Hüsamettin Turan
Kürt milleti, 20. yüzyıl boyunca Ortadoğu’daki dört ulus devlet arasında bölünmüş ve sistematik olarak statüsüz bırakılmıştır. Özellikle Suriye’de 1962 nüfus sayımıylayüzbinlerce Kürt vatandaşlıktan çıkarılmış, Araplaştırma politikalarıyla etnik temizlik süreçleri işletilmiş, 2011 sonrası iç savaşta ise Kürtler yalnızca geçici askerî ortaklar olarak değerlendirilmiştir.
Bugün Şam rejimi, Kürtlerin varlığını anayasal düzeyde tanımamakta ve onları kalıcı biçimde statüsüz bırakmaktadır. Bu durum, uluslararası hukukta yer alan koruma sorumluluğu (R2P) ilkesinin devreye girmesi gereken en açık örneklerden biridir.
2005 Dünya Zirvesi’nde kabul edilen R2P ilkesi, devletlerin kendi halklarını soykırım, savaş suçu, etnik temizlik ve insanlığa karşı suçlardan koruma sorumluluğu taşıdığını; devletler bu yükümlülüğü yerine getirmezse uluslararası toplumun devreye girme hakkı ve görevi bulunduğunu belirtir.
Kürtlerin statüsüzlüğü, kültürel haklarının sistematik inkârı, anadilin yasaklanması ve dönemsel katliamlarla bastırılmaları, bu çerçevede R2P’nin en somut gerekçelerinden biridir.
Nitekim
Doğu Timor (1999)
Kosova (1999)
ve Güney Sudan (2011)
örnekleri, statüsüz ve baskı altında olan halkların uluslararası destek ve müdahale ile kendi yazgılarınıbelirleme hakkına kavuşabileceğini göstermiştir.
Suriye sahasında meşruiyet, halk iradesi ve serbest seçimlerle değil, fiilî güç dengeleriyle şekillenmektedir. DAİŞ/DEAŞ kalıntıları, farklı bölgelerde güvenlik boşluklarından yararlanarak de facto bir denetim ve korku rejimi üretmekte; toplumsal iradenin yerine silahlı zorlama ve gayri nizami yöntemler ikame edilmektedir.
Bu tablo, Suriye’nin bütününde yönetim aygıtının seçim dışı ve şeffaflıktan yoksun mekanizmalarla işlediğini; yerel toplumların temsil ve katılımının sistematik biçimde bastırıldığını göstermektedir. Kürtler açısından bu, yalnızca sınırlı bir özerklik talebinin reddi değil, varoluşlarının güvenliksizleştirilmesi anlamına gelmektedir.
Bölgesel düzlemde Türkiye’nin politikaları bu güvenliksizleştirmeyi pekiştirmektedir. Ankara, içeride Kürtleri oyalayan söylemsel ve idarî taktikler izlerken; dışarıda Rojava’daki demokratik özyönetim deneyimini aşındırmak amacıyla SMO’yu araçsallaştırmakta, sahada fiilî baskı kuracak operasyonel kurgulara başvurmaktadır.
Bu vekâletçi hat, Rojava’nın seçilmiş yerel organlarını, sivil özyönetimini ve dil, kültür temelli hak düzeneklerini hedef almakta; askerî tahkimat, operasyon hazırlıkları ve sürekli tehdit söylemi, Kürtlerin kolektif güvenliğini kırılganlaştırmaktadır.
Bu koşullar, R2P’nin koruma yükümlülüğü boyutunu yalnızca Şam rejimi açısından değil, sahayı fiilen şekillendiren tüm devlet dışı ve vekâletçi aktörler açısından da güncel kılmaktadır.
Kürtler için sorun, yalnızca statüsüzlük değil, aynı zamanda sürekli tehdit altında bir varoluş sorunu’dur.
Bu bağlamda uluslararası toplumun temel insan hakları belgelerine başvurulması kaçınılmazdır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948), Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi (ICCPR, 1966) ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (ICESCR, 1966) açık biçimde self determinasyon hakkını güvence altına almıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ise azınlık hakları ve kolektif güvenliğe ilişkin normatif çerçeveyi tanımlamaktadır. Buna rağmen Kürtler dünyanın en büyük statüsüz kolektif kimliği olarak bu haklardan sistematik biçimde yoksun bırakılmaktadır.
Burada sorulması gereken temel soru şudur: Neden uluslararası toplum Filistin meselesine güçlü destek verirken, Kürtlerin statüsüzlüğünü görmezden gelmektedir? Dört sömürgeci devlet (Türkiye, İran, Irak, Suriye) Filistin’in bağımsızlık talebini uluslararası platformlarda savunurken, Kürtlerin en sınırlı statü taleplerini bile reddetmektedir.
Bu açık çelişki, uluslararası hukukun evrensellik iddiasının siyasal çıkarlarla ne denli şekillendiğini ortaya koymaktadır. Kürt milletine tanınmayan haklar, hem hukuki hem ahlaki açıdan kabul edilemezdir.
Kürt milletinin varoluş mücadelesi, yalnızca otoriter rejimlerle değil; aynı zamanda uluslararası toplumun seçici duyarlılıklarıyla da yüzleşmektedir. Suriye’de seçim ve toplumsal iradeye dayanmayan de facto güç düzenekleri ve Türkiye’nin SMO aracılığıyla Rojava’daki demokratik hakları tasfiye etmeye dönük operasyonel hazırlıkları, R2P’nin güncelliğini koruduğunu göstermektedir.
Bu koşullarda ABD, Fransa, İngiltere, BM ve Avrupa Birliği’nin sorumluluğu açıktır: Kürtlerin self determinasyonu’nun hayata geçirilmesi, statüsüzlüğün kalıcılaştırılmasına direniş ve uluslararası sistemin çifte standartlarının aşılması bakımından harekete geçmek.
BM ve NATO Bosna’da, Kosova’da ve Güney Sudan’da ne yaptıysa, bugün Rojava’da da aynı sorumluluk ve kararlılıkla yapmalıdır. Çünkü Kürt milletinin statüsüz bırakılması, yalnızca bölgesel bir adaletsizlik değil, doğrudan uluslararası toplumun meşruiyet sınavıdır.