Modernlik, Kimlik ve Ulus İnşası: Avrupa Merkezli Paradigmanın Ötesinde Çoklu Deneyimler

Hüsamettin Turan

Hüsamettin Turan

Modernlik kavramı, tarih boyunca Avrupa merkezli düşünce sistemlerinin hem teorik hem de politik temelini oluşturdu. Bu düşünce, modernleşmeyi Batı uygarlığının biricik ürünü olarak sunarken, diğer toplumların tarihsel deneyimlerini gecikmiş, taklitçi ya da eksik biçimlerde değerlendirdi.

Oysa modernlik yalnızca bir tarihsel dönem değil; toplumsal dönüşüm, kimlik inşası ve kültürel yeniden tanımlama süreçlerinin iç-içe geçtiği çok boyutlu bir olgu’dur.

İtalya’da hazırlanan ve modernleşme süreçlerini Avrupa dışı toplumların deneyimleri üzerinden tartışan kapsamlı bir çalışma, bu hâkim paradigmayı sorgulayan özgün bir yaklaşım geliştirmektedir.

Tez, modernleşmenin Batı’dan çevreye yayılan tek yönlü bir ilerleme hattı olmadığını; her toplumun kendi tarihsel, kültürel ve ekonomik bağlamında modernliği yeniden ürettiğini öne sürer. Bu yaklaşım, çoklu modernlikler kavramının sahici bir teorik çerçeveye dönüşmesini sağlar.

Modernleşme ile ulus inşası arasındaki ilişkinin merkezinde kimlik sorunu yer alır. Kimlik, sabit bir varlık alanı değil; toplumsal hafızanın, direnişin ve kültürel üretimin sürekliliği içinde yeniden tanımlanan bir dinamiktir.

Bu bağlamda ulus, yalnızca politik bir yapı ya da idari bir birim değil, tarihsel bir anlatının, kolektif belleğin ve simgesel inşanın sonucudur. Halkın dili, müziği, sanatı ve ritüelleri, modernleşmenin pasif unsurları değil; bizzat bu dönüşümün kurucu bileşenleridir.

Modernlik, Avrupa merkezli düşüncede genellikle rasyonalite, ilerleme ve bilimin zaferiyle özdeşleştirilmiştir. Ancak bu tanım, Batı dışı toplumların tarihsel deneyimlerini marjinalleştirir.

Bu noktada modernliğin tek doğru biçimde yaşanamayacağı açıktır. Her toplum, kendi tarihsel hafızasıyla, inanç sistemiyle, ekonomik yapısıyla ve dilsel evreniyle modernliğini biçimlendirir. Dolayısıyla modernleşme, bir uygarlaşma süreci değil; çoklu kültürlerin, tarihlerin ve epistemolojilerin karşılaşma alanıdır.

Bu perspektiften bakıldığında, kimlik yalnızca ulusal sınırlar içinde şekillenmez; aksine küresel etkileşimler, göç hareketleri ve dijital iletişim gibi olgularla sürekli yeniden tanımlanır. Kimlik, bir aidiyet beyanından çok, bir hatırlama pratiğidir.

Unutulmuş ya da bastırılmış geçmişler, modernliğin dışladığı sesler, günümüz kimlik mücadelelerinin temelinde yeniden belirir. Bu nedenle modernleşme, bir unutma değil; bir yeniden anımsatma sürecidir.

Modernlik kavramının yeniden düşünülmesi, tarih yazımında da köklü bir sorgulamayı beraberinde getirir. Batı, kendi modernliğini tanımlarken, diğer halkların tarihlerini geçmişte kalmışlık üzerinden yeniden kurmuştur. Bu söylem, hem epistemolojik hem de politik bir tahakküm biçimidir.

Avrupa’nın ilerlemesinin koşulu olarak sunulan bu tarihsel asimetri, aslında çoklu modernliklerin üzerini örten ideolojik bir mekanizma işlevi görmüştür. Oysa modernliğin doğasında merkezsizleşme vardır: her toplum, kendi hafızasıyla konuşur, kendi modernliğini yaratır.

Küreselleşme çağında modernlik artık sabit bir merkezden akmıyor.

Yazarın etkileyici tanımıyla,

modernlik Batı’dan Doğu’ya akan bir nehir olmaktan çıkmış, dünyanın farklı bölgelerinde birleşen, çatışan ve yeniden yön bulan birçok akarsuyun oluşturduğu bir ağ haline gelmiştir. Bu ağ, kimliklerin, kültürlerin ve tarihlerin birbirine temas ettiği bir geçiş alanıdır. Burada modernlik, artık bir Batılılaşma değil; bir karşılaşma’dır.

Akademik çevrelerde giderek güç kazanan bu yaklaşım, modernleşmeyi evrensel bir reçete olmaktan çıkararak, yerel deneyimlerin ve tarihsel özgünlüklerin çoğulluğuna vurgu yapar. Bu anlamda modernlik, merkezsiz bir tarih anlatısına kapı aralar.

Artık

tek bir ilerleme çizgisi yoktur; farklı zamanların, farklı kültürlerin ve farklı direnç biçimlerinin kesiştiği çok boyutlu bir zaman anlayışı vardır.

Modernliğin bu yeni okuması, hem sosyolojik hem de tarihsel açıdan radikal bir dönüşümü temsil eder. Çünkü modernlik, artık yalnızca Batı’nın hikâyesi değildir; dünyanın çoklu hikâyelerinin, bastırılmış kimliklerin ve unutulmuş belleğin yeniden görünür hale geldiği bir kavramsal alandır.

Bu bağlamda söz konusu çalışma, modernlik ve kimlik arasındaki karmaşık ilişkiyi çözümleyerek, ulus inşası kavramını yeniden düşünmeye çağırır.

Ulus artık yalnızca bir siyasi yapı değil; tarihsel sürekliliğin, kültürel hafızanın ve dilsel dayanışmanın biçim değiştirmiş hâlidir. Modernliğin merkezinde ilerleme değil, anlam vardır; kimliğin merkezinde aidiyet değil, anımsatma vardır.

Bugün modernlik, küresel karşılaşmaların, yerel direnişlerin ve kültürel yeniden doğuşların iç içe geçtiği bir süreçtir. Bu süreç, tarihsel tekilliklerin değil, çoklukların tarihidir.