Ortadoğu: Çözülen statüko, çatışan güçler ve Kürt gerçeği

Resul Amed

Ortadoğu'da elbette bir değişim yaşanıyor.

Ama bu değişim, yüzeyde görünenle sınırlı değil; derinde, güçlerin birbirlerine göre aldığı izafi pozisyonlarda şekilleniyor.

Bugün sahada olan her aktör, birbiriyle çatışırken aynı anda aynı coğrafyayı paylaşmak zorunda.

Ve herkes biliyor ki, mevcut düzen artık işlemiyor.

Bu haliyle yürümediği gibi, zorla ayakta tutuluyor.

 

Her güç, Ortadoğu için kendi dizaynını düşünüyor.

Kimi bunu güvenlik adı altında, kimi istikrar söylemiyle, kimi de barış kavramının arkasına saklayarak yapıyor.

Ama hepsinin ortaklaştığı bir gerçek var:

Ortadoğu, eski statükoyla yönetilemez.

 

Batı cephesi de sanıldığı kadar yekpare değil.

Gerçek olan şudur: AB ve ABD, düşünsel olarak aynı konsorsiyum içinde hareket ediyor.

Bu hattın merkezinde ise İsrail eksenli bir yaklaşım duruyor.

ABD, Trump dönemiyle şekillenen barış perspektifini uygulama konusunda büyük ölçüde hemfikir.

Buna mesafeli duran tek aktör, tarihsel ağırlığını büyük ölçüde yitirmiş olan İngiltere.

 

İngiltere, bölge statükosunun sürmesini isteyen Türkiye Cumhuriyeti ve İran ile aynı kulvarda yer alıyor.

Bu statükonun yaşayabilmesi için ise, İsrail'i doğrudan tehdit eden İran ve İran eksenli Şii blok hedef alındı;

büyük oranda da etkisizleştirildi.

Irak sahasında, militarist olarak örgütlü yapıların dağıtılması ve etkilerinin asgari düzeye çekilmesi bu sürecin parçasıydı.

Bu sürecin merkezlerinden biri de Başûr Kürdistan oldu.

 

Suriye'de ise selefi yapıların etkisizleştirilmesi,

Ahmed Şara ekseniyle belli bir denge kurulması,

SDF ile sahada karşılıklı bir kıvam yakalanması hedefleniyor.

Aynı zamanda Suriye'nin, İsrail'le uzlaşabilir bir havuz içinde tutulması isteniyor.

 

Türkiye bu denkleme razı değil.

Çünkü Türkiye'nin Kürtlerle çözemediği, çözmek istemediği bir sorunu var.

Kürtleri denklem dışına iterek,

Suriye sistemiyle ya da Arap Cumhuriyeti'yle kim, ne konuda anlaşırsa anlaşsın, buna razı olmayı tercih ediyor.

 

Körfez sermayesi ise bu tablonun finans ayağını oluşturuyor.

Bu sermaye; Türkiye'yi ve selefi terörist yapıları besliyor,

Türkiye eliyle bu vahşi yapılar silahlandırılıyor.

Böylece Türkiye ve İran, farklı kulvarlarda ama aynı sonuçla,

terörizmi büyüten aktörler haline geliyor.

Finans ise Körfez'den sağlanıyor.

 

Türkiye, NATO üyesi olmanın verdiği kimlikle kendini Batılı gibi sunmaya çalışıyor.

Ama pratikte büyük bir riyâkârlık sergiliyor.

Bu çizgiyi hayata geçirmek için de,

Abdullah Öcalan'ın PKK için aradığı yeni perspektifi araçsallaştırarak,

Rojava'yı ve PJAK'ı silahsızlandırmayı,

Kürtleri korumasız bırakıp tasfiye etmeyi hedefliyor.

 

Oysa PKK'nin yalnızca silah bırakması bile,

Türkiye'nin PKK eksenli kurduğu dünya siyasetini değiştirmek zorunda bırakacaktır.

Güney Kürdistan'da girdiği uzun şeritten çıkması gerekecektir.

"SDF PKK uzantısıdır" söylemiyle kurulan saldırı meşruiyeti de çökecektir.

 

Tam da bu nedenle Türkiye,

mevcut durumu fırsata çevirerek Rojava'ya saldırmak,

Güney Kürdistan'da ise kalıcılaşmak istemektedir.

Ancak çoğu zaman evde yapılan hesap, sahada tutmaz.

 

Palmira'da ABD askerlerine yönelik,

kendi besleyip korudukları,

Ahmed Şara'ya bağlı en seçkin unsurlar tarafından gerçekleştirilen saldırı,

bu planları altüst edecek niteliktedir.

Bu gelişme İsrail için yeni fırsatlar yaratırken,

Rojava'yı ise daha istikrarlı ve güvenilir bir konuma taşıyacaktır.

 

Türkiye,

"elimde fırsat var" diyerek,

İmralı'yı baskı altında tutup,

Kürt dayanışmasını ve Kürtler için oluşan tüm avantajları yok etmeye çalışsa da,

"Kürtsüz Ortadoğu" siyaseti önümüzdeki süreçte

nasıl iflas ettiğini bütün açıklığıyla gösterecektir.

 

Statüko çözüldükçe,

Kürtlerin üzerine örülmüş tüm kabuklar birer birer patlayacak.

Ve büyük bir özlemle beklediğimiz

özgür ve bağımsız yarınlara

giden yol daha görünür hale gelecektir.