Sürgün, Kırılma ve Mücadelenin Romanı “Yağmurla Gelen Adam”

Sürgün, Kırılma ve Mücadelenin Romanı “Yağmurla Gelen Adam”

.

A+A-

soylesi-1.jpg

Enwer Yılmaz/ RÛPELA NÛ

Bir romanı ancak olayların birebir içinde bulunan, tanığı ve şahidi olan biri gerçek bir dille anlatabilir. Mehmet Gül bunlardan biri... 12 Eylül cuntasını, zindanı, işkenceyi, ihaneti, kanlı iç çatışmaları, sürgünü ve yoksulluğu-yoksunluğu yaşamış, tanık olmuş hepsine. Yağmurla Gelen Adam Mehmet Gül’ün ilk romanı. Sanki yüzyıllarca demlenmiş, ilmek-ilmek örülmüş, yayınlanacağı zamanını beklemiş bir kitap. Mehmet Gül biriktirdiği politik tecrübesini, kavgasını, ülkesinin ulus olma sancılarını, umudunu ve umutsuzluğunu yalın ve gerçekçi bir dille okuyucuya sunuyor.


Siyasetçi, yazar ve yayıncı Mehmet Gül’ün “Yağmurla Gelen Adam” romanının ana karakteri Eminedir. Emine abisi Mustafa ve kocası Ahmet’i örgütsel bir iç hesaplaşmada yitirir. Siyasi baskılardan ve ailesinin kendisini reddetmesinden, evlilik dayatmasından dolayı Avrupa’ya yerleşir. Avrupa’da yoldaşı ve bilge olarak gördüğü, annesi, babası ve kardeşi saydığı, yayında başından vurularak katledilen Ali’nin ölümünün etkisini üzerinden atamaz. Yağmurlu bir günde tanıştığı Ali hayatının dönüm noktası olur. Emine bir yandan da kanser hastasıdır. Hayatta tutunacağı pek az şey vardır. Anıları ve Ali’nin bilge kişiliği bunlardan biridir. Ülkeye dönüp son bir kez Ali’nin vurulduğu yere gitmeye karar verir. Fakat bu konuda git gel yaşamaktadır.

 Avrupa’da eski yoldaşı, psikolojik sorunları olan, bir zamanlar özendiği kendisi gibi olmak istediği Hatice ve eski kocası Hakan, yine eski yoldaşı olan Halil ve karısı Ayşe ile diyalogları birçok konuya ışık tutar. Hatice onu tavırlarıyla bir boşluğa Ayşe ise onu boşluktan alır geri çeker varlıklarıyla.

Mehmet Gül ile romanı, romanda yer alan karakterleri ve vermek istediği mesaj üzerine konuştuk.

 

Kitabınızda bir yandan 12 Eylül cunta dönemini, bir yandan işçi ve ulusal hareketleri, örgütlerin iç çatışmalarını, siyasi baskılardan dolayı Avrupa’ya göç etmek zorunda kalan insanların hikayelerine yer veriyorsunuz. Bunu Emine’nin, yani bir kadının tanıklığıyla yapıyorsunuz. Öncelikle buradan başlayalım. Sizi bir kadının tanıklığıyla roman yazmaya iten sebep neydi? Ve bu zor olmadı mı sizin için?

 

MG- Doğrusu yerinde bir soru. Benim de en çok merak ettiğim konu buydu: Acaba bir kadının bakışıylabu romanı yazabilir miyim, diye çok düşündüm. Bugüne kadar kitabı okuyanların aklına bu soruyu sormak gelmedi. Demek ki başarmışım. Bu konuda soru gelmeyince ben de sizin gibi merak ettim, bir arkadaşıma sordum: Bu kitabı okuduğunda, bir kadın tarafından yazıldığı hissine kapıldın mı?

 “Evet” dedi, “yazar zaten bir kadındır, kitabın bir erkek tarafından yazıldığı hiç aklıma gelmedi. Tebrik ediyorum. Gerçekten büyük başarı.”

Dikkat ederseniz kitabımı, hayatımda büyük bir rolü olan Annem ile Yengemin şahsında Kadın’a ithaf ediyorum. O ithaf yazısının tümünü buraya almak istiyorum: “Hesapsız sevginin pınarı Annem ve Yengemin şahsında, hayat melekesi Kadın’a…”

Bu cümlenin kendisi kadına bakışımı, ona yüklediğim anlamı özetliyor sanırım.Kadın, tarihsel-toplumsal olarak kadın, tür olarak oluşumuzugerçekten borçlu olduğumuz bir varlık. Ama kadın bize, erkek türüne, muhtaç değil, o olmadan da hayatı üretebilir! Bu nedenle, sadece bizi doğurup beslediği, büyüttüğü, hesapsız kitapsız sevdiği için değil, bu önemli fakat daha önemlisi, hayat denilen şeyi, nefes alışımızı, var oluşumuzu gerçekleştiren varlık olması itibariyle ‘hayat melekesidir’ Kadın! Hayatı üretmek, her birimizin varlığını borçlu olduğumuz nefesi var eden, canlı bir varlık olarak enerjimizi borçlu olduğumuz kaynak, ‘gone- meme’ ve ondan soğurduğumuz ‘gan-can’ sadece Kadın’da vardır. Bir bütün olarak ‘hayat’ dediğimiz bu mevhumu üretme meziyeti sadece kadında vardır.

Kürtçede kadının adı candır, hayattır, yaşamdır. Ontolojik olarak bir dilde kadını hayatın kendisi olarak tarif etmek ya da hayatı kadından hareketle anlatmak tesadüf olmasa gerek; tarihin hangi evresinde ve ne zaman tam olarak bilemiyoruz fakat Kürt dilinin oluşumu sürecinde ‘İnsan’, var olmayı, yaşamayı ‘Kadın’ olarak adlandırdı. Ya da Hayat ile Kadın arasında mistik bir bağ kurdu, ikisini birbirinin sinonimi olarak gördü. Denilebilir ki bu anlamda hayat, anlamını kadından almıştır.

Bu meziyeti kadına atfeden İnsan, var oluşuyla birlikte onu sürdürme konusunda da kadını öne çıkardı. Bunu özel bir meziyet olarak gördü; hakikaten öyleydi, erkek denen türde olmayan bir meziyet.

Bu nedenle ben Kadını‘hayat melekesi’ olarak tarif ettim. Yani hayatı var eden ve sürdürebilen… Bu bir meziyettir, asla erkek birinin başarabileceği bir şey değildir. Bu meziyet sadece kadında vardır; doğuştan Kadın, hayat melekesidir; hayatı var eden ve üretebilen yeteneği doğuştan itibaren varlığının bir fonksiyonu olarak genetik yapısında taşıyan varlık…

Bu romanı bir kadının bakış açısıyla yazmamın birinci nedeni bu. İkincisi ise, tarif ettiğim kadının kendisini annemde ve daha sonra yengemde bulmamdır. Annem, hayata bakışımın oluşmasında birincil derecede önemlidir. Kuşkusuz içine doğduğumuz kültür bizi şekillendirdi ancak o kültür içinde ‘ıra’, ‘karakter’ dediğimiz şeyin gerçek kaynağı, annemizdir. En azından benim ve bilebildiğim kadarıyla bütün kardeşlerim için öyledir. Annemiz sadece bizi doğurmadı; bir hamur gibi şekil verdi, nefesinden bize üfledi, adeta yarattı. Zaman zaman kardeşlerimle bir araya geldiğimizde annemizi, babamızı konuşuruz. Kuşkusuz babamızı da severiz fakat söz annemize geldiğinde gözlerimiz bir başka ışır. İnanıyorum ki annemiz bütün çocuklarını eşit derecede sevmiştir fakat nedense biz kardeşler ‘anne en çok beni sevdi’ diye iddiaya gireriz!

Bütün çocuklarını birbirinden daha çok sevdiğini hissettiren bir varlık özel bir varlık olmalı. Hayatının anlamı sadece sevmek olan bir varlık… Hiçbir hesap gütmeden… Hiçbir beklentiye girmeden… Bu tür bir sevgi, ancak kadında olabilir. Annemde bunu buldum, onunla olduğum müddetçe yaşadım, ondan uzakta olduğum zamanlarda hep sıcaklığını hissettim. Annem aklıma geldikçe soğukta ısındım, insana ürperti veren gecelerde cesaret buldum… Kısacası, hayatımın her aşamasında annemi çok özel bir insan olarak hep yanımda gördüm.

Sonra yengem gelir… zor zamanlarda hep yanımda oldu. Zor zamanlar dediğimde durum anlaşılıyor; çok insanın sırra kadem bastığı dönemlerden söz ediyorum. Kendisi için çok zor olmasına karşın, yazdığım bütün mektuplara ‘misliyle’ cevap verdi. Yani ben kaç sayfa yazdıysam yengem de o kadar yazdı. Kimi cezaevlerinde sadece bir yaprağın bir tarafına yazabiliyorduk. O zamanlar pek sorun olmuyordu fakat sonra bir sayfanın iki tarafını yazmanın mümkün olduğu cezaevlerinde kaldım; ben bir A/4’ü ikiye katlıyor ve dört tarafını oldukça küçük harflerle dolduruncaya kadar yazıyordum. Yengem de mecburmuş gibi aynısını yapıyordu. Kuşkusuz O’nun için çok zor bir meşgaleydi fakat bir tek gün bile aksatmadı. Her zaman yazdı…

Yengem, sadece yazmakla kalmadı, mümkün olduğu her yere beni ziyarete geldi. Annem gelemez olunca hep yengem geldi. O zor şartlarda bir yerden bir yere gitmek, cezaevlerinde kuyruğa girmek oldukça meşakkatli bir ameliyeydi. Bu zorluğu çekmek ama hiçbir zaman yakınmamak ancak bir kadının işi olabilir.

Kuşkusuz mücadele içinde de kadının ayrı bir var. 12 Eylül şartlarında kadınlar erkeklere nazaran iki kere eziyet gördü. Hayatın her alanında olduğu gibi o özel şartlar altında da kadın iki kere sorgulandı, eziyet gördü, hatta öldürüldü. Buna rağmen kadın erkekten daha direngen oldu. İnsan iradesinin kırılmaz olduğu söylenir, bu doğru ancak söz konusu kadınsa bu mutlaka doğrudur.

Kısacası hayatın her alanında önde olan ama hep arkada tutulan, almadan veren ve asla yakınmayan böyle bir varlık karşısında eğilmemek mümkün değil. Kendi adıma ne kadar minnet etsem kendimi hep borçlu hissettiğim annem ve yengem şahsında o mucizevi varlık Kadın için ne desem ve ne yapsam azdır, diye düşünüyorum. Bu nedenle de kitabımı ‘hayat melekesi Kadın’aadadım…

 

adsiz-tasarim-1.jpg

 

Kitaptaki kahramanlarınız politik insanlar, fakat politik hedefleri ve umutları süreç içinde göçle beraber bir kırılma yaşıyor. Binlerce Kürt’ün başına gelmiş bir trajediyi kitabınızda işliyorsunuz. Bunu tam olarak sebebi nedir, biraz açabilirmisiz?

 

MG: Cevabını vermişsiniz; ‘binlerce Kürt’ün başına gelmiş bir trajedi’ ya da mültecilik, bir gerçeğimiz. Devrimci mücadeleden söz edildiğinde bu konu atlanırsa eksik kalır. Mültecilik, gerçek anlamda, 12 Eylül ile hayatımıza girdi. Ülkede barınamayanlar ülke dışına çıkmak zorunda kaldılar. Kimisi geri dönmek üzere gitti; Emine’yi derin derin düşündüren konulardan biri de bu. Emine, sadece Ali için geri dönmek istemiyor, bunun yanında, bir gün dönmek üzere çıktıkları yurt dışından dönmenin artık bir retoriğe dönüştüğünü, gerçek anlamda bir dönüşün artık mümkün olamayacağını anlatıyor. Kendi özel durumu, hastalığı, dönme ihtimalini iyice sis perdesinin gerisine doğru itince, mücadelesinde özel bir yeri olan Ali’yi bıraktığı topraklara dönmek, son kez de olsa var olduğu yerleri görmek istiyor.

Kişileri bir tarafa bırakırsak, bütün devrimci hareketlerin tarihinde mültecilik vardır, bu durum Kürtlere özgü değil; Türkiye ve Kürdistan’da şartlar ağırlaşınca devrimcilerin bir kısmı yurt dışına çıkmayı tercih etti. Bu gidişlerin sebebi ortak olsa da şekli farklıydı: Kimisi ülkeyi terk etmeyi reddetti, diyelim ki bizimkiler öyle yaptılar ama ancak bir-kaç yıl dayanabildiler, bir müddet sonra onlar da ülke dışına çıkmayı tercih ettiler. Kimisi ise 12 Eylül şartlarının ilk gününde hatta ondan önce yurt dışına çıkma kararı aldı. Amaç, kayıp vermeden hazırlanmak, günü geldiğinde yeniden ülkeye dönmekti… Sebep ile amaç arasındaki mesafe uzayınca gerek örgütsel ve gerekse bireysel bazda sorunlar boy vermeye başladı. Emine tipik bir örnektir; örgütsel bir çözüm olmayınca bireysel bazda durumu fark ediyor ve kendisine göre bir çözüm üretiyor. Fakat genel durum şudur: ister bireysel ister örgütsel, amaç hasıl olmayınca muhtelif sorunlar boy verir. Bu da insan doğasının gereğidir. Şaşırmamak lazım.

 

Romanınızda Devrimci örgütler arasındaki rekabet ve çatışmalara da yer veriyorsunuz. Romanınızın kahramanı Emine bu çatışmalarda kocası ve abisini yitiyorlar. Bu çatışmalar ve ölenlerin hikayesi size göre tam anlatılabildi mi şimdiye kadar?

 

MG: Kuşkusuz hayır. Yeniden çatışmaların gündeme geldiği şu günlerde bu konuyu ne kadar konuşsak azdır. Ne yazık ki konuşulmuyor. Fakat bizdeki durumun iki veçhesi var: Birincisi, gerçekten siyasal rekabetten kaynaklanan ama siyasal düzeyde tutulamayan çelişkilerin çatışmaya vardırılması ki bunlar bellidir. Üzücü de olsa belli bir noktada durdurulmuş, bu türden olumsuz örneklerin bir daha tekrarlanmaması için gerçekten önemli dersler çıkarılmıştır. İkincisi ise, siyasal bir tutum olarak silahlı mücadele benimsenmiştir ki olumsuz olan, hala devam eden ve büyük bir olasılıkla başka güçlerin de müdahil olduğu kötü durum budur. Bu anlayış sadece kendi dışındakilere değil, zaman içinde kendi içindekilere de yönelmiş, telafisi mümkün olmayan zararlar vermiştir. Romanda dikkat çekilen bu türden bir ‘iç çatışmadır’. Yani, aslında siyasal mücadeleyi silahlı bir çatışma olarak algılayan ve esas olarak ulusal mücadeleyi akamete uğratmak isteyen bir anlayışın ürünü ‘iç çatışmadır’.

 

Kitapta Emine tanık olduğu bir cinayetin izini sürmek, yada hayatının alt üst olduğu bir olay yerine gitmek ve kafasındaki sorulara cevap bulabilmek için ülkeye gitme kararı alır. Fakat kendisi kanser hastası. İlişkide olduğu başta eski yoldaşı Hatice olmak üzere sürgüne gitmiş devrimcilerin birçoğu ya psikolojik ya da fiziksel olarak hasta. Bu dikkatimi çekti. Bu insanları ne veya neler hasta etti?

 

MG: Devrimci mücadelenin kendisi adeta bir ‘hastalık’ halidir çünkü ‘olağan dışıdır’, devrimci mücadelenin henüz kadrolar düzeyinde yürüdüğü dönemde, ‘normalin dışına çıkmak’ özel bir tutumdur. Bu hal ya da bu davranış biçimi, standartlara göre ‘anormaldir’; bu da ‘yerleşik değerlere göre’bir tür hastalıktır!

Devrimcilerin bu anlamda ‘psikolojik olarak hasta’ olduklarını söyleyebiliriz fakat tarihsel ve toplumsal mücadeleler açısından baktığımızda bu ‘sıradışılık’ gayet normaldir. Hatta, bu kuşağa göre, verili koşullarda hiçbir terslik yokmuş gibi yaşayıp gitmek sorunlu bir durumdur. İnsan, ‘bilen’ bir varlıktır; bu özelliği nedeniyle Cennetten kovulmuştur. Özgürlük adına Cennet-i alayı terk eden insan nasıl olur da kendisini bir değirmen taşı gibi öğüten bir siyasal ortama boyun eğer?

Temel soru budur. Bu soruya bugün de yerinde bir yanıt veren insan sayısı oldukça azdır. Yağmurla Gelen Adam kahramanlarının ‘hastalık’ gibi görünen kimi özellikleri, verili düzenden koptuktan sonra oluşturdukları ‘yeni hayatın’ doğal sonucudur. Bu yeni hayatın doğasına ilişkin Ali’den alıntılanan bir ifade durumu gayet güzel açıklıyor. ‘Daha önce devrim yapmadık’ diyor Ali; bu, bir anlamda, ‘el yordamıyla’ yürüyen, bir diğer ifadeyle ilerlemek için yolunu da açmak zorunda olan bir ‘yeni tip insanın’ adeta yapmak zorunda oldukları hatalardır. Bu hatalar ya da bize ‘hastalık’ gibi görünen kimi ‘çelişkili tutumlar’o sürecin doğal sonuçlarından biri…

Mesela Hatice, Emine’nin memlekete dönme isteği karşısında adeta çıldırıyor; gerçekten hasta olan bir insanın memlekete dönmek istemesini anlamıyor. Gayet anlaşılır bir şey öneriyor, diyor ki, tedavini ol, ondan sonra gidersin. Emine ise Hatice’yi ‘anlayışsızlıkla’ suçluyor ve geçmişe gidip, o şartlarda normal karşıladığı birtakım tutumları bugünden bakarak değerlendiriyor ve özel bir anlam yüklüyor. Birinin üslubu sorunlu ötekinin ‘özel şartlar altında’ çıkarımları…

Dikkat ederseniz, Emine’nin Hatice’ye ilişkin görüşlerini diğer kahramanlar yerinde bulmuyor. Gerek Ayşe’nin kendi görüşleri gerek Halil’den aktardıkları ve gerekse Hakan’ın anlattıkları, Emine’nin, Hatice konusunda çok hassas davrandığını gösteriyor. Okuyanlar Emine’yi çok seviyor ve onun Hatice hakkındaki yorumlarını esas alıyor fakat O’nun da bir insan olduğu, hatalar yapabileceği, kimi konuları tam olarak bilemeyebileceğini ihmal ediyorlar. Klasik roman anlatımında ‘kahraman’ hata yapmaz! Ben bu yöntemi tercih etmedim. Olaylara bakışın göreceli olduğundan hareketle herkes açısından bir tek anlatımı değil, kişiye göre ayrı bir anlatımı tercih ettim. Hayatın kendisi de böyledir zaten; onu farklı yaşar ve farklı anlatırız… Sizin bile ‘mükemmel bir insan’ olarak gördüğünüz Ali, Hakan’a göre, epeyce hatası olan biridir!

Fakat şunu söylemeden geçemeyeceğim: Yağmurla Gelen Adam’ın kahramanlarına bakışım, kitabı ithaf ettiğim annemin biz kardeşlere bakışıyla aynıdır. Her biri benim için eşittir ve onları eşit derecede seviyorum!

 

 

Kitabınızda örnek bir Devrimci önder olarak Ali karakteri yer alıyor. Ali tüm yoldaşları üzerinde derin bir etkiye sahip. Ali’nin katledilmesi de romandaki tüm karakterleri derinden etkiliyor. Biraz Ali’den bahsedebilirmisiniz? Ali romanınızın neresinde? Neden bu kadar etkili?  

 

MG:Ali etkili çünkü amaçlarıyla bütünleşmiş, sadece söylemde değil hayatın her alanında ve bütün davranışlarıyla samimi biri. Bu, diğerlerinin samimiyetten yoksun olduğu anlamına gelmez. Fakat biliyoruz ki devrim mücadelesinde ya da herhangi bir disiplinde, bütün bireyler aynı performansı gösteremezler. Bunun çeşitli sebepleri var. Bireysel ve toplumsal gibi…

Ali, örnek bir devrimcidir çünkü tarihsel-toplumsal ve kişisel tecrübesi bakımından bu konumu doldurmaya uygun. Hak ediyor. Sahiplenmiş olduğu mücadele biçimi Ali’nin aile tarihinde yer alıyor.Kürt mücadelesinin her zaman içinde olmuş, bunun için kıyıma uğramış ve sürgün görmüş bir ailenin çocuğu. Birçok insan Kürt milletinin tarihini, mücadelesini okuyarak öğrenmek zorundayken Ali, bu süreci yaşayan insanlardan öğreniyor, çünkü onların içine doğuyor. Kendisi, bir mücadele sürecinin, o mücadele içinde pişen insanların ürünü… Bu büyük bir avantaj. Yani Ali ‘doğuştan şanslı!’ Zaten Hakan Ali’yi anlatıyor; bir yandan iyi geçmişi olan bir aileden geliyor. Öbür yandan iyi bir devrimci, yani çağdaş değerler bakımından yetkin.

Gerçi Kürt toplumunda bu prototipe uygun çok insan var fakat onları bu mücadelenin içinde görmüyoruz. Ali’nin özelliği burada ortaya çıkıyor; bir-kaç kuşak boyunca kendisini ulusal mücadeleye adamış bir ailenin üyesi olarak elindekinin değerini biliyor, bunu yaşamının amacı haline getiriyor. İkincisi, okuyor ve okuduğu süre içinde yeni değerlerle ediniyor: Sosyalizm! Romanda bu konuyu ayrıntılı olarak ele almadım fakat Ali, kendi ailesi şahsında Kürt ulusal mücadelesini sosyalizmle eşitliyor ya da sosyalist değerlerden hareketle kendi özel mücadelesini daha rahat yürütebileceğini düşünüyor.

Kolay olmasa da Ali’nin sosyolojisini şöyle tarif etmek mümkün: Bir yanda, yaşamış olduğu acı tecrübelerden hareketle sahip oldukları en büyük zenginliğin kendi çocukları olduğunu anlamış ve bu nedenle onları iyi yetiştirmek için büyük önem veren, onları özgür ve özgüvenli insanlar olarak yetiştirmek için elinden geleni yapan bir aile geleneği, öbür yanda okuduğu okulda edinmiş olduğu yeni ideoloji ve bu ideolojinin önerdiği yeni toplumsal düzen, sosyalizm! Ali, bu iki tarihsel-toplumsal sürecin ürünü. İçine doğduğu koşulların kendisine verdiklerinin yanında edindiği evrensel değerler ve bu iki konseptin uyumu neticesinde Ali gibi biri‘oluştu’.

Bu ‘oluştu’ sözü, Ali’yi, sanki kendi kimliğinin oluşmasında bir rolü yokmuş gibi gösteriyor. Aslında edindiği kimliğin oluşmasında belirleyici kişi, herkesin sevdiği, saydığı, değer verdiği ve aynı zamanda kendisiyle alay edebildikleri Ali’dir!

Dahası, Ali, belli bir döneme damgasını vuran siyasal mücadelenin ahlaki boyutunu ifade ediyor; bu anlamda sanki ‘tarih dışı’dır, yani hem var hem yok! Var, çünkü yaşayan bir varlık ve herkes onu görüyor, hayat içindeki tutum ve davranışları itibariyle saygı duyuyor, inanıyor, onunla birlikte yürümekten onur duyuyor. Aynı zamanda ‘yok’, çünkü, Ali’nin tutum ve davranışları hayatın kendisi karşısında var olamayacak kadar ütopik! Bu anlamda, Ali, belli bir döneme damgasını vuran mücadele biçiminin ‘değerler bütünüdür!’ Benim daha çok öne çıkarmaya çalıştığım, belli tarihsel ve toplumsal şartlar itibariyle ‘var olması neredeyse imkânsız’ bir olgunun, adeta şartlara karşın var olan, değerlerden ibaret ama hayatı derinden etkileyen ‘devrimci değerler bütünüdür.’ Bu anlamıyla da Ali, bir ‘metafordur!’Hatta bu durum, bütün kahramanlarım için geçerlidir: onlar sadece dokunabileceğimiz, iyi ve kötü yanları olan, bizim gibi hayata tutunmaya çalışan varlıklar değildirler, temsil ettikleri değerler itibariyle tipik birer ‘ruh’turlar! Ya da anlatmak istediğim süreci somut kılmak için mecburen ‘yarattığım’ sübjektif ‘varlıklardır!’

mehmet.jpg

 

Kitabınıza “Politik bir roman” diyebilir miyiz?Politika ile uğraşmış, ilgi duymuş, bedel ödemiş herkesin kendini içinde bulacağı bir kitap diyebilir miyiz?

 

MG: Kitabın politik bir roman olduğu açık. Tahminim, devrimci politikanın içinde olmuş herkes kendisinden bir şey bulacaktır. Buluyor da… Okuyan arkadaşlar arıyor, bizi anlatmışsın, diyorlar. Ben de onu yapmak istedim zaten. Gerek yaşam tarzı gerekse döneme ilişkin tartışmalar her bir devrimcinin tanık olduğu süreçlerdir. Kendilerini bulmaları oldukça normaldir ve benim yapmak istediğim de tam da budur. Bize geçmişimizi unutturmaya, hatta yaşadığımız dönemi görmezden gelmenin yanı sıra, o dönemi kötüleyen, yok saymaya, bugünkü sürecin oluşmasında önemli katkıları olan o ‘fedakârlık çağını’silmeye çalışanlara, kendimizi abartmadan, oldukça gerçekçi bir şekilde hatırlatmaya çalıştım. O dönemi şöyle tarif edebilirim: Emine’ye bakın, olanları anlayacaksınız! Emine, o dönemin tipik bir devrimcisi olarak, artık hayata veda edeceği bir dönemde yani bu hayata veda edeceği bir anda, emeğini, mücadelesini, bireysel hayatını bitiren toplumsal mücadeleyi, arkadaşlarını, kendisini karakter itibariyle yeniden var edenleri düşünüyor! Bu, tarihin her döneminde, çağıyla sorunu olan her insanın anlaması gereken ‘aşkın bir durumdur!’ Ya da sizin deyiminizle‘delilik!’

 

Kitap yarım kalmış gibi geldi bana. Hikâyenin devamını yazmayı düşünüyor musunuz? Emine ülkeye gidecek mi?

 

MG: Emine aslında memlekete döndü. Amaç hasıl oldu yani. Fakat birçok arkadaş O’nun dönüşünü, memleketteki macerasını merak ediyor. Doğrusu, Yağmurla Gelen Adam’da tartışmak istediğim konu, mültecilik şartlarında yaşayan insanları kendileriyle yüz yüze getirmekti. Görüyorum ki okurlar somut sonucu merak ediyor! Emine’nin döndüğünü, memlekette gezdiğini, Ali’nin vurulduğu yere gittiğini, bütün o süreç hakkında da bizi aydınlattığını görmek istiyorlar! Umarım bu beklentiyi de karşılarım.

NOT: Nas Ajans tarafından basılan “Yağmurla Gelen Adam” romanını [email protected] üzerinden temin edebilirsiniz.

v-001.jpg

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.