Tarık Yıldızhan

Tarık Yıldızhan

Yazarın Tüm Yazıları >

Adres bildiğimiz yürekli babalara dair; Omoyê Birodrêj

A+A-

Fotoğraf kareleri, özellikle siyah beyaz olanları, geçmişe alınmış bilet gibiler; en azından ben öyle görüyorum. O biletlerle yaptığınız yolculuklarda, fotoğraf karesinin bir kıyısından içeri sızdığınızda, kendinize, solmaya yüz tutan tarihinize tanık hafızanıza rastlar, kendi uzaklarınıza ulaşırsınız.

İşte böyle bir fotoğrafa, geçenlerde izin verirse yeğenim diyeceğim, Ferman Uzun'un sayfasında rastladım. Fotoğraf, Ferman'ın dedesi Ömer Uzun'a aitti. Fotoğrafın altında aile bireylerinden birkaç mütevazı yorum ve beğeni… O kadar! Bunlardan biri de oğluna ait: "Ew bavê min e, Ömer Uzun e.” Bizim topraklarda babalar oğullara uluorta sevgi ve hasret tezahüründe bulunmadığı gibi, hiç bir zaman da evlatlar gönüllerinin kahramanı babalara sahip çıkamamış, benim babam şunu yaptı bunu eyledi diyememişler; ele güne ayıp olmasın diye düşünmüşlerdir. Müsaadenizle, belki yazabilme cesaretinde bulunsaydılar benden daha âlâsını yazacak oğullarının yerine bir iki kelamla anayım değerli Ömer Amca'yı ve babalarımızı…

Fotoğraf karesi beni birden alıp da henüz aklımın başımın üstünde dumanlı dumanlı gezdiği zamanlara götürdü. Ömer Amca’ya, nam-ı diğer Omoyê Birodrêj’e. Ama yazının formatı gereği Ömer Amca diyeceğim. İlk babamın terzi dükkânında tanıdım kendisini. Babamın dükkânında İkindi serininde (öyle derlerdi), birbiriyle arkadaşlık dostluk kuran esnafın kazandıklarını kazanıp artık iki lafın belini kırdıkları akşam buluşmalarından hatırladığım Ömer Amca, babama, "Ula Bayram" babam ona, "Ula Ömer", derdi. Her halde şimdilerin "Sayın”ı gibi bir şey! Çünkü gücenme falan sezmezdim bu hitap şeklinde. Orada öğrenmiştim aslında mahreme dokunmadan yapılan bel altı muhabbetin samimiyetin boyutunu artırdığını. Yadırgamamış değildim ama olsun onlar hallerinden memnundu. Esnafın, şehrin üzerindeki nüfuzlarını onlardan bellemiştim. Aynı mektup zarflarındaki adres gibiydiler. Adresler, onlar üzerinden tarif edilirdi: Alişêrlerin otelinden aşağı in, Usta Cerrah'ın terzi dükkânından aşağıda, Yeni Meydandan ya da ne bileyim Marangoz Cemil'in dükkânını geç, Ahmedê Amromi’nin Sineması'nın karşısında Çakmakçı Arizanın (Ali Rıza) dükkânı, işte Şeytan Küçesi’nde Âdem’in dükkânından karşıya geç falan. Böyleydi adresler. Kimse sokak ismi numara falan bilmezdi ama biz bu ‘yürekli babaları’ bilirdik adres diye. Hep de oldukları yerde kaldılar, mekân falan değiştirmediler şimdilerde sıkça kabul gören. Yani yazarın deyimiyle "doğdukları yerde ölenlerdi onlar".

Gel gör ki hiç kimse hayatın yazgısını kendisi yazamıyor aynı bizimkilerin yazılmadığı gibi. Eylül fırtınasını yemeden Siverek’te, 79 yılının Temmuz kasırgasına tutulan bu şehrin taşınmazları, birden, hiç akıllarının ucundan geçmeyen, belki de en son zoraki ‘vatani görevlerini’ yaptıkları günlerden sonra bir daha hiç uğramadıkları toprak parçalarında kendilerini buldular. Hatta rivayettir, bazıları yarı yoldayken memleket hasretinden gidecekleri yere varamadan kara toprakla buluştular. Durum feciydi. Parası olan en uzağına gitti, az olan da mesafeyi kısa tutup başının çaresine baktı, ele güne rezil olarak. Ne oldu, niye oldu, kimin adına kim yaptı sorusunu soramadan savruldular oraya buraya; kendilerine ait olmayan bir senaryonun oyuncuları olarak…

Ben o ihtişamlı Ömer Amcayla, babamın dükkânından sonra Antalya’da karşılaştım. İçim burkuldu. Yaşam gailesi içindeydi. İçinde olduğu refahı geride bırakarak Allah'ın çölünde, eski canlılığından çok uzağındaki yaşıyla yeni arayışlar içindeydi. Geride kendiyle özdeş sekiz köşe şapkasını bırakmıştı aynı eşinin mavi çarşafını bıraktığı gibi. Çok ağır gelmişti genç yüreğime, ben de dâhil yapanlar Allah'ından bulsun dedim o zamanlar. Hüzün ve bir sürü soruyla ayrılmıştım, akşamlarına şarkılar yapılan ama bize de yedi yabancı olan ellerden. Zaten Ömer Amca da pek kalmadı oralarda. Gönlünün Paşa'sının dört duvar arasında yatmasına ve yalnız kalmasına yüreği el vermedi; o da döndü. Kurdun kuşun cirit attığı, mermilerin kör olmadan hedef seçtiği, insanların korkuyla ölümle kucak kucağa yattığı, uykuların derinliğinin sigara kâğıdı kalınlığında kapı tokmaklarına veya sokaktaki ayak seslerine asılı cennet vatana.

İşte yolum babamın kadim dostuyla yine kesişmişti Diyarbakır’da. Ne Siverek’teki ihtişam vardı ne de Akdeniz’deki göçmenlik. Diyarbakır vardı, Eylül vardı, asker vardı, polis vardı, bir de hapiste evladı. Dost yoktu. Düşmanın da haddi hesabı çoktu. Kimseler kalmamıştı; üç dört tane korkudan gözleri çukura kaçmış genç ve bir de evlatları benliklerini hissetsinler diye mahkeme salonlarında, hapishane kapılarında, görüş kabinlerinde bekleyen ana ve babalar; yani tarihe adları düşmemiş isimsiz kahramanlar. Zaten tarih hep seçici olmuş, kimin borusu ötmüşse, onların kahramanı çok olmuş. Göreceli hafıza hep baskın gelmiş. Yoksa şöyle bir geriye baktığımızda kim bu işlerin harmanını savurdu, kim bu ateşi harladı konusunda el vicdan dursak görürdük bu güzel insanları, bu toprak parçasına kattıklarını. Hâlbuki ne fedakârlıklar yapmışlardı farkına varmadan, okumadıkları kitaptan sonuç çıkartmadan! İşin doğası böyleydi, hayatı öyle öğrenmişlerdi, ne olursa olsun dik duracaklardı ve öyle de yaptılar. Yılmadılar, yapılan eziyeti de cefayı da sineye çektiler derviş edasında. Belki de evlatlarına çektirenlerin gözünü, bunların bu duruşu ürküttü: Kalplerinin zulalarında kurdelelerle sarıp sarmaladıkları evlat sevgisi... Çünkü babalar analar gibi haykıramazdılar sevgilerini. Onlar için sevgi hep zuladaydı. Yoksa hangi can sabahın ayazında, yazın cehennem sıcağında, sadece evlatlarının yüzünü görmek için o zulme katlanır. Zulmedenlerin tehdidi, dayağı, küfrü de cabası. Dedim ya tarih yazsın diye değil, öyle bildikleri için yaptılar.

Diyarbakır günlerinde sık sık uğrardım Ömer Amca ve kendi ailem bellediğim ailesine. Bu süre iki yıl kadardı. Şimdilerde çok kısa gibi olan o iki yıl o zamanlar öyle değil. Gece ve gündüz el ele vererek korkuyu zulme evirip dardakine, dağdakine mahpushanedekine hayatı çekilmez ediyorlardı. Konuşulan mevzular, beslenmeyip öldürülen, kaybolan, yakılan ve nereye sığınayım diyen insanların hikâyeleriyle doluydu. İşte o iki uzun yılda yollarım Ömer
Amcayla kesişmişti yine. Umut yoktu, o umut ararken gözlerimiz de biz de hayal üretirdik gelecekle ilgili, çok uzak olan ama yakınmış gibi ifade edilen güneşli günlerin gelişiyle ilgili. Tabi işin ekonomik çıkmazı da cabasıydı onlar için.

Düşünsenize, gelecekle ilgili kaygıları olmayan bu insanlar, geride bir sürü malı mülkü bırakıp biçare duruma düşmüşlerdi. Ömer Amca böyle bir arayış, ben de başımın çaresine bakmaya çalışırken bir Hatay-Diyarbakır yolculuğu yaptık. Babamın kadim dostu benim yol arkadaşımla… Normal ölçülerde kısa olan mesafeyi, belki de geride bıraktıklarıyla karşılaşmamak, Siverek’ten geçmemek için hemen hemen bir gün kadar uzatarak, bir gece Malatya’da konaklamak zorunda kalmıştık. Yolculuk boyunca Ömer amca bana, “şayet sorarlarsa ne geziyorsunuz diye, biz de onlara tüccarız, koyunlarımızı sattık geri dönüyoruz,” diyecektik. İronik olacak ama benim cebimde koyunların parası olmadığı gibi, aklımda da koyun fiyatıyla ilgili bir bilgi de yoktu. Ne de olsa altı üstü, bugün zorbela yemek yemesini istediğim oğlumdan bir iki yaş büyüktüm, büyük dünyaları kurma hayalinde olan ben. Velhasıl Ömer Amcanın yolculuk boyunca sorulursa vereceğimiz cevapları beni hem uykusuz bırakmış hem de bir kez daha yer kürenin bize düşen parçasında hakkımıza düşene karşı, -o esnada ileri demokrasilerde yaşıtlarının televizyon karşısında kahvesini yudumlarken, Ömer Amcanın bir otel odası gecesinde kafasından geçenlerdi bunlar- beni isyankâr etmişti. Reva mıydı?

Tepkilerinden ürktüğüm, tepkilerine korka korka altan alta güldüğüm günler de hep aklımda. Mesela; evde ilk defa o zamanlar ince uzun makarna diye tarifine giriştiğimiz, şimdilerde spagetti diye dile getirdiğimiz yemeği kaşıkla yediğimiz günkü tepkisi hala yüzüme sıcak bir gülümseme yayar, bu tasviri güç yeme anının. Yemeği yapan çocuklarına dönerek "Ula oğlum bizi rezil ettiniz, bu ne yemektir böyle", derken ki hali. Sonra damadı, dostum Ahmet Belet anlatmıştı. Siverek’ten Diyarbakır'a bir taziye dönüşü şoförün sürüşü Ömer Amca'yı tedirgin etmiş olacak ki, yanındaki adam dönüp "Oğlum şu taziyede aklında kalan bir kaç dua varsa oku, bu adam bizi götürecek", deyişini gözümde canlandırırım. Nüktedandı ama neyi ciddi neyi şakaydı yüz ifadesinden anlayamazdın. Bir başka deyişle, nev-i şahsına münhasırdı.

Kalmadı bunlardan pek o kadar elimizde. Ara ara ziyaret ettiğimiz mezar taşlarında rastlarsınız isimlerine. Ya da bakırcının, kalaycının, marangozun, bakkalın, bilumum uğultularını arkanıza alarak girdiğiniz esnaf kahvelerinde, bir masa etrafında hayatın anlamını metaforlarla anlatırken veya bir cami avlusunda sırtını duvara dayamış, kırışıklarla kaplı yüzüyle Mevla’sı arasına güneş ışınlarını koyarak kısık gözlerle gururla bakarken dünyaya...

Bir sabah pek işinin olmayacağı bir internet sayfasında fotoğrafını gördüm, anladım durumu; biraz daha yalnızlığın içinde hissettim kendimi. Biraz daha gözyaşı döktüm kırlaşmaya yüz tutmuş yüreğimin üstüne. Göçmüştü bu dünyadan diğer güzel insanlar gibi sessiz sedasız.

Ruhun şad, toprağın bol olsun. Işıklar içinde uyusun. Bu kısacık notu da yeğeninin özrü olarak kabul eylesin, tüm unutulan ve unutulmaya yüz tutmuş yiğit babalar adına.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar