Yazar Yıldız Çakar: Bize unutturulmuş gerçekliğimiz lazım

Çakar, "Şiir beni daha geniş yollara, romana götürdü. Kadın dünyası beni bu yolda yürüten şeydi. Bize unutturulmuş gerçekliğimiz lazım, bize bu arayışımızın sebepsiz olmadığı inancı lazım" dedi.

Yıldız Çakar şiirlerini ve romanlarını hep Kürtçe yazdı. Şimdi şiirleri, romanları uluslararası tiyatrolar tarafından uyarlanıyor. İngiltere'deki Kraliyet Shakespeare Tiyatrosu ve Almanya'daki Maksim Gorki Tiyatrosu’nun oyun yazarları kadrosunda yer alan Çakar ile Kürtçeyi, edebiyatı, yaşamını, kadınlığı konuştuk. Çakar, "Şiir beni daha geniş yollara, romana götürdü. Kadın dünyası beni bu yolda yürüten şeydi. Bize unutturulmuş gerçekliğimiz lazım, bize bu arayışımızın sebepsiz olmadığı inancı lazım" dedi.

Jînda Zekioglu

Sokakta yan yana yürüdüğün, dolmuşta yanına oturduğun, asansörde karşılaştığın, kuyrukta sıra beklediğin, aynı barda eğlendiğin, eylemde omuz omuza slogan attığın, aynı Allah’a dua ettiğin binlerce kadınla, bu dünyanın derdinin yarısını paylaştığını düşündüğünde acın önce sızlayıp sonra hafifler. Paylaşmaktan!
Yıldız o karşılaşıp geçtiğiniz milyonlarca kadından biri.

Sırtındaki bıçak yarasından haberiniz olmaması sizin suçunuz değil.

Ama onun şiirlerini okur kederlenirseniz, romanlarındaki dünyadan çıkmak istemezseniz, onun yazdığı tiyatro oyunundan çok etkilenirseniz bilin ki, yanınızdan az önce geçti.
Öyledir Yıldız gibi kadınlar. Zifiri karanlıkta dahi parlar, sessizlikte tınlarlar.

Birazdan okuyacaklarınız öyle sert ki, okumayı yarıda kesebilirsiniz. Dayanamayabilirsiniz. Bu dayanılmaz yaşam hikayelerini dinlerken hep şöyle düşünürüm; benim sızlayan kalbim, onunsa ömrü…

1978’de Diyarbakır’da doğdu Yıldız Çakar. Şiirlerini ve romanlarını hep Kürtçe yazdı. Şimdi şiirleri, romanları uluslararası tiyatrolar tarafından uyarlanıyor. İngiltere’deki Kraliyet Shakespeare Tiyatrosu ve Almanya’daki Maksim Gorki Tiyatrosu’nun oyun yazarları kadrosunda yer alan Çakar ile Kürtçeyi, edebiyatı, yaşamını, kadınlığı konuştuk.

Gerçek adın Rojan’mış. Nasıl Yıldız oldun sonra?

Evet gerçek adım Rojan. İlkokulu bu isimle okudum. Okul bitiminde diploma düzenlenirken okul müdürü beni yanına çağırıp bu Kürtçe isimle diploma hazırlayamayacağını söyledi. Okula çağrılan babama ismimin değiştirilmesi gerektiğini söyledi. Nüfus müdürlüğüne giden babamdan o an Türkçe bir isim seçmesi istenince, bana sorma şansı olmadığı için o an orada Yıldız demiş. Evde ve sokakta hiç kullanılmadığı için annem başlarda Yıldız’ın kim olduğunu tamamen unutmuştu. Bir gün okul arkadaşlarım kapımıza gelerek ‘Yıldız evde mi?’ diye sorunca ‘Burada yok öyle biri’ deyip arkadaşlarımı geri çevirmiş hatta. Eve kızgın biraz da üzgün bir şekilde gelerek anneme arkadaşlarıma neden böyle demişsin dediğimi hatırlıyorum. Annem ‘E Yıldız da kim?’ demişti. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Anneme boşuna kızdığımı anladım…

İki isim arasında kaldım. Kendimi tanıtırken hangi ismi kullanacağımı bazen bilemedim. Resmi ve yazılı olan ismim Yıldız olarak kaldı fakat ‘Bilinmeyen! dildeki’ yazılı olmayan ismim sürekli büküldü. Kim nasıl duydu ya da söylemek istediyse öyle söyledi. Kimisi Rojan, kimisi Roşan, kimisi Rojda, ya da Rojê dedi. Bazı yabancı arkadaşlarım Roj diyor… Kürt halkının çocuklarının isimleri de böyle oluyor.

Sondan başlayacağım. Edebiyatına şimdi gerçek anlamda sürgün de eklendi. Göç sana yeni neler öğretti?

Aslında sondan değil ta en başından başladın. Çünkü ailece hikayelerimizin hepsi sürgünle başlıyor. İlk sürgünlük hikayelerini babaannem ve anneannemden dinledim. Şeyh Said serhildanında Karacadağ bölgesinde belli yerlerde çatışmalar yaşanmış. Bu olaylarda askerler dedemi öldürmüş. Ailenin malları talan edilmiş. Bütün aile Diyarbakır ovasına inmek zorunda kalmışız. Büyük dedemizin nasıl öldürüldüğünü, ailemin sürgünlüğünü ve öncesinde büyüklerimizin Karacadağ’daki hikayelerini yıllarca dinledim. Onları dinlemek, benim için yeni bir düş dünyası, yeni -aslında eski- bir zamanda yolculuğa çıkmaktı. Karacadağ’ın güzelliğini, Kewê Gozelin sesini, dedemin güvercinlere olan sevdasını, özellikle ailedeki bütün kadınların at sahibi oluşunu, her evin kendine has develerinin oluşu bana birer masal gibi gelirdi…Ve tabi sürgünlüğün getirdiği zor hayatlar, sadece kız çocukları olan dedemin kızlarının hepsinin küçük yaşta evlenmek zorunda kalmaları ve dağılmaları başka bir keder…

Ve sonraki kuşak yaşıyor benzerlerini…

Bu hikayeler ile büyürken günün birinde büyüklerin kaderini farklı zaman ve mekanlarla tekrardan yaşayabileceğini düşünemiyorsun. Bazen anlatılan acının içine girip orda kalıyor ya insan, ben de belli bir yaşa kadar kalmıştım orada. Lakin daha fazlası çıkınca karşıma, oradan yenisine geçmiştim. İkinci sürgünlük; ben daha 15 yaşındayken ailem ile beraber çıplak ve kanlı ayaklarla Diyarbakır’ı terk etmek zorunda kalışımızdı. Bu sürgünlüğün tarifi yok… Korkunçtan da öte bir şeydi benim için.

‘BİRİ BOYUNLARINI KESİN DİYE BAĞIRIYORDU

Ne oldu o gün?

1995 yılının bir bahar sabahı, elleri silahlı satırlı kişiler, tekbir getirerek evimize saldırdı. Sabahın o erken saatlerinde çoluk çocuk daha yataklarımızda uyurken bizi öldürmek için kapımızı kırıp içeri daldılar. Öncesinde küçük kardeşim Zozan, tatlıcının sesini duyunca annemden halka tatlısı almasını istemiş, annem de her sabah halka tatlısı satan çocuktan birkaç tatlı alıp küçük kardeşlerimin önüne koymuştu. Saldırı anında ev kan gölüne dönerken, kapıda gördüğüm üç kişiden biri bağırıyordu, ‘boyunlarını kesin’ diye. 9 yaşından büyük herkesi bıçakladılar. Hala yaşadığımı anlayan katil bir daha dönerek elindeki koca bıçağıyla bana tekrar vurmaya başladı. Yüzüm kanlar içinde olduğu için ve o kadar çok sırtıma bıçağı indirdiği için benim ve kardeşlerimin artık öldüğünü düşünerek bizi öyle bırakıp gittiler. Evdeki herkes kanlar içinde, ölüme bırakıldık. Sadece birkaç kez gözümü açtım. Kız kardeşim elleri tatlı tabağında öylece donmuş bana bakıyordu. Tam karşımda. Ölü gibi bakıyordu. Oysa biz ölüyorduk ve o bizi izliyordu. Ölüme şahitlik eden daha çabuk ölüyormuş. Böyle hissetmiştim.

Diğer kız kardeşim yüzü koyun yerde kanlar içinde yatıyordu. Başından darbe almıştı. Bütün yorgan kırmızıya boyanmıştı. Erkek kardeşim kanepede elinin ortasında açılmış olan koca bir delikten fışkıran kanı durdurmaya uğraşıyordu. Her şey o kadar hızlı oldu ki. Gözlerim bir kameranın objektifi gibiydi. Bunların hepsini birkaç saniye izleyebildim. Fakat gözlerim duvarın dibinde elleri tatlı tabağında kalan iki kardeşimde kaldı. Korku ya da şok değildi, onların yüzündeki ifade başka bir şeydi. Neydi hatırlamıyorum. Bir iki kez ismiyle çağırdım. Gözlerimi birkaç kez açarak gülümsemeye çalıştım, bir tepki vermelerini istedim. Tepki yoktu. Sonra birkaç kez daha gülümsedim… Yıllar sonra yazacağım bir şiirimde o anı şöyle anlatacaktım; Kanlar içinde, görüyordum onu, gülerek ölüyordu…

İki küçük çocuktan birinin eli tatlı tabağında diğeri ise titriyordu. Benimse artık seslenecek takatim yoktu. Muhtemelen aynı katillerin bizden hemen sonra yakınlardaki başka bir eve daha saldırdıklarını ve aynı aileden 3 kişiyi öldürdüklerini hastanede öğrendiğimizde aceleleri olduğu için kurtulduğumuzu düşündük. O dönem böylesi saldırılardan yaralı kurtulup da hastanede sedyede öldürülenler oldu. Hastane yönetiminin akrabalarımıza can güvenliğimizi sağlayamayacaklarını söylemeleri üzerine ve aynı akıbete uğrama endişesiyle daha yaralarımız açıkken yakınlarımız tarafından hastaneden kaçırıldık.

O eve geri dönebildiniz mi?

Dönemedik. Bıraktık kanlı evimizi ve çıplak ayaklarla terk ettik Amed’i. Bu en zor olan sürgünlüktü. Üzerimizdeki kanlı elbiselerle Mersin’de göç ettik. Bir gecekondunun iki küçük odasında bulduk kendimizi. Yerde sadece kartonlar vardı. Hava soğuktu. Yağmurluydu. Kardeşlerimin ayağında çorap yok, üzerlerinde incecik elbiseler vardı. Ve soğuktan titriyorlardı… Ve biz çıplak bir evde 7 kişi, yaralarımızın dikişleri patlayıp kanıyordu… Çok uzun hikâye.

Bazen anlatabilmenin kendisi de ilaç galiba, öyle mi senin için?

25 yıldan sonra, ilk kez bu kadarını anlatabiliyorum hatta kendime dahi ilk kez yüksek sesle söyleyebiliyorum.

‘OYSA RENKLİYDİ ÇOCUKLUĞUM’

Çocukluğundan beri yazıyorsun. Kürtçe edebiyata katkın büyük. İlk yazmaya başladığın yıllarda, bu acılar mıydı eline kalem aldıran?

Şiirle çok erken tanıştım. Annem şiir yazıyordu. Lakin deftere hızlı yazamıyordu. Yazmak isterken benim hızlı yazabileceğimi düşünerek ‘Kâğıt kalem getir” diye beni çağırıyordu. Ama daha küçüktüm ve hızlı yazamıyordum. Yetişemeyince son cümlelere, onun haberi olmadan kendim ekliyordum. Hiç anneler kanar mı? Tabii ki hayır. Sonra oku diyordu, okuyordum. ‘Yok en son cümle bana ait değil’ diyordu. Kızıyordum ona, ‘Yok bu daha iyi, seninkinde kafiye yok’ diye. Böylelikle annem ve şiirle çok günler, geceler geçirdim. Sonra ben yazmaya başladım. İlk çocukluk şiirlerim etrafımı gözlemleyerek yazdığım, aile fertlerine tuhaf isimler vererek, gerçek üstü karakterler oluşturmaya başlamıştım. Mesela Liza diye bir karakterim vardı. Ama Liza her yerde olan ama hiçbir yerde olmayan biriydi. Ve sürekli değişiyordu. Annem Liza ismini nerden bulduğumu bir türlü anlamamıştı. Diyarbakır Bağlar’da o zamanlar evler seyrekti. Bizim bir mahallemiz var. Hepsi aynı aile. Ve Liza isminde hiç kimseyi tanımıyorum. Liza bazen yaşlı bir kadın oluyor masal anlatıyor, bazen bir dilenci oluyor kapımızı çalıyordu. Bunları şiir diye yazıp anneme okuyordum.

Bu anlattığın anlarda ne çok mutlusun bir yandan da…

Tabii, çocukluğum bir yanıyla çok renkliydi. Bütün ailedeki yaşlılarla tanışma ve onları günlerce dinleme şansı olan biriydim. Meraklı ve dinlemeyi seven biri olmam, onları sürekli konuşturmam bana muhteşem bir zenginlik kattı. Geleneksel yemeklerden, giyime kadar…. Düğünden, yasa, aşktan nefrete kadar bana çok şey anlattılar. Babaanneme bir gün ‘Bana bir düğünü anlat’ dediğimi hatırlıyorum. Mesela ‘Baklava ve yaş pastalar yoktu’ demişti. ‘Peki ne vardı’ demiştim. ‘Koca koca toprak kaplara koydukları kuru üzümü, yazdan yaptıkları pekmezden kesme helvayı, peksimeti, gelini evden çıkartırken taslarla nasıl bunları dağıtıklarını, hangi kılâmı söylediklerini, bir gelin için ta Halep’ten, Bağdat’tan sabunlar, kumaşlar, tülleri nasıl getirdiklerini, aylarca hatta yıllarca sipariş verdikleri, altın ve gümüş takıları, bir masal edasıyla anlatırdı. Sanki o andaydım, öyle yaşardım.

Kürtçe mi yazardın?

Aslında o yıllarda hiç Kürtçe bilmediğimi düşünüyordum. Biri ‘Kürtçe biliyor musun?’ diye sorunca, ‘Çawayî başî’ deyip dilimin dönmediğini söylüyordum. Çünkü böyle hissediyordum. Ta ki yazmaya başlayınca kadar… Bütün anılarımı bir kuyuya koyup, üzerini taşla kapattığımda; yazı ile o taşın nasıl kalktığını gördüm. Hiç bilmiyorum dediğim bir kelimeyi uyurken gece ansızın uyanıp, o kelimenin içinde geçtiği anıyla beraber hatırlamalarıma şaşırdığım oldu.

Ve 15’ini henüz bitirmiştin…

Derdim sadece kendimle, yazdıklarımla düş dünyasında bir yolculuktu. Lakin 15’ten sonra her şey değişti, hayallerim, düşlerim, sevinç ve hüzünlerim… Yaşadığımız o ev baskını ile.
Şiir ile aramda bir adımlık yol, bazen çok yakın bazen bir ömür kadar uzak. Kanla doğan şiirler 17 yaşımda dünyaya geldiler. İsyankâr cümleler. Bazıları çiğ, pişmemiş. Anne sütü gibi. 2004 yılında Müslüm Yücel o şiirlerin bir kısmının da içinde yer aldığı ‘Goristana Stêrkan’ adlı ilk kitabımı yayımladı.

İtaatkâr insandan şair olmazdı zaten. Sen de değilsin belli ki. Şiirle başlayıp romanla devam ettin, şiirle aşılmayan neyi aştın romanla?

Şiir aşılan değil, romana götüren yolun ta kendisiydi. İtaatkâr olmadığım için sürekli yerildim. Başka kadın yazarları rol model olarak önüme koydular. Ne kadar sessiz kalıp fikirlerimi paylaşmasam da çok fazla “taraftarım” olacağını üflediler kulağıma. Erkeğin kafasında yüzyıllardır biçimlenmiş bir kadın modeli var. Ya o modele uyarsın ve erkekler senin için iyi konuşur, ya da kendin gibi olursun artık karşına ne çıkarsa kısmet. Sana istedikleri bir elbiseyi giydirmeye çalışırlar. Bunlardan daha kötüsü de var. Tarihe baktığımızda şiir yazan ve itaatkâr olmayan kadınlar, toplumdan tecrit edilerek ya yoksullukla baş başa bırakılmış ya da ‘toplumun kurallarına uygun yaşamamış’ diyerek cenaze namazı bile kılınmayarak, kadının ölü bedenine bile işkence etmiş koca bir karanlık zihniyetten bahsediyoruz. 23 yıldır şiire ve yazıya olan inanç ile yürümek galiba bu karanlık çağda hiç kolay olmasa gerek- her ne kadar kolay ve aydınlık gibi görünse de.

‘ARAYIŞIMIZIN SEBEPSİZ OLMADIĞI İNANCI LAZIM’

Ne arıyorsun acaba?

Şiir beni daha geniş yollara romana götürdü. Kadın dünyası beni bu yolda yürüten şeydi. Bize unutturulmuş gerçekliğimiz lazım, bize bu arayışımızın sebepsiz olmadığı inancı lazım. Kendim olarak yaşamak istiyorum. Yüksek sesle düşünüyorum. Fikirlerimi kapıların ardında, kulaklara değil, muhatabına açık bir şekilde söylemek istiyorum, söylüyorum da. Sırf sırtım sıvazlansın diye yapılan kötülüğe sessiz kalmak karakterimde yok. Ölümün gerçek olduğu bu dünyada onurumla, dürüstlüğümle yaşamak istiyorum. Kimsenin sınırını ihlal etmeden, insanları dinleyerek, önyargısız, anlayabilme kabiliyetimi kullanmak istiyorum.

Hayatımda babam dahil hiçbir erkeğin üzerimde tahakküm kurmasına izin vermedim. Kaldı ki bir erkek yazarın bunu yapmasına asla izin vermem. Bunun bedeli ne olursa olsun. Bana miras kalan genler böyle. Edebiyat neydi? Ben neyi yazıyorum benim için önemli? Hakikatin, haklının, dürüstün, iyinin, mazlumun yanında olmak, kim olursa olsun hangi fikir ve ideolojiden olursa olsun insan onurunun, insanın doğuştan gelen haklarının korunması ve saygı duyulması tarafındayım. Roman ile istediğim şey de görüntünün ötesindeki şeyi yazmak.

Şimdilerde bu eserlerini tiyatro oyunlarına uyarlıyorsun. Ve hepsini Kürtçe yapıyorsun. Berlin’de yaşayıp Kürtçe düşünmek zor oluyor mu? Nedir seni motive eden?

Berlin’deki Maxim Gorki Tiyatrosu’ndan bir yönetmen, görüşmek istediğini iletti. O sıralarda ‘Ev Rê Naçe Bihûştê’ romanımı yazıyordum. Gittiğimde bir yönetmen ve oyun yazarıyla görüştüm. Daha önce, beş ayrı şiirim Akademi der Künste’nın şiir festivalinde şair Tobias Rot’un çevirisi ile Lyrikline sitesinde yayınlanmıştı. Bu şiirlerimin, belli öyküler üzerine ve diyalog temelli olduğundan tiyatroya uygun olduğunu anlattılar. Yaptığımız birkaç görüşmeden sonra Uluslararası Tiyatro Laboratuvarı’na dahil edildim. Burada çeşitli ülkelerden birkaç tiyatro yazarıyla birlikte çalışıyoruz. Kürtçe yaşıyorum. İster Berlin ister Ankara ya da başka bir yerde hangi dilde konuşursam konuşayım zihnimde Kürtçeye çevirmeden anlamıyorum. Sadece yaşlılarla Kürtçe sohbet etmeyi özlüyorum, biraz bu eksik. Kafamdaki dünyanın bana verdiği bir güç var. Beni motive eden şey o dünyada yaşama ve yaşatma isteği.

‘KRALİYET TİYATROSUNUN KADROSUNA DAHİL EDİLDİM’

İngiltere Kraliyet Shakespeare Tiyatrosu’nun 2020 sezonu çalışmalarına dahil edildin. Tebrik ederim. Avrupa’dan yazarların yer aldığı takım da sen de varsın. Nasıl oldu, biraz anlatsana…

Geçen yıl Shakespeare Kraliyet Tiyatrosu’ndan oyun yazarlığı teklifi aldım. Şiirlerimin İngilizce çevirilerini okuduklarını ve yanı sıra romanlarımın olduğunu bildiklerini yazmışlardı. Ve bana 2019-2020 sezonu için bir projede yer almam için teklifte bulunuyorlardı. Bu projede Avrupalı 7 yazar, gazeteciler ve şairler de var. Onlardan biri olarak ben de dahil oldum. Yakında kendileri proje ve çalışmalarla ilgili açıklama yapacaklar.

Bu tür çalışmalarda yer almak neden önemli? Orada göstereceğin varlıkla neyi temsil ediyorsun? Sence niye seçtiler seni?

Önemli çünkü dünyaca kabul görmüş ve yaptıkları işlerde çok seçici ve özenli davranan profesyonel ekipler söz konusu. Buralarda çalışan kişiler ve ekipler, Avrupa ve dünya literatürünü, gidişatı çok iyi gören ve yazarları iyi takip eden seçkin kişi ve ekipler. Oradaki varlığım şahsi olmakla birlikte yazdığım metinlerle dünyaya taşıdığım belleğim önemli. Almanya’nın Akademi der Künste’nin seçkin kültür sanat merkezlerine bağlı olan şiir evlerinde okuduğum ve Almanca, İngilizce olarak yayınlanıp, aynı zamanda ses kaydı olarak da paylaşılan şiirlerim ve son yıllarda Avrupa basınında çıkan röportajlarım birçok kişinin bana ulaşmasını sağladı. Halen de şiirlerimi okuyup yazanlar ve görüşmek isteyenler oluyor.

Bir yandan Kürt olmanın derdini yazarken, öte yandan Kürtçe yazarak dilini ayakta tutmaya çabalıyorsun, bir diasporasın ve göç ettiğin yerde hayata tutunmaya çabalıyorsun, topraklarından uzaksın. Üstelik tüm bunları bir kadın olmanın dezavantajı ile yapıyorsun zira bulunduğun camia fazlasıyla erkek. Nasıl bir yer bulabildin kendine? Nasıl aştın o erkek dünyayı?

Bir yer bulma kaygım olmadan… Vatansız ve kimliksiz olduğum sürece bir yer edinmiş olmamın da pek bir anlamı olmayacak. Çok kötülükle karşılaştım. Edebiyatın içerisinde bir çeteleşme var. Eğer onlardansan en iyi yazar sensin. Eğer onlardan değilsen senden kötüsü yok. Buradaki engellemeler çok kirli yöntemlerle yapılıyordu. Bir de kendi içinde bin parçaya bölünmüş Kürtlerin birbirini yermesi var. Bu 23 yıl içinde beni olmadığım ‘her şey’ yapmak istediler. Oysa bir yazarın yazdıkları onun pratiğidir. Pratiği de referansıdır. Bu anlamda daha fazla söze gerek yok.
Ayrıca anmadan geçmek istemiyorum, editörüm ve ayrıca çok severek romanlarını okuduğum H. Kovan Bakî ve yine Kürtçe roman yazarı Bawer Rûken’nin manevi destekleri bu zorlu yolda benim için çok önemliydi.

‘KÜRTÇE YAZIYOR OLMAMA ‘SURVIVOR’ GİBİ BAKILIYOR’

Kürtçe edebiyattan vazgeçmiyorsun, kolaya kaçmıyorsun. Üstelik bunu ideolojik kaygılara da dayandırmıyorsun. Bu anlamda nasıl eleştiriler alıyorsun?

Bizim her şeyden önce farklı bir hikayemiz var. Biz ki kendi topraklarımızda, okullarımızda, anadilimizi öğrenmeden, gecikmeli olarak ve kendi çabalarımızla anadilimizi öğrenip dahası yazmaya kalkışmışız. Kimi zaman bunun için gözaltına alınıp eziyet edilmişiz. Dünyada böylesi büyük halklar için bunun örneği yoktur.

Bu anlamda çıktığım platformlarda Kürtçe yazan biri olarak tanıtıldığımda bana bir ‘Survivor’ gibi bakılıyor. Doğuştan gelen bir haktan mahrum kalmış biri olarak bunları ve nasıl badireler atlattığımızı anlatmak istiyorum. Gittiğim yerlerde de özellikle anadilimde konuşmak istediğimi söylüyorum. Aslında bu bildiğimiz klasik ideolojik söyleme benzemese de şahsen bunu ideolojik buluyorum. Bu ideolojinin dayandığı temeller bir halkın hakikatidir. Bu konuda hiç eleştiri almadım hatta desteklendim. Beni destekleyen insanlar hiçbir siyasi parti kaygısı taşmadan dil ve kültür konusunda aynı yerde olduğumuzu gösterdiler. Aslında bu destek beni güçlendirdi diyebilirim.

Sadece Kürtler mi okuyor seni?

Türkçeye çevrilmiş kitabım yok. Yazdıklarımı Türkiye’de ve Kürdistan’da sadece Kürtler okuyor. Ama Avrupa’da birçok okuma akşamına katılıyorum. Buralarda çok olumlu tepkiler alıyorum. Özellikle Almanlar “Ger ji destê te bihata minê welatek bixwesta” adlı şiirimi her seferinde okumamı istiyor. Ekim’de Hamburg’da Uluslararası Liman Okumaları akşamına katıldım. Program sonrası çok olumlu tepkiler aldım. Orada ‘Zemarê Rojê’ adlı şiirimi çok güçlü bulduklarını belirttiler. Fakat Kürtçeden Almanca ve İngilizceye çeviride ciddi çevirmen sıkıntısı var.

Gerîneka Guernicayê yani Guernica Girdabı ismini verdiğin romanın, Picasso’nun İspanya İç Savaşı’nda Nazi askerleri tarafından Guernica şehrinin bombalanmasını konu alan tablo ile aynı ismi taşıyor. Ve sen de başka bir nasyonalizmin resmini kelimelerinle yaptın. Hem romanın hem isminin hikayesini anlatır mısın bize? Aslında roman sadece ‘Gerinek’ ismiyle yayınlanacaktı. 1990’lardaki faili meçhullerin çevresinde gelişen bir olay örgüsüne sahip. Diyarbakır’da Kaynartepe Mahallesi’nde sabah okula giden Lisa Beyaz Toros’tan inen iki katilin, bir demircinin kafasına ateş ederek öldürmesine ve ellerini kollarını sallayarak tekrar arabalarına binip gitmelerine şahitlik eder. Tabi bu olaya demirci dükkânının karşı tarafındaki kahvehanenin önündekilerin ellerinde çay bardaklarıyla tepkisiz kalışları Lisa’yı ürkütür ve 50 kişinin iki kişiyi neden engelleyemediğini sorgular. Burada işte kan hikayesine Picasso dahil olur ve Lisa, Picasso’dan Kürdistan’ın Guernica’sını yapmasını ister. Çünkü hala bir Halepçe Katliamı’nı anlatan dünyaca bilinen bir resmimiz bir filmimiz bir romanımız yok. Halen Enfal’i, Dersim’i, Zîlan’ı, Şengal’i, Cizre’yi, Sur’u anlatan dünyanın ibret alacağı bir tablomuz yok. Guernica bugün dünyada bir savaş tablosu olarak tarihte yerini aldı. Guernica kasabası bu tabloyla beraber bütün hikayesini dünyaya duyurdu. Kast ettiğim şey mesela Kobani için daha sonraki yıllarda yapıldı. Biraz Avrupalılar, biraz Kürtler tarafından unutulmayacak şekilde sanatla tarihteki yerini aldı. Ve inanıyorum ki ileride daha fazla yer alacak… İşte bu bağlamda son dakikada Guernica’yı kitap ismine ekledim. Çünkü dünyaca bilinen bir sembolle içinde bulunduğum Guernica’yı anlatmak istedim.

KÜRTLER, MEŞE AĞACI GİBİDİR, ELBET DAHA GÜR ÇIKACAKTIR!

İdeoloji konuşmadan da siyaset yapılabileceğinin örneği gibisin adeta. İşlerinde, cümlelerinde, duruşunda var bu. Ama güncel Kürt politikasının ahvaline dair fikrini de merak ediyorum. Nasıl gidiyor sence? Geçen zamanla değişen neler var? Ya da var mı?

Devlet, 1990’lardan bu yana dönem dönem Kürtlerin üzerine bir daha dirilemeyecekleri umuduyla bütün gücüyle yüklendi. Uzun süre sürdüremeyeceği bu dönemsel çok yönlü şiddetten sonraki ara dönemlerde ise soğutmaya giderek soruna kalıcı çözüm bulma fırsatlarını tepti.

Kürt halkı ve Kürt siyaseti en baştan itibaren ağır bedeller ödediği için artık devletin kendince terbiye etme metotları geçersiz kalıyor. Orantısız güç kullanan en başta kaybetmiştir. Bu kaybetmişlik duygusunun etkisiyle devlet aklı bir dönem Sri Lanka modeli diyerek küçük bir adanın küçük bir nüfusuna girişilen soykırımı neredeyse örnek alıp kendi geleceğine kibrit suyu dökecekti.
Kürtler dönemsel olarak fiziken, maddi ve manevi bastırılabilirler fakat kesilen bir meşe ağacı gibi çektirilen eziyetler onları uygun zamanda hep daha gür çıkaracaktır.

Sence acı politikaya nasıl dahil olur? Birey yahut toplum, politik bir talepte bulunabilmek için acı refere etmek zorunda mıdır?

Tabii değildir. Fakat bu durum muhataplarınızın bakış açısı, duruşunuz ve tarihsel arka planla ilgili. Birey ya da toplum eğer belli bir medeni seviyeyi yakalamış ve bir takım hak hukuk eşiklerini aşmışsa acı refere etmeden, ilkeleri işaret ederek başka bir duruş sergileyebilir ancak bu muhataplık Ortadoğu’da yaşanıyorsa ve arka planında, imparatorluk psikolojisi ve toplumsal modeli klan olmayıp bireysel olan Türk halkı gibi gücünü devlette bulan bir halk varsa, davranış biçiminiz buna uygun olarak değişebilir. Ayrıca, yaşanmışlıkları da göz ardı edebilmek mümkün mü?

Eğer yaralarınızla büyümüşseniz ajitasyona hiç gerek yok, siz istemeden de hayat yaralarınızı gösterecektir.

Kürdün acısını telafi edebilmek için birlikte yaşadığı ulusun bir parçası haline gelmesi, yani moda deyim ile Türkiyelileşmesi gerekiyor mu?

Acının telafisi olmaz, sadece geleceğe acı bırakmamak önemli. Bunun için de birlikte yaşanılan ulusun parçası olmaya gerek yok. Eşit olmaya gerek var!

Ne ile kurtulur sence Kürtler? Siyaset mi? Sanat mı? Para mı? Hiçbiri mi? Hepsi mi?

Sanat! Her millet gibi Kürtleri de yaşatacak olan sanattır. Kurtaracak olan şey ise birlik!

Kürtçe ve lehçelerinin varlığına dair tehdit devam ediyorken, Kürtçe üretim adına umut vaat eden gelişmeler var mı sence? Geçmişe oranla daha yaygın olsa da Kürt edebiyatçıların ihtiyaçları ve sektörün eksikleri nelerdir?

Çocuk anadilde eğitimi hangi dilde alırsa duygu ve düşünce dünyası o dil olur. Asimilasyon tam olarak budur. Ve çok da hızlı ilerliyor. Evet Kürt halkı politik bir halk. Ama çok önemli bir şeyi göz ardı etmişiz. Eğer dil yoksa bütün dünya bize ‘Kürt’ desin, ne olacak? O dil ile hissedemiyorsak, ağlayamıyorsak, mimiklerimiz o dile göre şekillenemiyorsa ‘Orada bir halk var uzakta, o halk Kürt halkıdır. Dilini bilmese de konuşmasa da…’ diye bir nakaratımız olur anca.

Her şeye, tüm zor şartlara rağmen Kürt edebiyatı iyi dönemini yaşıyor. Romanlar, öyküler, kadın yazarların sayıca çoğalması hiçbir dönem bu kadar olmadı. Rakam olarak bilmemekle birlikte gözlemlediğim kadarıyla verimli bir dönem söz konusu. Fakat Kürt yazarları başka halkların yazarları gibi çeşitli imkanlara sahip değil. Kültürel destekten yoksunlar ve her şeyden önce herkes gibi geçimini sağlayabilmek için başka işler yapmak zorundalar.

Kimleri dinliyorsun? Neler izliyorsun? Neler okuyorsun son zamanlara?

Ben dengbêjler zamanındanım… Vazgeçemediklerim var. Bêmalê Kako gibi, Hesen Zîrek, Mihemed Şexo gibi, Temurê Tele, Şakiro gibi, Meryemxan gibi ve daha onlarcası. Gruplardan da Kamkar’lar benim için muhteşemler. Boş zamanım varsa mutlaka film izlerim. İzlediğim filmler arasında Park Chan-wook’un ‘Hizmetçi’ filmi, Kim Ki-duk’un ‘Boş ev’i, Andrei Swjaginzew’in ‘Leviathan’ı en beğendiklerim arasında. Boris Vian’nın İmparatorluk Kuranlar’ı, Bernard -Marie Koltes’in ‘Ormanlardan Hemen Önceki Gece’ adlı oyununu, William Saroyan’nın ‘Yüreğim Dağlardadır’, ‘En Güzel Günlerim’ ayrıca Federico Garcia Lorca’nin ‘Bütün oyunları I-II-III….’ son okuduklarımdan bazıları.

Tiyatro dışında neler yazıyorsun? Ya da neler yazmak istiyorsun ileride? Bekleyen okurlarına ne söylemek istersin…

Yeni bir romana başladım. Onun haberini verebilirim. Xwebûn’da ‘Stêrka Gelawêjê’ diye bir köşem var. Oraya yazıyorum. Ara ara başka yayınlar için de güncel konular üzerine yazıyorum.

MÜCADELEMİZ BÜTÜN DÜNYA KADINLARININ MÜCADELESİ

8 Mart Kadınlar Günü ne anlam ifade ediyor senin için? Nasıl seslenmek istersin tüm kadınlara?

8 Mart kapitalizmin yarattığı özel tüketim günlerinden biri değildir. Horlanan, hayatı zehir edilen, ömür boyu ev mahkumiyeti yaşayan, çalışırken ezilen, eşit görülmeyen, öldürülen kadınların tarihinin yarattığı bir gündür. Kadın hareketinin talebi, her şeyden önce eşitliktir. Bu eşitlik talebi; çalışma hayatında eşit iş, eşit ücret; cinsiyeti, inancı ve düşüncesinden dolayı erkek iktidarı tarafından eğitim hakkının elinden alınmaması gibi onlarca talebi kapsar. Bu eşitlik hedefine ulaşmak, kadınların toplumun her alanında söz hakkı sahibi olmasıyla mümkündür. Bu işçi örgütlenmelerinden okullara, siyasetten medyaya, adaletten güvenliğe kadar geçerlidir. Örneğin, toplumsal sorunlarda suçlu olarak erkek hakimlerin önüne çıkarılan kadın hakkında varılan yargı, erkek bakış açısıyla verilmekte ve bu yapı, her gün kadınların öldürülmesini de önleyememektedir.

Bu taleplerin yerine gelmesi için öncelikle kadın bilincinin gelişmesi önemli. Bu yönüyle 8 Mart benim için birlikte hareket etmek, tüm dünya kadınlarıyla dayanışma içinde olmak, erkek iktidarının kadınların onurunu çiğnediği yerde uyanık olmak ve birlikte hareket edip üstesinden gelebilmektir.
Bütün kadınların sarıldığı bir hak talebi er geç hedefine ulaşacaktır. Şunu da unutmayalım ki bu mücadelemiz bütün dünya kadınlarının mücadelesidir ve bazı toplumlarda bu mücadelenin daha başlamadığını hatırlayalım. Yani yol uzun.

Duvar

 

SÖYLEŞİ Haberleri

Mustafa Aydoğan: Kürt nüfus çoğalıyor, Kürtçe konuşanlar azalıyor
30 yıl sonra tahliye olan Rojbin Perişan: Vazgeçmediğin sürece umut vardır
İstanbul Sözleşmesi, İngiltere’de yürürlüğe girdi
Mücahit Bilici: 'Kürt demokrasisinin de Kürt askeriyesine 'haddini bil' diyebilmesi lâzımdır'
Kürt korkusu Kürtlerle ilgili hak taleplerini güvenlik meselesine indirgiyor