Tarık Ziya Ekinci: Türkiye, Afrin’de uzun süre kalacaktır

Tarık Ziya Ekinci: Türkiye, Afrin’de uzun süre kalacaktır

Eylem Yılmaz'ın röportajı/Ahval

A+A-

“Yaşayan en yaşlı Kürt siyasetçi” ünvanına sahip Tarık Ziya Ekinci, Şeyh Sait İsyanı’dan bir yıl sonra, isyanın bastırılmasıyla birlikte ordunun Lice’ye girip köyleri yaktığı (sala şewate), yeni doğanlara “sala şewate dünyaya geldi’ dendiği bir zamanda Diyarbakır’ın Lice ilçesinde doğdu. 

Çocukluğunu ağır baskı ortamında Lice’de geçiren Ekinci, Kürtçe konuşmayı yasaklayan Şark Islahat Planı’nın uygulandığı yıllarda eğitimini tamamladı. İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirmesinin ardından tıp ihtisası için Paris’e gitti.

Kürtlere yönelik ret ve inkâr politikasına karşı çıkan, bugünkü modern ulusal demokratik hareketin gelişmesinde öncülük eden Mehmet Ali Aybar’ın liderliğinde kurulan Türkiye İşçi Partisi’yle (TİP) 1965-1966 yıllarında Diyarbakır milletvekili olarak Meclis’e girdi.

Behice Boran, Çetin Altan, Sadun Aren gibi isimlerin yer aldığı TİP’te genel sekreterlik ve grup başkan vekilliği görevlerinde yer aldı. Kendi ifadesiyle; Kürt sorununun çözümü için yürütülen mücadelenin ve Kürt aydınlarının bu mücadele içinde kazandıkları deneyimin hem öznesi hem tanığı oldu.

12 Eylül 1980 darbesinde iki kez Diyarbakır Cezaevi’ne girdi. Cezaevindeki sistematik işkencelerin ve ölümlerin sembolü olan Esat Oktay Yıldıran’ın “Seni bir daha buradan sağ çıkarırsam anam avradım olsun” tehdidiyle tahliye olan Ekinci, dışarıda da sürekli takip edilip, tehdit edilmesiyle ülkesini terk etmek zorunda kaldı.

Sürgün yıllarını Paris’te geçirdikten sonra 1992 yılında Türkiye’ye döndü. Ne ki, arkasında bırakmak zorunda kaldığı ülkesi, ona bu kez de avukat kardeşi Yusuf Ekinci’nin faili meçhul cinayetinin acısını yaşattı.  

Ömrünü Kürt sorunun çözümüne, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesine adayan Tarık Ziya Ekinci için hiç kuşkusuz yazılacak, anlatılacak şey çok… Ona sorulacak sorular da çok… 

Türkiye’nin bugününden hareketle yakın tarihe uzanan bir yolculuğu içeren iki bölümlük bu röportaj, barışa adadığı hayatı, inatla barışı sağlamak için geliştirdiği önerilerinden oluşuyor.

Savaş dolu gündemimiz içinde barışa sığınmak, barışı sağlayabilmek için söz Tarık Ziya Ekinci’de…
 

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY)’nin Süleymaniye kentinde referandumdan önce düzenlenen Kürtler Arası Ortak Konferans'ına gönderdiğiniz mektupta, “Son günlerimi yaşarken bir Kürt devletinin kurulduğunu görmek 92 yıllık hayatımın en büyük mutluluğu olacak” diyorsunuz. Aynı mektupta Suriyeli Kürtleri ise, “Kendi topraklarında vatansız yaşamaya mahkûm edilmiştir” diye anlatıyorsunuz. Bugün Türkiye, Suriye’nin kuzeydoğusundaki Afrin’e müdahale başlattı, referandum da başarısızlıkla sonuçlandı. "Yaşayan en yaşlı Kürt siyasetçi" Tarık Ziya Ekinci, bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyor?

Barışın kurulması açısından son derece üzücü. Ortadoğu’da barışın sağlanması, bütün halkların barış içinde yaşayabilmesi, birinci derecede Kürtlerin bir statüye sahip olması ile mümkündür. Bu kargaşa dünya barışını da tehdit etmektedir.

Dünyanın petrol kaynaklarının büyük bir bölümü Ortadoğu’dan çıkmaktadır. Bu nedenle, büyük ekonomisi olan devletler petrole olan ihtiyacı için burayı her zaman karıştıracaklardır. Örneğin, Rusya ve Amerika Ortadoğu’da bir egemenlik kurma savaşı içinde. Bunlar vekâlet savaşı yürütürken Ortadoğu’da barışı kurmak mümkün değildir.

Bir Kürt devletinin kurulması, herkesin kendi hakkına razı olacak biçimde bir düzenlemenin yapılması, savaş ihtimalini azaltır ve barışı tesis eder.

Bu nedenle Kürtlerin bir statüye kavuşması, Ortadoğu’da barış içinde bir dostluk havasının oluşması dünyanın çıkarları bakımından da, Kürtlerin çıkarları bakımından da önemlidir.

Türkiye, Suriye halkına topraklarını geri vermek için bu müdahaleyi yaptığını söylüyor.

Böyle bir şey olmaz. Çıkamaz oradan. Kendi çıkarınız neyi gerektiriyorsa, kendi barış anlayışınız o günün şartlarına göre neyse onu yapacaksınız. Bunun adı da, doğrudan doğruya kendi adına bir yönetim oluşturmaktır.  

Sağlıklı, tutarlı, kendisiyle uyumlu bir yönetim kuracak. Mesela, El Bab’a girdik, niye çıkmıyoruz? Orada okullar açıldı, camiler yapıldı, müezzinler, imamlar gönderildi…

Türkiye’yle uyum içinde olan bir yönetim oluşturuluyor. Ve oradaki halkın da, memnunlar mı değiller mi bilemiyorum, ama bir itirazları yok. Şimdi Afrin’de de yapılacak olan budur. Kaç yıl sürer, uluslararası ilişkiler ne olur, Rusya’nın isteği neye dönüşür, Cenevre konferansları ne gibi sonuçlar verir bilmiyoruz.

Ama Türkiye oraya girdikten sonra uzun süre kalacaktır. Türkiye’nin ben çıkacağım demesi biraz politik bir söylemdir.

Türkiye’nin Afrin’e müdahalesi üzerine Murat Karayılan, “Afrin’de sokak sokak savaşacağız. Arfin direnişinin sonucu büyük bir zafer olacak. Nasıl ki, Kobane AKP-IŞİD’i yerle bir etti, Afrin’de de AKP-MHP yerle bir olacak” dedi. Türkiye’ye karşı böyle bir gücü var mı? Bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunlar retoriklerdir. Ciddiye alınacak bir tarafı yoktur. Türkiye, büyük bir güçle, orada her tarafı bombaladı. Elinde dünyanın en güçlü obüsleri, bombardıman silahları var. Yüzlerce tankla oraya girmiş.

Bunun karşısında sizin neyiniz var? Birkaç tane kalaşnikof, havan topları filan. Bunlarla Türkiye’yi yenilgiye uğratmaları mümkün müdür?

Şöyle olabilir; eğer hayatını ortaya atmışsa, her türlü tehlikeyi göze alıp savaşı sürdürecekse Karayılan, birçok insan ölecektir. Bu kesin. Bunu kabul ediyorum. Ama nihai zaferi Türkiye’nin elindeki bu büyük güç sağlayacaktır.
Başka bir devlet müdahale eder mi, bunu da bilemiyoruz.

Önümüzdeki Cenevre ve Soçi konferanslarında Rusya, “Yeter, oradaki terörist güçler etkisiz hale getirildi. Türkiye’nin artık ısrar etmemesi gerekiyor” diye bir karar çıkarırsa, bu kararı Türkiye’ye tebliğ edecektir.

Ve Türkiye’ye, “Biz bu işleri dostça halledeceğiz, sizin müdahalede bulunmanıza artık gerek kalmamıştır” diyebilir. Murat Karayılan’ın tek başına Türkiye ile karşı karşıya, bu savaşı sonuna kadar, hiçbir müdahale olmadan bitirmesi ve başarıya ulaştırması mümkün değildir.

Afrin müdahalesinin 2019’da yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri için yapıldığına yönelik yorumlar da var. Türkiye’nin iç siyasetine yansıması nedir, gelecek vadede ne olabilir?

Bu savaştır. Bunu aynı zamanda bu yönde görmek lazımdır. İç siyasette MHP-AKP bloğunun seçimlerde istedikleri sonucu almasında yararı olacaktır.

Nasıl ki, Kıbrıs savaşında Ecevit büyük bir oy oranıyla iktidara geldiyse, ki o güne kadar CHP veya o çizgideki siyaset hiç öyle bir iktidar görmemişti,  bu sonucu sağlayan Kıbrıs Barış Harekâtı olmuştur.

Şimdi Afrin savaşını da bu havaya büründürdüler. “Milli menfaatler bunu gerektiriyor, buna itiraz etmek vatan hainliğidir, barış diye slogan atanlar, kamuoyunda olumsuz etki yaratanlar haindir”, bir yandan mahkemeler işliyor, hemen bir sürü insan tutuklandı.

Öyle bir hava oluşturuldu ki, bu milli bir hava ve herkes fedakârlığa katılıyor. Hanımlar yemeklerini yapıp gönderiyorlar, insanlar şu veya bu şekilde fedakârlığa hazırlanıyor.

Hem iktidar tarafından hem de iktidara yakın güçler tarafından amansız bir kampanya açılmış ve bunun karşısında hiç kimsenin tek söz söylemeye hakkı yok. İnsanlar çok büyük sıkıntı çekiyor… Savaştır bu… İnsanlar ölüyor…

Dediğiniz gibi savaşa itiraz edenlerin tutuklandığı bugün 93 yaşındaki Tarık Ziya Ekinci de barış dediği için tutuklanabilir mi?

Tutuklanırsam, tutuklanırım. Ne yapayım. Sonuçta olan, fiili bir durumun adını koymaktır. Evet, karşısındaki güç bir devlet değildir ve literatürde iki devletin çarpışmasına savaş denir.

Burada öyle bir şey yok, ama bir tarafın büyük bir askeri güç kullanarak bir bölgeyi baskı altına almasının, işgale kalkışmasının adına ben savaş derim.

Yapılan şey; oraya büyük bir askeri güçle girmektir. Bir an evvel, bu işi bitirmek, kökünü kazımak istiyor. Bunun adına Recep Tayyip Erdoğan, operasyon diyor. Ben savaş diyorum. Benim tabirimi beğenmez. Beğenmezse de beğenmez.

Beğenmediği için bana karşı hukuki yolla bir tedbir almayı isteyebilir. İsteyecekse, ben de buna razı olurum. Kendi teşhisim, kendi değerlendirmem, kendi koyduğum isim bana risk getiriyorsa, o riske katlanırım.

Öyle bir duruma geldik ki, artık hiçbir şeyin sınırı yok. Sizin dostça, samimi bir şekilde, bu ülkenin hayrına yaptığınız bir açıklamayı nasıl aksi yönde yorumlar, yorumluyor işte.  

Şimdi seninle yaptığımız bu sohbetin içinden pekâlâ bir cümle çıkarıp; “Bu ifadeyle güvenlik kuvvetlerimizin moralini bozdun, barış istedin, uluslararası hukuktan gelen operasyon hakkımızı kullanmamıza haksızlık yapıyorsun, yanlış diyorsun” der.

Evet, derim. Yanlış yapıyorsun. Yaptığın şey barışa uygun değildir. Bu halkın barış içinde yaşamasına elverişli değildir. Barışın tesisine elverişli değildir, diyorum.

Türkiye’de ne yapılır da bu süreç en az zararla atlatılabilir? CHP-HDP bir yanda diğer yanda Demokrasi için Birlik gibi sivil toplum kuruluşları... Ne yapabilirler?

Türkiye’de, barış güçleriyle, silahlı mücadeleye devam etmeyi göze alan güçler arasındaki denge sorunu çok önemlidir. Bugün barış güçleri, Türkiye’de barışı tesis etmede etkin bir konumda değiller.

Bir defa, siyasi iktidar buna engel oluyor. Barıştan söz edilmesini, Afrin savaşının bir an evvel bitirilmesi talebinin ortaya atılmasını bir suç sayıyor.

Elinde OHAL’in verdiği imkânlar var ve bu imkânlardan yararlanarak, insanların toplu gösteri yapmasına, Anayasa’nın tanıdığı hakları kullanmasına engel oluyor. Dolayısıyla kamuoyu siyasi iktidarın istediği istikamette yönlendiriliyor.

Bunun karşısında siz de hayır, barışçı bir yol arayıp bulmak ve o bölgede sözü geçen devletlerle karşılıklı olarak oturup müzakere etmek, her türlü silah alış verişini durdurmak, her türlü operasyona son vermek gibi bir yolu tavsiye edemezsiniz.

Bunu tavsiye etmede hiç kimsenin maalesef olanağı yok. Oysaki, Türkiye’nin öncülük yaparak, Ortadoğu’da barışı kurması mümkündür. Önce Türkiye’deki Kürt sorununu bitirecek. Kürtlerin istediği öyle çok büyük bir şey yok.

 

Burada şöyle bir geçmiş çıkıyor karşımıza, Cumhurbaşkanı Erdoğan, başbakanlığı döneminde Kürt sorununun çözümü noktasında bir irade koydu ortaya. Abdullah Öcalan’la görüşmeler başladı ve o da, “Artık demokratik mücadeleye geçiyoruz” dedi. Fakat PKK ile yeniden çatışmalı süreç başladı, hendeklere kadar vardı. Bu yaşananlar ortadayken yeniden bir çözüm süreci mümkün olabilir mi?

O günkü şartlarda Recep Tayyip Erdoğan’ın barış sürecini belirli bir aşamaya getirmesi ve sonra; “Durdurdum, bitti” demesinin koşulları çok farklıydı. Şimdi değişti.

Benim öğrendiğime, basından edindiğim bilgilere göre; bir defa PKK savaşın bir an evvel bitirilmesi yönünde irade ortaya koyuyor. Bu söylentiler var. Hatta Murat Belge’nin ‘Ses ve öfke’ yazısında da vardı. PKK’nin içinde büyük bir oranda böyle bir talep var.

Kürtler zaten öteden beri barışçı bir siyasetten yanadır. Silahların sustuğu dönemde doğu ve güneydoğuda bir bayram havası yaşandı. Ekonomi gelişti, insanlar yatırımlar yaptı, yeni binalar yapıldı…

Ondan sonra birden bire savaş çıkınca herkesin sesi soluğu kesildi. Ve şimdi Kürtler matem havası yaşıyor. Hendeklerle büyük can kaybı yaşandı, binalar yıkıldı, asırlık meskenler gitti, çok değerli tarihi binalar yıkıldı. Tüm bunlar büyük bir kayıptı.

Şimdi halkta barış iradesi var ve PKK’de artık bu iradeye karşı çıkamayacağını anladı. PKK artık kabullenmiş, kabul etmek zorunda kaldı.

İkincisi, 30 küsur yıldan beri verdiği savaşın gördüğü gibi bir sonuç vermediğini de idrak etmiştir. Dolayısıyla, Türkiye eğer gerçekten barışçı bir gelişmenin öncülüğünü yapmak istiyorsa, bugün koşullar en müsait konumdadır. Önemli olan bunu istemektir.

İktidar kanadından olumlu bir adımın atılması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeniden çözüm iradesi koyması, 2019 seçimleri de yaklaşırken mümkün mü?

Recep Tayyip Erdoğan, gerginlik siyasetini güdüyor. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin varlık göstermesi, AKP’nin tek başına iktidar olmasını önleyen bir faktördü. AKP gerginlik siyasetini yürüterek bu noktaya geldi.

Şu an gerginlikte en uç noktaya gelmiş durumda. Bundan daha fazla toplum gerilemez. Daha çok gerdiğiniz takdirde toplum patlar. En büyük isteği 2019’da yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçiminde arızasız olarak yüzde 51 aşıp, tek başına cumhurbaşkanı olmak.

Bu, büyük oranda mümkündür. Zaten anayasayı değiştirmiştir, yeni bir rejim kurmuştur. Tek başına iktidar olacaktır. Tek başına iktidarı kaç yıl sürecek ve nasıl bir iktidar sürdürecek henüz net olarak bilinmiyor ama şimdiki uygulamalardan anlıyoruz ki, otoriter bir düzen olacak, kolay kolay kimse sesini çıkaramayacak.

Ama ekonomi buna ne kadar el verir? Ekonomi bozuldukça baskı artacak, baskı arttıkça ekonomi bozulacak. Ticari yaşam alt üst olacak. Ve bunun için ne yapacak; daha çok baskı, yeni yeni savaşlar…

Bunların da kendisi için hiçbir yararı olmayacağını zaman içinde görecektir; kaybedecek olan kendisi ve partisidir. Belki, parti içinde aklı başında, geleceği düşünebilen kadrolar çıkar ve tek bir kişinin söylediklerinin her zaman doğru ve mutlaka yerine getirilmesi gereken bir görüş olarak kabul edilmemesine, demokratik ortamın oluşmasına imkân vermek gerektiğine inanabilirler.

Toplumda da farklı bir düşünce olabilir ve iktidarı kaybedebilir. Ama bunlar uzun zaman kaybettirir Türkiye’ye. Türkiye halkı AKP’nin kuracağı bu yeni iktidarda çok sıkıntı çekecektir. Şimdi çektiği gibi…

Bahsettiğiniz bu tablonun değişmesi, demokratik bir değişimine evrilebilmesi için bir tavsiyeniz var mı?

Şimdiye kadar olmadı ya, hukuk devleti düzeninin yeniden kurulabilmesi olur. Evrensel nitelikte demokratik bir hukuk devletinin kurulması çok zaman alacaktır. Yeni bir siyasi gücün çıkması, yeni kamuoyu oluşması gerekir.

Bugünkü kamuoyuyla Türkiye’nin bir adım ileri atması mümkün değil. Barış isteyen birkaç kişinin talepleri sınırlı kalmaktadır. Bunun öncülüğünü HDP yapıyor. HDP’yi de darmadağın, perişan etti. HDP’nin en güçlü liderleri bugün tutuklu ve hareketsiz, cansız kalmıştır.

Örneğin, anayasanın oylanması sırasında hemen hemen hiç çalışamadılar. Kürtlerin, otoriter bir rejime götürecek olan bu anayasaya toplu halde hayır demiş olması, gelecekleri bakımından büyük bir garantiydi.

Herkes oturup düşünecekti. Türkiye’nin içinde yaşayan bu topluluk demokrasi istiyor, demokrasi dışında hiçbir şekilde bunları tatmin etmek, huzur sağlamak mümkün değil diyeceklerdi. İktidarda kim olursa olsun buna önem verecekti ama olmadı.

Bir yandan da Barzani geldi, kendi otoritesini kullanarak ona bağlı olan aşiretlerin oylarını evet yönünde kullandırdı, Recep Tayyip Erdoğan’dan yana hareket etti.

Birkaç kez Türkiye’ye gidip geldiğini duydum. Özellikle hudut bölgesindeki köylerde aşiretlerle temas etti. Anayasanın geçmesi için büyük gayret gösterdi.  Ondan sonra referandumda da başına geleni gördü, ilk muhalefeti Recep Tayyip Erdoğan’dan aldı.

Kuzey Irak referandumunda ortaya yüzde 92 gibi bir oranda bağımsızlık iradesi ortaya konuldu. Fakat bugün bu irade kâğıt üzerinde duruyor. Bu irade nasıl değerlendirilir? Ortadoğu’da yaklaşık 40 milyon gibi bir nüfusa sahip olan Kürt halkının bölgede huzur içinde yaşaması ne yapılır da sağlanır?

Kürtlerin huzur içinde yaşamasını sağlamak demek Ortadoğu’nun huzura kavuşmasını sağlamak demektir. Ortadoğu’nun huzura kavuşması demek, dünyada barışçı bir dönemin açılması demektir.

Bunu, burada sözü geçen büyük devletlerin oturup, karşılıklı olarak çözmesi lazımdır. Başka çaresi yok. Süleymaniye’ye gönderdiğim mektupta, Kürtlerin bulundukları bölgelerde oradaki halkların demokrasi güçleriyle birlikte mücadele etmelerini tavsiye ediyorum. Bunu çok önemsiyorum.

Bunun sonucunda ortaya bir Kürt devleti çıkarsa bu mutluluk vericidir. Hiç olamazsa bir nirengi noktasıdır. Diğer bölgelerin daha çok gelişmesine, gerektiğinde de uluslararası alanda mesela, Birleşmiş Milletler (BM)’de savunulmasına olanak sağlayacaktır.

Siz bu mektupta Birinci Dünya Savaşı’nda Irak’ta ayrı Suriye’de ayrı Arap devletlerinin kurulmasını ve bu süreçte Kürtlerin dışarıda bırakılmasını anlatıyor, “Kürtler ciddiye alınmadı” diyorsunuz. Bugün, o dönem İngiltere ve Fransa’nın yaptığının bir benzerini ABD ve Rusya yapıyor diyebilir miyiz?

O günkü durum çok farklıydı. O zaman feodal bir düzen söz konusuydu. Toplulukları yönetme yetkisi o feodallerin, Kürt ağalarının veya aşiret reislerinin elindeydi.

Bugün birçok bölgede, Türkiye’de de artık feodal beylerin güçleri kalmadı. Çünkü tarımda kapitalist ilişkiler kuruldu. Bu kapitalist ilişkilerle beraber köylü diye bir şey kalmadı.

Eskiden yüzde 90’lara varan köylülük nüfusu, bugün artık çok gerilerde ve büyük oranda şehirlere aktılar, işçi haline geldiler.

Aynı şekilde, Suriye’de de şartlar çok değişti. Özellikle bu iç savaştan sonra Kürtler örgütlenebildiler. Bu örgütlenme feodalite bazında değil, bireyler bazında, aydınların öncülüğünde olan bir örgütlenmedir.

Demokratik platformu savunmaları, ülkelerindeki demokrasi güçleriyle hareket etmeleri mümkündür, bu Türkiye’de de böyledir. Türkiye’de de bu koşullar PKK müdahale etmediği takdirde vardır. Türkiye’de Kürtler demokrasi güçleriyle el birliği yaparak, HADEP gibi, güçlü bir siyasi parti oluşturabilir. Benim idealim de budur.

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.