Celâl Temel

Celâl Temel

Yazarın Tüm Yazıları >

Osmanlıyı Dağıtan, Ermenileri Umutlandıran, Kürdleri Kaygılandıran, Büyük Travmalar Yaratan Berlin Antlaşması

A+A-

Celal Temel

Celâl Temel

 

      1878-1918 yılları arasındaki kırk yıllık Geç Osmanlı Dönemi (II. Abdülhamid ve İttihat-Terakki dönemleri), bu gün içinde yaşadığımız toplumun kaderinde önemli rol alan bir süreçtir. Yaklaşık yüz elli yıl önce, Çarlık Rusya’sı ve Osmanlı İmparatorluğu arasında 1877 (1293) yılında gerçekleşen ve Osmanlının büyük yenilgisiyle sonuçlanan savaş (93 Harbi) sonrasında, 3 Mart 1878 tarihinde, Rus Çarlığı ile Osmanlı Devleti arasında Ayastefanos ((Yeşilköy) Antlaşması imzalandı. Ancak dönemin büyük emperyal gücü Büyük Britanya’nın itiraz üzerine bu antlaşma iptal edilerek, 13 Temmuz 1878 tarihinde, Batılı devletlerin de taraf olduğu Berlin Antlaşması imzalandı.

       Osmanlı İmparatorluğu, Rusya ve Batılı devletler arasındaki birçok konuyu düzenleyen bu antlaşmaya göre, Balkanlarda Romanya, Sırbistan, Bosna-Hersek ve Karadağ imparatorluktan tamamen koparken Bulgaristan özerk bir yapıya kavuştu. Kafkaslarda ise Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Sarıkamış, Rusya’nın egemenliğine girdi.  Ayrıca Büyük Britanya, antlaşmada bazı maddeleri Osmanlı Devleti lehine düzelttirdiği için rüşvet olarak Kıbrıs’ı aldı!

       Osmanlı Devleti’nin, Balkanlarda ve Kafkaslarda aldığı ağır yenilgi, büyük toprak kaybına yol açarken büyük göç dalgaları da yarattı. Balkanlardaki Müslümanlaşmış halklar (Boşnak, Pomak, Arnavut) ile Kafkaslardaki Çerkes, Karapapak, Tatar, Gürcü gibi halklar Anadolu’ya göç ettiler. Bir milyona yakın insanın Anadolu’ya göçü, Anadolu’daki Müslüman nüfusun artmasını sağlarken bu durum, Anadolu’da homojen Müslüman-Türk nüfus oluşturmayı planlayan Osmanlı politikasına yaradı. Anadolu’daki Gayrimüslimler de ters göçe zorlandı. Bu daha sonra, 1912-1913 Balkan savaşları sırasında, büyük mübadeleye dönüştü.

        64 maddelik antlaşmanın, 23. Maddesinde, Vilâyat-ı Şarkiye bölgesinin Avrupalı büyük güçlerce denetleneceği belirtiliyordu. Ayastefanos Antlaşması’ndaki 16. Madde ise Berlin Antlaşması’nda 61. madde olarak aşağıdaki gibi düzenlenmişti:    

       “Madde 61-) Bâb-ı Âli, ahalisi Ermeni olan eyalette (vilayette), mahalli şartları gereği, ihtiyaç olan ıslahatı gecikmeden yapmayı ve Kürtler ile Çerkezlere karşı huzur ve emniyetlerini korumayı taahhüt eder ve bu konudaki tedbirleri sırası geldikçe devletlere bildireceğinden, adı geçen devletler de bu tedbirlerin tatbikine nezaret edeceklerdir.” [1]    

       Osmanlının “Vilâyat-ı Şarkiye”, Ermenilerin “Batı Ermenistan-Osmanlı Ermenistan’ı”, Batılıların Six Armenian Vilayats veya Tukish Armania (Türk Ermenistan’ı) dedikleri Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbekir, Mamuretülaziz (Elâzığ) ve Sivas vilayetleri, güneyde Mardin ve Hakkari’den başlayarak, kuzeyde Kafkaslara, Karadeniz yakınlarına kadar uzanıyordu ve bugünkü Türkiye coğrafyasına göre 23 ili kapsıyordu.

      Osmanlı, ortalama olarak, %25 civarında Ermeni nüfusun yaşadığı belirtilen bu vilayetlerde, Batılıların baskısıyla, Ermeni reformu yapmayı ve Ermenilerin, Kürdlere ve Çerkeslere karşı emniyetini sağlamayı taahhüt ediyordu. Antlaşmada Kürdlerden, Kürd reformundan söz edilmemesi (ya da Ermenileri onlardan korumak için söz edilmesi!) dikkat çekiciydi. Ermeni Meselesi ilk kez bu antlaşmayla uluslararası bir mesele durumuna gelirken bu altı vilayette Ermenilerden daha büyük çoğunluğa (bazı vilayetlerde, örneğin Diyarbekir vilayetinde iki-üç katı) sahip olan Kürdlerde büyük hayal kırıklığı yarattı.

       Sultan Abdülhamid, antlaşmayı, savaş mağlubu olarak imzalamıştı. Buna karşın Abdülhamid’in, Kürd-Ermeni çekişmesine yol açacağı için, 61. maddeye karşı çıkmadığını iddiası de vardı. Bazı Ermeni çevreleri, bu antlaşmanın, gelecekte onları özgürlüğe taşıyacağına inanırken antlaşmayı yetersiz bulan Ermeni çevreleri de vardı. Taşnaksutyun üyesi, Ermeni yazar Garo Sasuni, başka bir bakış açısıyla, “Her ne kadar Osmanlı Devleti ve II. Abdülhamid, bu antlaşmayı zorla imzalasa da 61. maddenin bu şeklinden memnundular.” diyor ve şunları yazıyor:

     “Berlin Antlaşması, Ermenilerle Kürdler arasındaki uçurumu daha da derinleştirerek iki ulusun da yok olmasını planlayan Osmanlıya büyük olanaklar sağladı. Böylece Osmanlı, uluslararası anlaşmazlıklar ve diplomatik oyunlardan faydalanarak reformları geciktirme konusunda amacına ulaştı; Ermenistan ve Kürdistan’da kışkırtılmış, incitilmiş bir muhalefet yarattı.”[2] 

       1880 Şeyh Ubeydullah Hareketi’nin daha gerçekleşmediği, Hamidiye Alaylarının henüz kurulmadığı[3] bir sırada imzalanan bu antlaşma Kürdleri huzursuz edince ve nüfusla ilgili çelişkili veriler ortaya konunca konuyu araştırmak ve bölgede incelemeler yapmak üzere bir komisyon oluşturuldu. Eski Osmanlı subayı, Kürd yazar M. Emin Zeki Bey bununla ilgili olarak şöyle yazıyor:

       “Ünlü Berlin Antlaşması’ndan sonra İngiliz General Beyker Paşa, Şurayı Devlet Başkanı Kürd Said Paşa ve Ermeni Minas Efendi’den oluşan karma bir konsey Kürdistan’a, halkın etnik yapısını belirlemek üzere gönderildi. Konseyin hazırladığı raporda, Diyarbekir Vilayet nüfusunun 840 bin olduğu ve bunun 600 bininin Müslümanlardan oluştuğunu dile getirdi.” [4]

       Başta İngiltere olmak üzere konferansa katılan devletler, Şark’taki nüfusla ilgili olarak Osmanlı Devleti verilerine güvenmiyor, Ermeni verilerini de abartılı buluyordu. Bu yüzden, M. Emin Zeki Bey’in yukarıda belirttiği komisyon Diyarbekir’de bir araştırma yaptı. Komisyonun belirlediği 600 bin Müslüman’ın çoğunun Kürd olduğu, Müslüman olmayan 240 bin kişinin bir kısmının da Rum, Süryani-Keldani olduğu göz önüne alınırsa Diyarbekir’de Kürd nüfusun Ermeni nüfusun en az iki-üç katı olduğu anlaşılıyordu. Buna karşın Diyarbekir’in önemli bir bölümünün de[5] Ermeni bölgesi ilan edilen altı vilayete dâhil edilmesi, Ermenilerle Kürdler arasındaki çelişkiyi büyüttü.

      Diyarbakırlı Yazar Şevket Beysanoğlu, daha önce Müslümanlarla Ermeniler arasındaki dostane ilişkilerin, Berlin Antlaşması sonrasında tamamen bozulduğunu belirtiyor ve o günleri yaşayanlara dayanarak Diyarbekir’deki durumu şöyle anlatıyor:

      “Diyarbekir’de Hristiyanlar 93 Harbi’nden sonra bütün ticaret ve sanayi ellerine almışlardı. İthalat ve ihracatı onlar yapıyordu. Okulları yaygındı. Hiçbir Gayrimüslim yoktu ki, ailesinden bir-iki kişi İngilizce veya Fransızca bilmesin. Ermeniler, Rumlar, Süryaniler peş peşe büyük kiliseler inşa ettiler…

       Antlaşmadan sonra, Ermeni esnafın Müslüman halka karşı tutum ve davranışının bile değiştiği, soğuk, asık suratlı, saldırgan bir tutum takındıkları görülüyordu. Devlet dairelerinin birçok yerlerine Ermeni memurlar yerleştirilmeye başlandı…

        Ermeniler, Amerika ve Avrupa’dan kendilerine yabancı konsolosluklar vasıtasıyla gönderilen neşriyatı okudukça, hayallerinin gerçekleşeceğine inanıyor ve faaliyet sahalarını genişletmeye, silahlanmayı hızlandırmaya çalışıyorlardı.”[6]

        Yalnız Diyarbekir değil, Bitlis, Mamuretülaziz, hatta Van vilayeti genelinde de Kürd nüfus çoğunluğu varken antlaşmada, Kürdlerin yok sayılması, Van’daki İngiliz Konsolosunun da dikkatini çekmişti. 1880 yılında, bu konsolos ile yörenin yetkilisi bir Osmanlı paşası arasında bu antlaşmayla ilgili olarak yapılan bir görüşmede paşa şöyle diyordu:

     “… Reform planına çok yanlış bir şekil verilmiş ve planın uygulanışı çok yanlış olarak gerçekleştiriliyor. Çünkü bu reform projesinde yalnız Ermeniler ve Süryaniler, başka bir deyişle yalnız Hristiyan unsurlar ele alınıp, Kürd unsuru ‘vahşi, başıbozuklar’ olarak nitelendirilerek bütünüyle reform planının dışında bırakılmışlardır. Buranın en eski yerleşik halkı olan Kürdler incitildiklerinden büyük tahribatlar doğurabilir.” [7]

      Bu görüşmeden sonra konsolos, endişelerini içeren bir raporu İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliğine göndermişti. Berlin Antlaşması, Ermeni meselesini uluslararası düzeye çıkarırken Ermeniler için bir umut oldu ve Ermeni milliyetçiliğinin gelişmesine büyük katkı yaptı. Buna karşılık antlaşma, ulusal bilinç sahibi Kürdler için endişe kaynağı oldu. Genç Türk akademisyenlerden Barış Ünlü de bu durumu şöyle değerlendirmektedir:

     “Kürtlerin durumu, bu Müslümanlık duygu-bilincine ve Abdülhamid’in bu duygu-bilinci nasıl bir devlet politikası hâline getirdiğine iyi bir örnektir. Binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan, yine binlerce yıldır aşağı yukarı aynı topraklarda yaşayan Ermeniler tarafından kovulma korkusu yaşıyorlardı. Bu korkularında haklıydılar; çünkü söz konusu güçler meseleye sadece Ermeni meselesi olarak bakıyor, aynı coğrafyada yaşayan Kürtleri neredeyse yok sayıyorlardı. Kürdistan/Ermenistan topraklarında misyonerlik faaliyetlerinin artan etkisi özellikle Sünni Kürtleri endişelendiren bir başka etkendi.” [8]  

       Ermeni Araştırmacı Ara Sarafian da bu duruma dikkat çekerek, devletin durumu lehine çevirmek için, Hamidiye Alaylarına giden süreci başlattığını belirterek şöyle bir değerlendirme yapıyor:

       “Ermenilerle yan yana yaşayan Müslüman Kürt toplumuna benzer haklar Osmanlı yönetimi tarafından tanınmadı. Dolayısıyla, Ermenilerin maddi durumları düzelirken Kürtlerin durumunda bir değişiklik olmadı. Bu ayrım iki halk arasında gerilime neden olurken devlet tarafından da bu gerilim kendi lehine kullanıldı. Osmanlı yönetimi birçok Kürt aşireti mensubunu Hamidiye Alaylarına asker olarak aldı ve onları Ermenilere ve diğer Kürt aşiretlerine karşı kullandı.”[9]     

        Sarafian’ın bu değerlendirmesi dikkat çekicidir. Bu antlaşmanın imzalandığı 1878 yılından 13 yıl sonra, 1891 yılında Hamidiye Alayları kurulduğuna göre, bu süreci hazırlayan etkenlerden, belki de en önemlisi Berlin Antlaşması’dır.  Açıktır ki, daha önce bazı sorunlar olsa da Ermenilerle Kürdler arasındaki en önemli ayrılık/yarılma, bu antlaşmayla başladı. Bu antlaşmaya göre Hristiyan Batı dünyası Ermenilerin yanında yer alırken onları Kürdlerden korumak için Osmanlı Devleti’ne, Abdülhamid’e ev ödevi veriliyordu. Bu durumda, Kürdlerin Abdülhamid’e sığınmaktan, gerçek olmasa da ona “Bavê Kurdan” (Kürdlerin Babası) demekten başka çareleri de kalmıyordu...

       Bu antlaşmanın imzalandığı sırada padişah olan Abdülhamid, dönemdeki Kürd-Ermeni ilişkileriyle ilgili olarak şu ilginç belirlemeyi yapıyor:

      “Şark eyaletlerimizdeki Ermeniler, şikâyetlerinde çok defa haklı olsalar da mübalağa ettiklerini söylemek gerekir. Ermeniler hiç hissetmedikleri bir acı için ağlar gibiydiler. Büyük devletlerin arkasına gizlenip, en ufak sebeple yaygara koparan, nazlı ve korkak bir millettir. Kürdler ise aksine kuvvetli ve kavgacıdırlar. Çobanlıkla geçinen bu vahşi ve sert adamlar, tarihi bilinmeyecek zamanlardan beri bu eyaletlerde yaşamış olduklarından Ermenilere yabancı gözüyle bakarlar. Buralarda Kürtler daima efendi, Ermeniler uşak addedilmiştir. Bu sebeple bu eyaletlerdeki vaziyetimiz çok naziktir.” [10]

         Osmanlının (Abdülhamid veya İttihat-Terakki), antlaşmada vaat edilen ıslahatları yapmaması, Ermenileri oyalaması, hep çatışmalara neden odu. Ermeni ihtilal örgütleri de bu süreçlerde pek çok hatalar yaptılar. Pek çok gözlemci, bu antlaşma ve sonuçlarının 1915’e giden sürece de önemli bir etki yaptığını belirtmektedirler.

       19. yüzyılın başlarından itibaren, Hristiyan Misyonerler (kara kalpaklılar), Osmanlı Devleti Yöneticileri (kırmızı kalpaklılar), Şeyhler (yeşil sarıklılar), Batılı Devlet Yöneticileri (mavi kalpaklılar), yüzyıllarca birlikte yaşayan, “aynı havayı, aynı suyu paylaşan iki kardeş halk” diye nitelendirilen, birçoğu akrabalıktan daha güçlü kirvelikle birbirine bağlı iki halkın arasında uzlaşmaz çelişkiler yarattılar.

        Tüm bu olanların yanında, iki halkın karşılıklı hataları ve dinin de ayırıcı etkisiyle, bu çelişkilerin fitili, 1878 Berlin Antlaşması’yla ateşlendi ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında alev aldı; yandı, bitti kül oldu; işlem tamamlandı!..

      Ve bölgenin iki kadim halkı da kaybetti... 

   


[1] Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. YY’dan Günümüze Ermeni-Kürt İlişkileri, Pêrî Yayınları, s. 152

[2]  Sasuni, age, s. 153-154

[3] “Batılıların onayıyla Kürdler dışlanıp böyle bir antlaşma yapılmasıydı, Kürdler Abdülhamid’e bu kadar yaklaşıp ona ‘Bavê Kurdan’ demezlerdi; belki Hamidiye Alayları bile kurulmazdı.” değerlendirilmesi yapılabilir.

[4]  M. E. Zeki Bey, age, 2013, s. 47

[5] O sırada, Diyarbekir vilayetinin sınırları, Mardin’in güneyine, doğuda Siirt’e, güneyde Cizre’ye kadar uzanıyordu.

[6] Şevket Beysanoğlu, Anıtları ve Kitabeleriyle DİYARBAKIR TARİHİ, 2. Cilt, Diyarbakır Belediyesi Yayınları, 1990, s. 700-701

[7]  Naci Kutlay, İttihat-Terakki ve Kürtler, Koral-Fırat Yayınları, 1991, s. 13

[8]  Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Oluşumu, İşleyişi ve Krizi, Dipnot Yayınları, 2018, s. 95

[9]  Ara Sarafian, ANF News Agensy, 16 Ekim 2011

[10]  Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıralarım, Dergâh Yayınları, 1975, s. 84

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.