birleşiyorlar. Sonra Eyyubi Sultanları onu Halep ve Şam’daki (yaklaşık olarak bugünkü Kuzey Suriye, Hama, Halep, Şam ve Lübnan toprakları) bütün Kürtlerin başına beylerbeyi olarak atıyorlar. Mend’in gücü ve egemenlik alanı Hama’dan Maraş’a kadar genişliyor.

Tarihte, Musul, Şengal, Şarezor, Germiyan ve Loristan bölgelerinden batıya, Roma topraklarına giden Kürtlerin, doğu Toros ve Zagros sıra dağlarının, yüksek yaylaların ve buralardan inen Fırat, Murat, Dicle ve Zap gibi nehirlerin geçit vermemeleri nedeniyle, yolları, Germiyan, Şarezor, Musul, Mardin, Harran, Urfa, Halep alçak yayla ve çölleri (berri) ile adı geçen sıradağların, uzantıları Cudi, Şengal ve benzerinin güney eteklerinden geçmiştir.

Kürtler bugünkü İran’ın güneyinden, Irak’ın doğu ve kuzeydoğusundan bu güzergâhı takip ederek verimli Suriye, Halep, Şam ve Antakya kıyılarına gelmişlerdir. Buradan bir taraftan güneyi, Lübnan, Filistin, Mısır ve Yemeni, diğer taraftan Antakya’nın kuzey ve doğu yörelerini, Kilis, Elbistan, Maraş, Malatya, Sivas, Kayseri, Amasya, Tokat, Kütahya, Kastamonu, Ankara ve Sinop yörelerini hedeflemiş, ya da Adana, Antalya, Konya’yı konak edinerek Ege bölgesine ulaşmışlardır.

Şam ve Halep’in kuzey yöreleri, Antakya’nın doğusu ve kuzeyi ilk konak yeridir. Buralarda adını verdiğimiz şehirler, ilk Müslüman ve Kürt yerleşim yerleri ve idare merkezi olmuşlardır.

Aslında ilk Arap istilaları da bu güzergâhtan Roma İmparatorluğu’nun içlerine, ta İstanbul önlerine kadar varmıştır. Ardından Oğuz-Türkmenlerinin ve Moğolların İran’ın güneydoğusu, Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap üzeri gelen istila dalgaları da bu güzergâh ve konaklamaları izlemiştir. Bu, o dönemin coğrafi ve doğal koşullarının dayattığı bir zorunluluktu.

Bu nedenle, Hem ilk İslam yayılma dönemlerini hem de Oğuz-Türkmen ve Moğol yayılmalarını anlatan orta çağ İslam kaynaklarında Maraş, Harput, Elbistan, Sivas, Kayseri, Amasya, Tokat ve daha sonra Kütahya, Kastamonu, Sinop, Aydın ve Muğla bölgelerinde Kürt emir ve beylere rastlamak o kadar da şaşkınlığa yol açmamalıdır.

Çalışmanın daha önceki bölümlerinde, Süleyman Şah’ın 1086 yılında Antakya ve Halep yöresinde Tutuş’la savaşta öldürülmesi anlatılırken, İbn Bibi’nin ve Yazıcızade Ali’nin değindikleri bir adı tekrar hatırlatalım. Ta Tokat’tan beri diğer emirlerle beraber Süleyman Şah’ın yanında olan, onunla omuz omuza savaşan ve o öldürülünce, oğlu Kılıçarslan’ı, diğer emirlerle elbirliği ederek tahta oturtan Mende Bey/Emir Mende. Şeref Han’ın adını verdiği Mend Bey ile İbn Bibi ve Yazıcızade’nin adını verdikleri Mende Bey kanımızca ayni isimdir. Ayni kişiler oldukları eldeki bilgilerle iddia edilemez. Çünkü Şeref Han’ın Mend Bey’i sonraki bir tarihe, Eyyubilerin imparatorluk haline geldikleri en az bir asır sonraki bir döneme rastlıyor. Ama iki isim aynıdır ve bunların aynı bölgede tarih sahnesine çıkmış olmaları, oradan kuzeye, Anadolu’ya gitmiş olmaları önemli bir ipucudur, anlamlıdır.

Tabi Hacı Bahaddin’i Kürdi’nin oğlu Menteşa ile bu iki Mend de ayrı kişilerdir. Menteşa onlardan çok sonra yaşamıştır. Ama bu, bize kendisi tarih sahnesine çıkmadan önce Mend ve Menteşa adlarının Kürtler arasında yaygın olduğunu, hatta Mend hanedan soyunun oluştuğunu ve bunun Antakya, Kilis, Maraş, Halep ve Hama yörelerini yönettiğini gösterir. Şahıslar aynı olmayabilir ama güneybatı Anadolu’da ortaya çıkıp Menteşa devletini kuran beyin geçmişte Sivas’ı yöneten atalarının, daha önceki tarihlerde daha güneyde Elbistan’ı ve başka yöreleri de yönetmiş olmaları ve hatta Mend hanedanı soyundan gelmiş olmaları pek ala mümkündür.

Sunduğumuz bilgilerle vardığımız sonuç şudur: Menteşa adının aslı ‘Mend/e’dir. Mend/e ilk başta Bey rütbesiyle adını duyurmuştur; Mend Bey, Mende Bey. Ancak Mend/e Bey, beylerbeyi rütbesi alıp eyaletleri, beylikleri yöneten emir haline gelince Mend/e Şah [28]olmuştur. ‘Amasya Bağımsız Kürt Emirliği’ çalışmamızda Emir Bahaeddin Kürd’ün oğlu Hacı Kutlu Bey’in Amasya emiri olunca Hacı Kutlu Şah adını aldığını gördük. Şeref Han’ın bahsettiği Mend Bey’in de daha sonra Hama’dan Maraş’a kadar olan bölgedeki Kürtlerin başında ‘’beylerbeyi’’ yani ‘Şah/Xan’’ olduğunu gördük.

Mende Şah adı, zamanla tanınıp sevilince, hanedan çevrelerinde, birleştirilerek ad olarak da verilmiştir; Mendeşa[h]. Zamanla bu kelime hafifleyerek ‘Menteşa’ ya dönüşmüştür. Zaten Şeref Xan da Şerefname’yi bu beylerden çok sonraları, 1597’de yazmıştır. O tarihte Mendeşah adının her tarafta Menteşa’ya dönüştüğünü, onun eserinde de bu haliyle yer ettiğini görüyoruz. Şeref Han’ın kendi adı da sonra böyle bir dönüşüme uğramıştır. Onun adı Şeref(Şerefeddin)’dir. Han (Xan )rütbesini daha İran’da iken Şah Tahmasp döneminde beylerbeyi olunca almış ve Şeref Xan olarak anılmıştır. Fakat sonraları, örneğin günümüzde bu isim birleştirilerek Şerefxan biçiminde insanlara ad oluyor.

Sonuç olarak verdiğimiz bilgi ve belgeler ışığında Menteşaoğulları hanedanının Kürt olduğu rahatlıkla görülebilir kanaatindeyiz. Beyliklerin tebaaları, orta çağdaki bütün beylik ve devletlerinde olduğu gibi, farklı etnik topluluklardan oluşmaktaydı, Müslüman olarak Kürtler, Türkmenler, Moğollar, Harezmîler, Araplar Farslar, Müslümanlaşan Ermeni ve Rumlar. Ayrıca Müslüman olmayan Rumlar, Ermeniler, Gürcüler, Yahudiler, Süryani-Asuri toplulukları, batıdan gelen Latinler, Frenkler…

Tabi bu hanedan, batı ve orta Anadolu’da, Türk kökenli bir hanedanın yönettiği Rum Selçuklu devleti içinde, çoğunluğu Türkmen olan emir, bey, yönetici, asker ve aşiretlerle haşır neşir olmuştur. Ta başından beri, kendi dilleri Kürtçenin, Farsça ve Arapçanın yanında Türkçe, hatta Rumcayı günlük yaşamlarında geniş bir şekilde kullanmış oldukları varsyılabilir. Bu dillerle, onun kültürlerini taşıyan topluluklarla içli dışlı olmuşlardır. Özellikle Osmanlı egemenliği döneminde, Farsça ve Arapçanın büyük ölçüde terkedilmesinden sonra bu hanedanın üyeleri de daha çok Osmanlı yönetim çevreleri ve Türklerle entegre olmuşlardır. Ancak anladığımız kadarıyla Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar Kürtlüklerini bilmişler, önemli bir kısmı özellikle yönetici sınıf, dillerini unutmuş olsalar da onlara bağlı olan Kürt aşiretler ve yerleşik yaşama geçmiş olan köylüler Kürtçeyi unutmamışlar, kırsal yaşamda kullanmışlardır.

Günümüzde de orta ve batı Anadolu’da Kürtçe konuşan nüfusun ciddi bir bölümü o dönemden kalan Kürtlerdir. Önemli bir bölümü, artık Türkçe konuşsalar bile, Kürt asıllı olduklarını bilmektedirler. Ancak tarihleri hakkında ciddi bilimsel araştırmalar olmadığı için çoğu kez kulaktan dolma bilgiler vermekteler, ilk gelenlerle sonradan defalarca dalgalar halinde gelenlerin tarihleri birbirine karıştırılmaktadır, bilgisizlik ağır basmaktadır.

 

[1] Türkmen, Arapça Farsça karışımı bir sözcük olup, Müslüman Arap ve İranlıların Oğuzlara verdikleri bir addı. Muhtemelen hem kendi Şaman dinlerini bırakıp müslümanlaştıkları, hem de topraklarını terk ederek batıya doğru yayıldıkları, hep göçebe, gezgin ve savaşçı bir yaşama sürdürdükleri için ‘Türkmen’ diye adlandırıldılar. Yani dinden dönenler, dinlerini ve yerlerini terk edenler.

[2] Aslında göçebe anlamındaki !Türkmen tanımı daha sonra Osmanlı literatürüne de geçmiştir. Örneğin zaman zaman yazılı kaynaklarda göçebe Kürt aşiretlerine ‘’Ekrad-ı Türkmen/ Türkmen Ekradı’’(Türkmen Kürtleri) dendiği görülmektedir.

[3] Paul Wittek’e göre bu kayıtlar 1204’ten önce ve 1261’den sonraya ait olamaz, yani 13i yüzyılın ilk yarısına ait bir dönemde Ebü’l Fida’dan yaklaşık bir yüzyıl önce yazılmışlardır. Çünkü o bölgedeki Adalia ve Denizli yöreleri 1204 yılından sonra Müslüman egemenliği altındaki topraklara katıldı. 1261 yılından sonraya da olamaz, çünkü güney batı Anadolu’daki bu toprakların tümü 1261 yılından önce fethedilmiştir. (Menteşa Beyliği s. 1)

[4] Wittek’e göre bunlar sınırın Bizans tarafına yerleştirilen ve bir çeşit Müslüman gazi savaşçılarına denk düşen, Roma topraklarını Müslüman akınlarına karşı koruyan, zaman zaman da Müslüman nüfus içine akınlar düzenleyen Hristiyan savaşçılar olan Akarit’lerdi. (Menteşa Beyliği, s. 9)

[5] Wittek’e göre, bu nehir bugün Dalamançay denen nehirden başkası olamaz.

[6] Ebü’l Fida coğrafyasından İbn Said’in kayıtları, aktaran Paul Wittek, Menteşa Beyliği, sayfa 2.

[7] Pachyméres, I 222 ve devamı B’de. Aktaran Wittek, Menteşa Beyliği 16.

[8] Georges Pachyméres, I S. 215 B Wittek s. 24

[9] G. Troickij, Imperatoris Michaelis Paleologi de vita sua opusculum etc. Petersburg 185 s. 7

[10] Pachyméres, I S. 472 ve devmı, Ayrıca başka bir tarihçi olan Nickephorus Gregoras I s. 142 B. Aktran Paul Wittek, Menteşa Beyliği, Öeviren O. Ş. Gökyay, TTK Yayınları 3. Baskı 1999, s. 26-27

[11] Pachyméres, II s. 210 ve devamı, aktaran Wittek.

[12] Nickephorus Gregoras, I S. 214 B, aktaran Wittek s. 38

[13] Paulus Aeginete, Yazmalar, Marciana 292, aktran Wittek s. 39. Düsturnameyi Enveri’ye göre Menteşa Beyi Sasa Tire ve Ephesus’tan başka Birgi’yi de fethetti.

[14] Nickephorus Gregoras, I s. 214 B, aktaran Wittek s. 17.

[15] Pachyméres, II, s. 343 ve devamı B. Aktaran Wittek s. 45.

[16] Rum Selçuklularında karada serhad (sınır boyu) beyliği yapanlara ‘’uc beyi’’ denize sınır boylarında emirlik yapanlara ‘’emir sevahil, mülukü’l sevahil’’ (sahiller beyi) denirdi.

[17] Şikarî,

[18] İbn Bibi (El Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Caferi er-Rugadi) hazırlayan Prf. Dr. Mürsel Öztürk, Kültür Bakanlığı, 1996 Ankara.

[19] Muhtemelen Birinci Alaeddin ya da oğlu Giyaseddin Keyhüsrev.

[20] Paul Wittek, Menteşa Beyliği s. 24-55, 132-153, 177.

[21] Murad Ali Ciwan, ‘’Amasya Bağımsız Kürt Emirliği’’, https://muradciwan.com/2018/02/18/amasya-bagimsiz-kurd-emirligi/

[22] Karamanname, aslında uzun aralıklarla üç aşamada üç kişi tarafından yazılmıştır. Bunlar Dehhânî, Yârîcanî ve Şikarî’dir.

Dehhânî Rum Selçuklu Sultanı III. Alaeddin Keykubad(ö. 1303) adına İranlı Şair Firdevsi’nin Şehnamesi tarzında Farsça bir eser nazmetmiş, eserin sonuna da Karamanoğulları için 600 beyitlik bir bölüm yazmış, fakat bu bölümü bitiremeden ölmüştür. Yaklaşık üç çeyrek asır sonra sayılabilecek bir dönemde gelen Karamanoğlu Alaeddin Bey (1361-1397), Yârîcanî adlı şairden Dehhânî’nin yarım bıraktığı bu eseri o güne dek getirerek tamamlamasını istemiştir. Eser vezin olarak Farsça tamamlanmıştır. Yârîcanî’den yaklaşık 125 yıl sonra, 16. yüzyılın ikinci çeyreğinde, Şikarî önce bu iki kişinin manzum farsça yazdıkları bölümleri kendince nesir olarak Türkçe ‘ye çevirmiş, son bölümde de kendisi Karamanoğullarının tarihlerinin en son dönemlerini yazmıştır. Dolayısıyla 13 ve 14 yüzyıla ait bilgilere sahip olanlar Dehhânî ve Yarîcanî’dirler, Şikarî değil. Bu nedenle onun o dönemin kısır koşullarında Osmanlı muhalifi bir kroniker olarak iki Bahaddin’den haberdar olmaması mümkündür.

[23] İ. Hakkı Uzunçarşılıoğlu, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, TTK Yayınları, 1937 Ankara, s. 19-22.

[24] Wittek’i çeviren burada persler/İranlılar hatırlatılmasıyla yeniden karşılaşmamak için olsa gerek ‘Arap ve Arap olmayanların hükümdarlarının sultanı’ diye çevirmiş.

[25] Wittek, Menteşa Beyliği s. 132-145.

[26] Paul Wittek, Menteşa Beyliği, s. 52.

[27] Şeref Han, Şerefname Kürt Tarihi, Ant Yayınları, 1971 İstanbul, s. 248-249.

[28] İrani kökenli bir makam ve rütbedir.

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.