TÜRKİYE’DEKİ ASKERİ DARBELER SALT KÜRTLER İÇİN Mİ YAPILDI?

Kamil Sümbül

Genelde tüm Kürt gruplarının, aydınının, yazarının, tarihçisinin, politikacısının yazı ve söylemlerinde; Türkiye’de yapılan askeri darbeler Kürt mücadelesi boyutlandığında Kürtlere karşı yapıldığı görüşü egemendir. Bence bu algı tam gerçeği yansıtmamaktadır. TC kurulduğundan günümüze kadar devletin Kürtler üzerindeki baskısı darbeler öncesi ve sonrasında da devam etti, ediyor. Kürt aydın ve politik gruplarında oluşan bu algıyı inceleyip tartışmak gerekiyor.

 

Cumhuriyet daha kurulmadan Koçgirî’ye sefer düzenlenip katliam yapıldı. Cumhuriyet kurulunca Kemalistler yukardan aşağı bir Türk ulusu oluşturmaya başladılar. Normalinde aşağıdan yukarı ulus devlet oluşturulurken Türkiye kurucuları devlet ulus oluşturma uğraşı içindeydiler. Ardından Şêx Seîd Efendi öncülüğündeki direniş, ardından Ağrı direnişi ve son olarak da Dersim direnişi kanla, katliamla bastırılırken yönetimde darbeciler yoktu, zaten askerler baştaydı.

 

2. Paylaşım savaşı sonunda dünyanın dengesi değişip iki sistemli bir yapı ortaya çıktı. Başını ABD’nin çektiği Batı Avrupa ülkeleri Sovyetlere karşı bir askeri birlik olan NATO’yu kurdular. O dönem Türkiye’de hâlâ tek parti diktatörlüğü var ve yukarıdan aşağıya bir ulus yaratma çabaları devam ediyordu. Fakat geniş bir halk kesiminde dini duyguların güçlü oluşu, biçimsel bir Batı tipi insan oluşturmasını kabul etmeyen bir muhafazakâr kesim bulunmaktaydı. Kürtler ise Türkleştirilmeyi kabul etmediklerinden 1940’a kadar katliam, sürgün ve yıkımla karşılaşmışlardı. NATO’ya katılma şartlarından biri olan çok partili bir parlamento ve özgür seçim sistemi dayatılınca, Türkiye mecburen çok partili bir yapıya geçince Demokrat Parti (DP) kuruldu. Kemalist yönetimin yukarıdan aşağıya doğru oluşturulmak için yapılan değişikliklere karşı olan ve kabul etmeyen büyük bir kesim hemen DP içinde yer aldılar ve ilk seçimde iktidara geldiler. Kemalist devletin tüm darbelerini yiyen Kürtler de bunu fırsat bilip DP’ye oy verdi.

 

Her ne kadar DP içinde kurucuların bir kısmı Kemalist ekip içinde olmasına rağmen halka zorla dayatılan reformlar az da olsa frenlendi. Böylece geniş Türk muhafazakâr kesim Kemalist sistemin uygulamalarını kabul etmediklerini DP’ye oy vererek göstermiş oldu. Sürgüne gönderilen birçok Kürt çıkarılan afla yeniden topraklarına döndü ve DP’yi destekledi. DP dönemi Kürtlerin biraz rahat bir nefes alma dönemi olmasına rağmen yine Kürt ulus varlığı inkâr edilmekte ve Kürtçe üzerinde aynı baskılar devam etmekteydi. 1959’da “49’lar Olayı ile o dönemin Kürt aydınları ve yurtseverleri tutuklanıp baskı görmüşler ve bu tutuklamayla genelde Kürt ulusuna bir gözdağı verdiklerinde, 1960 darbesi daha olmamıştı.

 

27 Mayıs 1960 darbesi olunca Menderes döneminde tutuklu olanlar serbest bırakılırken 49’lar diye adlandırılan Kürt aydınları ise serbest bırakılmayıp yargılanmalarına devam edildi. Üstelik Kürt yurtseverliğinden  şüphe ettikleri yüzlerce Kürt’ü Amasya kampında toplatıp sürgüne gönderildiler. Bu dönem, binlerce yıllık tarihi olan Kürdistan’daki tüm şehir, ilçe ve köy isimleriyle birlikte coğrafi bölgelerin isimleri bir kararla değiştirilip Türkçeleştirildi. İki yıl içinde yeni bir anayasa, parlamento yapısı, seçim sistemi ve bazı kanunlar değiştirildi. 27 Mayıs cuntacılarının tüm gayretlerine rağmen, toplum bir darbeyle ve asker emri ile değişecek değildi. Bu nedenle muhafazakâr kesime çok sert davranıp Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanını asıp başta TC’nin kuruluşundaki ilk kadrolardan biri olan Cumhurbaşkanı Celal Bayar sürüklenerek makamından alınıp tutuklanmış ve yaş haddinden idamdan kurtulmuştu. Hemen hemen tüm DP milletvekilleri, parti ileri gelenleri tutuklanmış ağır cezalara çarptırılmıştı. Bu sert tavırlarına rağmen ilk seçimde tekrar DP’nin bir devamı olan Adalet Partisi (AP) seçimleri kazanıp iktidar oldu. AP’ye oy verenlerin büyük bir bölümü yine geleneksel Türk muhafazakârları ile sürgüne uğrayan, darbe yiyen Kürtler olmuştu.

 

27 Mayıs darbesi ile Türk toplumunu dizayn etmek isteyen askerler; Kemalist ve Türk ırkçılığını temel alan milliyetçi değerlerle donanmış bir toplum istemekteydiler. Türkiye’nin siyasi yapısını değiştiren kararlar aldılar. Yeni bir anayasa, temsili seçim sistemi, iki meclisli bir parlamento, bazı demokratik içerikli maddeleri de Anayasa’ya koydular. Sandılar ki bu değişiklikler Kemalist bir nesil yetiştirecek, fakat tam tersi oldu. Aydın ve öğrenci kesim yeni getirilen yasalarla kısmi bir özgür ortam oluştuğundan sol fikirlerle tanıştılar. İşçiler sendikal haklarına kavuştu, basın yayın ve üniversitelere kısmi bir özgürlük ve özerklik gelince gençlik ve aydınlar Kemalist değerler yerine sol değerleri benimsemeye başladılar. Kürt aydınları ve öğrencileri de bu durumu fırsat bilip yayın çıkarıp toparlanmaya başladılar. 15 Milletvekili ile meclise giren Türkiye İşçi Partisi (TİP) Türkiye’deki dengeleri sarsmaya başlayınca Kemalistler ürkmeye başladı. 1969 ve 70’te darbe yokken Türk komanda askeri birlikleri Kürdistan’da silah araması görünümü altında Kürt köylülerini basıp zulüm yapmaya başladılar. Güneydeki Kürt ulusal mücadelesinin Kuzeye etki etmesini engellemek için köyleri baskı altına alıp işkenceden geçirmeleri diğer bir nedendi. O dönem komando baskılarına karşı Kürtler “Doğu Mitingleri” düzenleyerek: “Doğuda Komando Baskısına Son!” sloganını haykırmaktaydı.

 

12 Mart 1971 askeri darbesine kadar iktidarda yine muhafazakâr kesimi temsil eden AP vardı. Devletin istemediği bu muhafazakâr kesime bir de gelişen sol-sosyalist kesim eklenmiş, devletin sahipleri olan asker/sivil kesim daha da ürkmeye başlamıştı. 27 Mayıs anayasası ve onunla gelen bazı kurumlara yeniden gözler çevrilip yine toplumu dizayn etme eğilimleri asker/sivil Kemalistlerde başlamıştı. Türkiye’de gelişen sol/sosyalist hareketlerin yanında onlar kadar güçlü olmasa da Kuzey Kürdistan’da Türk solu ile bir ayrışmayı yaşayıp Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) kurulup yaygınlaşmaya başlamıştı. Darbeyi yapan generallerden biri “sosyal uyanış ekonomik gelişmenin önüne geçmiş’’ açıklamasını yapmıştı. İktidar, 12 Mart darbesi ile yine iktidarda bulunan muhafazakârları temsil eden AP’den alınıp tekrar Kemalistlere verilmiş, bu kez muhafazakâr yönetimi 27 Mayıs gibi idam ve ağır cezalarla yargılamamış, ellerini kollarını bağlamakla yetinmişti. Devlet tüm gücünü orantısız bir düzeyde şiddeti, silahlı mücadeleyi savunanların yanında şiddeti savunmayan sol guruplara da uygulamıştı. Mahir Çayan ve onlarca devrimci genç kurşuna dizilmiş, Deniz Gezmiş, Yusuf İnan ve Kürt Hüseyin İnan ise asılmıştı. Muhafazakârların yanında organize olan dinci kesime fazla yönelilmemişti. Kürt aydın ve siyasi gruplarını da tutuklayıp topluca Diyarbakır’da yargılamıştı. 12 Mart’a gelindiğinde devleti tehdit edecek kadar güçlü bir Kürt hareketi yoktu. Darbe olsa da olmasa da zaten Kürtler daima baskı altındaydılar. Kürtler tüm kesimleriyle12 Mart’ta topluca yargılandılar.

 

12 Mart’ta Kemalistler toplumu yine dizayn etme hedefine yönelmiş olmasına rağmen gelişen dinci guruplara karşı sessiz kalmışlardı. Bu sessizlik devleti yönetenlerde İslamcılık akımı karşısında değişik düşünmeye ve Türk-İslam Sentezi yaklaşımının belirtileri görülmeye başlandı. Zaten Kemalist hareket başından beri İslam dinini kendi denetimine alıp bir sos olarak kullanmaktaydı. 12 Mart darbesi amaçlananın tam tersi bir gelişmeyle sonuçlandı, sol-sosyalist görüşler toplumda taban bulup güçlendi, Kürt hareketleri ise organize olmaya başlayıp Kuzey Kürdistan’da kitleler içinde güç kazanıp on yılların devlet/asker korkusunu yıkmaya başladılar. Devlet zaten Kürtlerin her kıpırdanışı karşısında hazırlıklıydı çünkü bekası Kürtlerin yok edilmesi üzerine kurulmuştu. 1977 sonuna doğru “Kanatlı Jandarma 77 Tatbikatı” ile devletin gündeminde Kürt katliamları her zaman vardı ve provasını bu tatbikatla yapmıştı.

 

12 Eylül darbesi öncesi Türkiye sol/sosyalist hareketlerin güçlenip devleti tehdit etmeye başladığı yıllar olmuştu, devlet buna karşın MHP eliyle sivil faşist güçleri eğitip silahlandırarak sol’a saldırtmaya başladı. Dünyada ise 1970’li yıllar iki sistem arasındaki Soğuk Savaş’ın en keskin yaşandığı yıllardı. Sovyetler Afganistan’ı işgal etmiş, İran’da ise ABD’nin sadık adamı Şah devrilip dinci Şiiler yönetime gelince Türkiye’nin devlet ve kurumlarını, başta ABD ve NATO ile Türkiye’deki devletin asli sahipleri yeniden dizayn etmeyi gündeme getirdiler. Soğuk Savaş’ın getirdiği “Yeşil Kuşak Projesi” ile Türk devletine egemen olan asker sivil kesim artık İslamcı gruplarla anlaşmaya başlamış ve önlerine Türk-İslam Sentezi görüşünü koyup hayata geçirmeye başladılar. Bu programı hayata geçirmeleri için de; Türkiye’deki sağ sol çatışmasını körükleyip bazı provokasyonları sivil faşist güçlerce yaptırıp toplumu susturup bir darbeye karşı çıkmamalarının ortamını yarattılar. Kürdistan’da ise gerek gruplar arası çatışmalar gerekse PKK’nin silahlı eylemlerinin gelişmesine göz yumup daha da ortalığın karışması zeminini hazırladılar.

 

12 Eylül darbesi salt Kürtler için yapılmadı, ABD ve NATO’nun soğuk savaş planı uyarınca Türk devletini yeniden dizayn etme operasyonuydu. Ayrıca iktidarı tehdit eder noktaya gelen Türk sol hareketini ezmek, Kürdistan’da da Kürtler üzerinde yeniden her tarafta operasyonlar yapıp geniş bir tutuklama yapıp Diyarbekir 5 Nolu Cezaevi’ndeki şiddeti ile Kürtleri sindirme hareketidir. Artık devlet sadece Kemalist asker/sivil devleti değil, ırkçı Türk milliyetçiliği ile İslamcılığın sentezleştiği bir yapıya gelmişti. Askeri darbe bu kez muhafazakâr kesime değil, muhafazakâr kesimi de arkasına alıp sol ve özgürlükçü kesime karşı orantısız bir şiddet uyguladığı gibi Kürtleri de açık hedefine koymuştu.

 

12 Eylül’le birlikte Türk devlet sistemi anayasası, kanunları ve kurumlarıyla köklü bir değişime uğradı. 1984’le birlikte siviller yine iktidara gelmesine rağmen askerler bu kez 12 Mart sonrası gibi kışlalarına çekilmeyip her şeyi denetlemekteydiler. PKK tarafından başlatılan gerilla savaşına karşı devlet güçleri Kürdistan’ı yakıp yıkmaya başlarken bunu bir darbe sonucu yapmadılar, zaten Kürdistan’ı her zaman yakıp yıkma gündemlerindeydi. 12 Eylül sonucu en büyük darbeyi Türk sol hareketleri bir daha belini doğrultamayacak düzeyde yedi. Devlet her ne kadar Türk-İslam Sentezi’ni benimsese de devleti İslamcılarla paylaşmak istemiyordu. 28 Şubat 1997 eylemi bu paylaşmama tavrı sonucudur.

 

Devletin sahipleri 2000’li yıllara doğru artık yukardan emirler ve baskılarla muhafazakâr ve dini duygularla dolu toplumu dönüştüremeyeceğini anlayınca devletin kırmızı çizgileri olan başta da Kürt sorununda onlar gibi düşünmeye zorladığı İslamcı kesimle anlaşma yolunu tuttular. İlk başlarda Avrupa Birliği değerlerini savunan AKP ve lideri R. T. Erdoğan bir süre sonra devletin derinliklerindeki güçlerle anlaşıp birçok konularda onlar gibi düşünmeye başlayınca kendisi Kemalist devletin temsilcisi oldu. Türk-İslam Sentezi olan devletin yapısına birde Ortadoğu’daki “Arap Baharı” sonucu oluşan boşluktan yararlanmak isteyerek Osmanlıcılığı gündeme getirip Batı Kürdistan’ı işgal etme girişimine başladı.

 

Artık Kemalist asker/sivil kesimin darbe yapmaya kalkışacağı bir muhalefet ve muhafazakârlar kalmamıştı, bu kesimler devletle bütünleşmişlerdir. Kürdistan’ı yakıp yıkma, insansızlaştırma, Kürt ulusunu ezme politikası zaten Türk devletinin kuruluşundan bu yana bir beka sorunu olduğundan darbe yapıp Kürtleri ezme diye bir politikası olmadığı gibi, konu Kürtler olunca darbe yapmaya gerek de yoktu. Her darbe döneminde Kürtler üzerindeki baskı bir kat daha artıyordu sadece. Militer güçler Kürtleri hangi dönem olursa olsun ezmek için her zaman hazırdırlar. Biz Kürtler de devleti tüm kurum ve kuruluşlarıyla, Türk toplumunu sağcısı, solcusu, dincisi ve tüm kesimlerini iyi tanımak zorundayız.