”Kimsenin ’güc’ü bir demoklesin kılıcı gibi kullanmaya hakkı yok"

Özçelik:”Kimsenin ’güc’ü, kendisi dışındakilere karşı bir demoklesin kılıcı olarak kullanmaya hakkı yoktur”

Rûpela Nû’nun PAK  Genel  Başkanı Mustafa Özçelik ile yaptığı söyleşi

Rûpela Nû:  HDP milletvekillerine yönelik dokunulmazlıkların kaldırılması için AKP, CHP, MHP’nin oylarıyla anayasa değişiklik tasarısı Komisyondan geçti.Şimdi de yapılan oylamanın ilk turunda  anayasa referandumu gerektirecek şekilde 348 oyla kabul edildi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

--Dokunulmazlıkların kaldırılması girişimini, elbetteki siyasi bir karar ve haksızlık olarak görüyoruz. Seçmenin iradesini hiçe saymaktır. Düşünce, örgütlenme ve siyaset konusunda zaten kısıtlı olan zemini daha da daraltmaktır. Ama aslında  ifade ve örgütlenme özgürlüğünü herkes için savunmak kaydıyla, tüm milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılmalıdır. Kimse dokunulmazlığın arkasına sığınmamalıdır. 

Türkiye Cumhuriyeti Parlamentosu kuruluşundan bugüne Kürt kimliğini öne çıkaran  kimseye tahammül etmemiştir. Bugün olan şey yeni değildir. Defalarca bu tasfiye girişimleri yaşanmıştır. 1994’te DEP’lileri yakapaça ceza evlerine atip 10’ar yıla yakın ceza çektirdiler. Peki sonuç ne oldu? Ceza alan DEP milletvekilleri neredeler, Türk Devleti nerede?

Ama, Kürt milletinin ve tek tek parlamenterlerin kişiliklerini ayaklar altına alan ve halkın iradesini hiçe sayarak milletvekilliği için zorunlu hale getirilen  ‘’milletvekili yemini’’ ortada dururken;  Kürtlerin varlığı, dili ve hiç bir  ulusal demokaratik hakları  kabul edilip, yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulmamışken;  ülkemiz yakılıp yıkılırken, halkımız savaşla terbiye edilmeye çalışılırken; bütün bu konularda hiç bir etkili tutum sergilemeksizin,  ‘’dokunulmazlığı’’,  ‘’parlamentodan çekilme’’ sebebi gibi göstermek,  dokunulmazlık meselesini ana gündem haline getirmek Kürt halkına haksızlıktır , yanlıştır ve aslında ‘’ayıp’’tır. Ve bu yaklaşım deformasyonun, tahribatın aslında hangi boyutlara vardığını da göstermektedir. Eğer Kürtlerin en acil ihtiyaç ve gündemleri nedir diye sorarsanız, ‘’savaşa son verilmesi ve gerçek bir siyasal çözüm sürecinin başlatılmasıdır’’ derim.

Rûpela Nû:  Dokunulmazlıkların kaldırılması ile ilgili yaşanan gelişmelerden sonra HDP Eşbaşkanı  Selahattin Demirtaş da, Kongra Gel Başkanı Remzi Kartal da, ‘’ Dokunulmazlıklar kalkarsa, ayrı parlamento gündeme gelebilir’’ dediler. Sizce HDP ve Kongra Gel ayrı parlamento için adım atabilirler mi?  Ayrı Parlamento reel midir?

--.Kürt milletinin kendisini özgürce yöneteceği, federe ya da bağımsız kendi parlamentosunu oluşturmasının meşruluğu elbette ki tartışılamaz. Ama, doğrusu,  bir gün ‘’Bu devleti böldürmeyeceğiz’’ diyorlar, ertesi gün ‘’Silahlı özyönetim’’ ilan ediliyor. Gençlerin hendeklerle, barikatlarla,silahla  ‘’şehirlerde özgür alanlar yaratmak için’’ savaştıkları anda, HDP milletvekilleri parlamentoda ‘’vatanın’ın ve milletin bölünmes bütünlüğünü koruyacaklarına’’ dair milletvekilliği yemini okuyorlardı. Yemini okuduktan sonra,  parlamentoda kalmaya devam eden, komisyonlara katılan HDP milletvekilleri, bu yemini okuyan kendileri değilmiş gibi, hendek ve barikatlardaki çatışmaları kastederek, ‘’Gençlerin  direnişini destekliyoruz, hepimiz özyönetime destek olmalıyız’’ diyorlardı.

Bir gün ‘’ulus devlet yanlıştır’’, ‘’bağımsızlığı çöpe attık’’ deniliyor, ‘’ortak vatan, demokratik cumhuriyet, demokratik  ulus, ortak bayrak’’ deniliyor, ertesi gün ‘’şehir savaşlarıyla, adım adım Kürdistanı özgürleştirmekten’’ sözediliyor.

Şimdi de dokunulmazlıkların kaldırılması durumunda, ‘’ ayrı bir parlamentonun kurulabileceği’’nden sözediliyor. ‘’Sürgün’de Kürt Parlamentosu’’  yokmuydu zaten? Ne oldu o parlamentoya?

Daha önceleri bir kaç kez ‘’demokratik özerklik’’, ‘’özerk yönetim’’ ilan edildi. En son ‘’özyönetim’’ ilan edildi. Peki sormak lazım:nerede o ‘’demokratik özerklik’’, nerede ‘’özyönetim’’?

Şimdi bu denli zikzaklı, git-gelli bir siyaseti  her seferinde  ciddiye alıp  yorumlamak da ayrı bir handikapı oluşturuyor.

Ne yazık ki, PKK, HDP ‘’İstediğim zaman bir  şeye siyah derim, başka zaman aynı şeye beyaz derim.Ben ne dersem odur doğru olan’’ yaklaşımındadır. Bu da derin bir travmaya, deformasyona yol açmıştır. Artık neyin doğru , neyin yanlış olduğu, PKK, HDP,DBP, DTK’nın isteğine endekslenmiş durumdadır. Ve ne yazık ki, toplumun geniş bir kesiminde de bir ‘’hipnotize olma hali’’ sözkonusu; toplum da PKK’nin, HDP’nin söylemleriyle, aynı gözlükle  sorunlara bakar oldu. Bu da tahribatı, travmayı derinleştirmektedir.

‘’Ben güçlüyüm, şehitlerim var’’ diyerek, kimse Kürdistan halkının mücadelesini kendisiyle başlatma, kendisiyle bitirme hakkına sahip değildir. Kimsenin ‘’güc’’ü , kendisi dışındakilere karşı bir demoklesin kılıcı olarak kullanmaya hakkı yoktur. Ve zaten bunu kabullenecek de değiliz.

Rûpela Nû:  PKK bu tür durumlarda,‘’ben bedel ödedim, siz de kim oluyorsunuz’’ diyor.

--Evet, Kürdistan’ın özgürlüğü için yaşamını feda eden tüm kardeşlerimin emekleri önünde saygıyla eğiliyorum. Bunu yok saymak vicdansızlıktır. Kazanımları da açık gönüllülükle teslim etmek lazım. Ama, bedeli ödeyen halkımızdır. Butün bu süreç boyunca toplumun en geniş kesimleri büyük bedeller ödediler.  5000 köyü yakılıp , yıkılan halkımız  bedel ödemedi mi?Bizler Kürdistan halkı olarak kızımızı, oğlumuzu, varımızı,  yokumuzu vermedik mi? Türkiye’nin meropollerinde  aç-perişan kalmadık mı? Sokak ortasında katledilmedik mi? Binlerce insanımız yardım yataklıkan cezaevlerine tıkılmadılar mı? 40 Bine yakın insanımız bu uğurda kendisini feda etmedi mi? Peki bütün bunlar bedel değil mi? Özgürlük uğruna elbette ki bedeller de ödenir.

Ama, 30 yıldır yaratılan bütün   tahribatlara , halkımızın verdiği  bütün bu bedellere rağmen, bugün neredeyse Kürtlerin ulusal varlıklarını, kollektif haklarını bile yok sayan bir siyasetin yarattığı deformasyonu nasıl değerlendireceğiz? Peki, şimdi durup dururken, şehirlerde hendek, barikatlarla ‘’silahlı özyönetim’’ ilan etmeyi nasıl yorumlayalım? Hiçbir kuşkuya yol açmayacak şekilde, yenilgi, yıkım, ölümle  sonuçlanacak bir  uygulamaya neden gidiliyor? Halkımız PKK’nin bu yanlış siyasetiyle büyük bedeller öderken, bu yıkımın hesabını vermeye  hazır mıdır, PKK, HDP, DTK?

‘’Ben güçlüyüm, şehitlerim var’’ diyerek, kimse Kürdistan halkının mücadelesini kendisiyle başlatma, kendisiyle bitirme hakkına sahip değildir. Kimsenin ‘’güc’’ü , kendisi dışındakilere karşı bir demoklesin kılıcı olarak kullanmaya hakkı yoktur. Ve zaten bunu kabullenecek de değiliz.

Kürdistan özgürlük mücadelesi 200 yıldır devam ediyor. Hatalarıyla, sevaplarıyla herkesin emekleri vardır. Yanlışları kabul etmek de bir erdemdir, sarfedilen her emeğe saygı duymak da.

Rûpela Nû:  Peki 30 yılı aşkın bir süredir Kuzey Kürdistan’da siyasetin bu denli tek renkli kalmasını nasıl açıklıyorsunuz?  Kimileri ‘’Devlet ve PKK herkese engel oldu, onun için başka bir güç gelişmedi’’ diyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

-- Evet, 30 yılı aşkın bir süredir Kuzey Kürdistan’da siyaset tek renklidir. Bunun bir çok nedeni vardır. Sorunu sadece PKK ve devletin ‘’yol vermemesi’’nde aramak, yanlış ve eksik bir yaklaşımdır. Bu konuda, PKK dışındaki oluşumların öncelikle kendi hata, yanlış ve eksikliklerini tesbit etmeleri, kabullenmeleri , bence geleceğe dönük çözüm ve yol haritaları oluşturulurken en doğru yoldur.

Ama sorunun diğer bir yönü de, artık geçmişe takılmadan, geleceğe bakabilmektir. Bugünü analiz etmek, buna göre bir siyasal proje oluşturmak ve bu temelde yeni bir yol haritası ve çalışma programı geliştirmek, bugünün  temel ihtiyaçlarından biridir. Devlet elbette ki, 90 yılı aşkın bir süredir nüans farklılıklarına rağmen, hep sorunu ‘’bastırma’’, öteleme ve ‘’zaman kazanma’’ anlayışıyla değerlendirmiş; Kürt siyasal güçlerinin önünü kesmeye çalışmıştır. Bunu  bir yönüyle, kendi varlığının sebebi olarak da görmüştür. Elbette ki bu nafile bir çabadır.Sonuçsuz ve çözümsüzdür. Masaya oturup sorunu siyasal diyalogla çözmek dışında bir yol yoktur.

PKK daha ortaya ilk çıkışında kendi dışındaki tüm Kürt oluşumlarını ‘’ajanlaşmış yapı ve kurumlar’’ olarak tanımladı ve ‘’sömürgeciliğe karşı verilen mücadele, bu yapılara karşı verilecek mücadeleden geçer’’, diyerek kendi dışındaki Kürt siyasal oluşumlarını ilk hedef olarak gösterdi.PKK daha sonraki süreçlerde de sürekli olarak diğer Kürt örgütlerine karşı dönem dönem şiddete varan tutumlar sergiledi.

Ama ne devlet, ne de PKK’nin tutumları, ülkemizin özgürlüğü için mücadele edenleri  yolundan alıkoyamadı. Biz bu ülkenin sahiplerindeniz. Kendi geleceğimizi belirlemek için kimseden izin isteyecek değiliz.

Ama, Kürtler arası hiçbir çatışma ve gerginlik siyasetini de doğru görmüyoruz. Kürtler arası çatışma siyaseti  aslında günah kabul edilmelidir.

Siyasal çalışmalarımızı başkalarının doğru ya da yanlışlarının yorumu üzerine inşaa edemeyiz. Bu bizler için hem kendimizi inkar, hem de intihar olur.

Biz yorumcu ya da seyirci değiliz. Sorunun asli tatafıyız ve sahada bizzat kendi siyasal ve düşünsel projelerimizle kendi yolumuzu açmalıyız.

Rûpela Nû:  Sykes-Picot’un 100. Yılında PAK olarak 5 ilde konferanslar düzenliyorsunuz? Neydi Sykes-Picot ve bugün ne anlam taşıyor?

--Sykes-Picot’un   100. Yılında ‘’Sykes-Picot’a, Lozan’a  ‘hayır’; Kürdistan’ın  özgürlüğü ve devletleşmesine ‘evet’’ belgisiyle  Batman, Diyarbakır, istanbul, İzmir, Van’da Konferanslar düzenliyoruz. Konferanslara ilgi oldukça büyük. Konferans sunumcuları da çok değerli bilgi, düşünce ve tesbitlerini sunuyorlar. Sykes-Picot, Sevr ve Lozan birlikte değerlendirilmelidir. Kürdistan’ın Osmanlı egemenliğindeki kısmının üçe bölünerek, Kürdistan’ın parçalanması sürecine yeni bir boyut kazandırılmasının ilk adımı olması itibariyle  Sykes-Picot önemlidir.

Sykes-Picot’a karşı duruş, ulusal ve Kürdistani yaklaşımın da bir gereğidir ve  bu anlayışı besler.

Sykes-Picot eğer gerçekleşseydi; Kuzey Kürdistan’ın kuzey ve kuzeydoğu illeri bugün Rusya’nın egemenliğinde olacaktı, ki bu da Kuzeyin %40’ına yakın bir kısmını oluşturmaktadır. Kuzey Kürdistan’ın  güney  ve güneybatı illeri Fransa’nın egemenliğinde olacaktı. Bu da Kuzeyin %60’ından fazlasını oluşturmaktadır. Güney Kürdistan İngilizlerin egemenliğine bırakılmıştı.

Sykes-Picot gerçekleşseydi, Türkiye egemenliğinde herhangi bir Kürdistan toprağı olmayacaktı.

İran’ın egemenliğindeki Doğu Kürdistan ile birlikte Kürdistan bu şekilde dörde bölünmüş olacaktı.

Sykes-Picot Rusya’daki ekim devrimiyle birlikte, Rusya’nın anlaşmayı ifşa etmesi ve anlaşmadan çekilmesiyle, belirlenen şekliyle uygulamaya konulmadı.

Lozan Anlaşması ise, Sykes-Picot ve  Sevr’e nazaran Türkiye’nin daha etkili olduğu bir anlaşma olmuştur ve Kuzey Kürdistan’da daha önce Rusya’ya (Sevr’de de Ermenistan’a) ve Fransa’ya bırakılan Kuzey Kürdistan toprakları  Türkiye’nin egemenliğinde kalmıştır. Suriye egemenliğindeki Kürdistan toprakları  küçülmüştür. Ama Kürdistan yine de dört parçaya bölünmüştür.

Sykes-Picot ve Sevr uygulanmamakla beraber, aslında Kürdistan’ın dörde bölünmesi fikrinin evveliyatını oluşturmaktadır. Esas olan bugün Kürtlerin , Sykes-Picot a karşı duruşu , Kürtleri dörde bölen ve uygulanan Lozan  Anlaşması’na karşı daha etkili bir duruşla bütünleştirmeleridir.

Sykes-Picot, Güney Kürdistan federe yönetimi ile geçersizleşmeye başlamıştır. Bu süreç Rojava Kürdistanı’nın fiili durumuyla daha da gelişecek ve bağımsız Güney Kürdistan Devleti ile artık tarihin çöplüğüne atılma süreci başlayacaktır. Kürdistan’ın dört parçasının özgürlüğü artık ‘’okun yaydan fırladığı’’ önü alınamaz bir süreçtir.

Artık dünya da eski dünya değildir; Kürtler de eski Kürtler değil…Kürtler birliklerini kurup güçlendikçe, özgürlük ve devletleşme artık bir hayal, bir talep  olmaktan çıkıp, bir gerçekliğe dönüşecektir.

 

"Türk Devleti de ya bu yanlış yıkım ve ölüm siyasetine son verecektir; ya da halkımızın örgütlü sivil, demokratik gücü onun bu siyasetine dur diyecektir."

Rûpela Nû:  Türk Devleti ve PKK arasında temmuz 2015’te tekrar başlayan çatışmalar, giderek yoğunlaşmaktadır. Uzun bir dönem hendekler ve barikatlarla ‘’şehirlerde  silahlı direnişle özgür alanlar’’ yaratacağını söyleyen PKK, şimdi bu uygulamadan vazgeçmiş görünüyor.  Bombalı saldırlar, karakollara saldırılar öne çıkıyor. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu çatışmalar ne getirir ve nereye varır?

--Güney  Kürdistan’daki bağımsızlık yürüyüşü, Rojava Kürdistanı’ndaki fiili statüye doğru yol alış ve Türk Devleti’nin bölgedeki değişim denkleminin dışında kalması; Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de Kürt özgürlük mücadelesinin siyasal, sivil, demokratik ve diplomatik alanda kattettiği mesafe ile bütünleşince, Türk Devleti tekrar şiddetle halkımızın mevzilerini yok etme siyasetine yöneldi. İran, Irak ve Esad rejimlerinin de yeniden başlayan bu çatışmalardaki rolünü özellikle hesaba katmalıyız.Temmuz 2015’ten bu yana süregelen çatışma ve savaşın temelinde bu etmenler yatıyor. Türk devleti 90 yılı aşkın bir süredir, ‘’sıkıştığında’’ hep bu yolu deniyor. Belki geçici olarak bazen ‘’kazanmış’’ gibi görünüyor. Ama orta ve uzun vadede, her şey gözler önünde. Kürt miletinin özgürlük mücadelesi daha bir kitleselleşerek büyüyor.Bu seferde böyle olacağını söylemek için münecim olmaya gerek yok.

PKK’nin artık yaşamda da tartışmasız bir şekilde yanlışlığı kanıtlanan ‘’şehir savaşları’’ siyaseti de Türk Devleti’nin yıkım, ölüm ve şiddet siyasetine daha elverişli zeminler yaratmıştır. Hendek ve barikatlarla ifadesini bulan ‘’şehirlerde silahlı direnişle özgür alanlar yaratma, özyönetim oluşturma’’ uygulamasının  başarısızlığı  kanıtlanmıştır. Bu siyaset halkımızın yaşamına, kazanımlarına yönelik devletin saldırılarının başarı kazanması için zemin hazırlamaktan öte bir rol oynamamıştır. Yüzbinlerce insanımız yerinden, yurdundan olmuştur. Binlerce insanımız şehit düşmüş, yaralanmıştır. Bir çok yerleşim yeri yerle bir olmuştur. Ekonomik, sosyal yıkım gözler önündedir.

Bütün bu tablo gözler önündeyken, PKK’nin hala çatışmaları derinleştireceğine yönelik bir tutum alması; açıktır ki, halkımızdan çok Türk Devleti’nin yıkım siyasetine yarayacaktır.

Türk Devleti de geçmiş tecrübelerine gözünü kapatarak, ‘’son neferi yok edilinceye kadar bu savaş sürecek’’ diyor. Bu siyaseti izlerken, uygulamada özel harekat timlerinin sloganları, marşları, çıplak vucut teşhirleri, hakaret ve rencide edici davranışları da , insanları şiddeti savunur duruma sürüklemeye dönük bir toplum mühendisliği projesidir. Türk Devleti’nin bu  ölüm ve yıkım siyasetinin  Kürdistan’da siyasal çözüm anlayışını daha da derinleştireceğini iyi bilen Türk Dveleti, Kürtleri siyaset yerine , nisbeten daha zayıf oldukları şiddet zeminine zorlamaktadır.

Bu nedenle, hiçbir tartışmaya yol açmayacak şekilde, PKK’nin çatışmalara son vermesi halkımızın çıkarınadır. Bu bir ‘’korkaklık’’ ya da ‘’kaçış’’ değil; güçsüz olduğun bir minderde seni savaşmaya zorlayan bir planın boşa düşürülmesidir.

Temmuz 2015’ten bu yana, artık ne Kürtlerin varlığı, ne ulusal demokratik hak ve özgürlükleri, ne mağduriyetleri, ne özgürlük hakları gündeme gelmiyorsa, uluslar arası destekte ciddi bir gerileme söz konusuysa,  herkesin oturup düşünmesi lazım.Türk Devleti  Kürt ve Kürdistan sorunun bir ‘’terör sorunu’’ olarak gündemleşmesini, siyasal çözüm yerine şiddetin egemen olmasını kendi çıkarları için geçerli yol görmektedir. Ne yazık ki, izlenen çatışma siyaseti de bu planın uygulanmasına zemin hazırlamaktadır.

Kürdistan halkının bugün gelinen aşamada, Kuzey Kürdistan’da savaşa, çatışmaya ihtiyacı yoktur. Bugün siyasal ve sivil mevzi ve güç; Kürtlerin daha büyük kazanımlar elde etmesini sağlayabilecektir. Bu nedenle de %90’dan fazlası savaşa karşı olan, siyasal çözümden yana olan Kürdistan halkının el ele verip ciddi bir sivil insiyatifle bu savaşa karşı durması yaşamsal bir değere sahiptir.

Türk Devleti de ya bu yanlış yıkım ve ölüm siyasetine son verecektir; ya da halkımızın örgütlü sivil, demokratik gücü onun bu siyasetine dur diyecektir.

Rûpela Nû:  Kürtlerin neredeyse her zaman gündemlerinde olan, ama bir türlü gerçekleşmeyen ‘’ulusal ittifak’’a gelelim. Nedir sizce ‘’ulusal ittifak’’, kimlerdir muhatabı ve neden bir türlü gerçekleşmiyor?

Evet, tarihsel olarak Kürtlerin en çok ihtiyaç duydukları, en çok sözünü ettikleri, ama en az uyguladıkları, en az ‘’sevdikleri’’ şeydir ‘’ittifak, birlik, işbirliği’’.

Tarihsel ve genetik bir virüsün nesilden nesile geçişidir bence bu ‘’birlik sendromu’’. Sadece bugün, bizlerle açıklanamayacak derin tarihsel kökleri vardır. Ve belkide bugüne kadar devletleşememiş olmamızda da, en belirleyici faktörlerden biri olmuştur bu ‘’sendrom’’. Evet birlikten, işbirliğinden, ittifaklardan korkuyoruz.

Bu zaafımızı çözen egemen güçler, sürekli olarak bu virüsü yaşatacak bir ortamı ayakta tutmuş, birleşmememiz için her türlü ‘ilacı’’ devreye sokmuşlardır.

İşte böylesi bir milletin evlatları olarak, elbette ki atalarımıza ‘’layık’’ bir şekilde, bizler de birliği sevmiyoruz.

Bu tesbitten hareketle Kuzey Kürdistan’da  ‘’ulusal birlik’’ sorununa baktığımızda, tablonun iç açıcı olmadığını kolaylıkla görebiliriz.

İki cepheden söz edebiliriz. Biri PKK, HDP, DBP, DTK, Kongra  Gel cephesi, biri de PKK dışındakilerin oluşturduğu cephe.

PKK  cephesi bugün ‘’ulus devlet dönemi kapanmıştır’’, ‘’demokratik cumhuriyet, demokratik ulus, ortak vatan, ortak bayrak’’  diyor. Kürdistan’ın ülkesel, Kürtlerin ulusal varlıklarını rededen bir yaklaşımın ifadesi olan bu tebitlere sahip bir siyasal oluşum ile ‘’ulusal ittifak’’  hangi  ‘’ulusal’’ değerler üzerinden geliştirilecektir.

PKK cephesi’nin bu söylemlerinin  ‘’aslında taktik söylemler olduğu’’  iddiası da yine PKK cephesindeki geniş bir kesimin  kendisini ikna ettiği bir gerçekliği ifade ediyor. Peki Kürdistan’ın, Kürt milletinin varlığını ve kendi geleceğini belirleme hakkı olan ‘’ulus devlet olma hakkını’’ reddetmenin ‘taktikle’’ ne ilgisi vardır? O zaman  stratejik olan nedir?

Bu yaklaşıma sahip olması , kendi dışındaki herkesi yok sayması nedeniyle,  PKK cephesi ile ‘’ulusal ittifak’’ anlamında bir siyasal işbirliği ve ortak adımın zeminlerinin olmadığı açıktır.

Ama elbette ki hiçbir diyalogun yolu kapatılmamalıdır. Burada da başka bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz.  Yani sorun bu kez, PKK cephesinde muhatabın  kim olduğu sorunudur?

Öcalan mı, Kandil mi, HDP mi, DBP mi, DTK mı, Kongra Gel mi?

Son dönemlerde bir çok konuda açığa çıktığı gibi, sözü edilen oluşumların,  çoğu kez birbirlerini dinlemediği; tüm bu cephede kimin sözünün geçtiği de ayrı bir sorundur.Herhangi bir konuda HDP ile geliştirilecek bir diyalogun , PKK’yi, DBP’yi, DTK’yı ne oranda bağladığı ; ya da DTK ile herhangi bir konuda   atılacak bir ortak adımın diğerlerini ne oranda bağladığı tümüyle tartışma konusudur. Açıkçası bu cephede bağlayıcı bir muhatab yoktur.

Ayrıca daha önce bu cephenin imzalayıp da uygulamadığı, tam tersi bir söylem ve siyaset izlediği bir çok örnek de,  bu cephe ile diyalogların , oluşturulacak  herhangi bir ortak mutabakatın ,  ‘’suya atılan imza’’dan öteye geçmediği kanaatinin yerleşmesine sebep olduğu da,  gerçekliğin başka bir boyutunu oluşturmaktadır.

Gelelim diğer cepheye.

30 Yılı aşkın bir süredir Kuzey Kürdistan siyaseti aslında tek seslidir.PKK dışındaki tüm siyasal kesimlerin bütün çabaları ne yazık ki bu gerçekliği ortadan kaldıramamıştır. Bunun elbette ki bir çok nedeni vardır. Ama sonuç budur.

Mevcut tabloda toplumdan alabildiğine kopmuş , çoğunluğu birbirine çok yakın siyasal ve düşünsel perspektife sahip , ama birleşmeyi de, ittifakı da önemsemeyen parti ve gruplar sözkonusu.

Özellikle bu cephede başarısız siyasal birlik ve ittifak girişimleri  , ‘’sütten ağzı yananın, yoğurdu üfleyerek yemesi’’ misali bir psikolojinin   egemen olmasına yol açmaktadır. En revaçta söylem de ‘’Çok denedik, bu birlik , ittifak girişimleri nafiledir, boşa zaman harcamaktır.’’

En önemli sorunlardan biri de, kitlesel bağ ve tabanı olmayan, dinamizmden uzak  ve 50 yaş üstü kadroların ağırlıkta olduğu bu siyasal oluşumların, neredeyse kendi kendisini tüketen bir patinaj  girdabına girdiklerini görmek istememeleridir.

Siyasal söylem ve program olarak, Kürt milletinin ve Kürdistan’ın varlığını esas alan bu cephede, işbirliğine dönük son dönemlerde atılan adımlar, elbette ki olumludur.Ama yetersiz olduğu açıktır. Üstelik bazı partilerin hala ‘’bu işlerden bir şey çıkmaz’’ yaklaşımı içinde olmaları, halkımızın ihtiyaç ve gerçekliğinden ne denli uzak olduğumuzun da ayrı bir göstergesidir.PAK olarak makul ve yürütlebilir bir şekilde, ulusal eksende işbirliği, güçbirliği ve ittifaklar için  her türlü destek ve katkı sunmaya hazır olduğumuzu bir kez daha vurgulamakta yarar görüyorum.

İttifak, işbirliği ve güçbirlikleri ancak halk içinde yapılacak çalışmalarla ve sürecin önünü açacak projelerle anlam kazanacaktır.Kağıt üstünde kalacak ittifaklar, yeni birliklerin önünü kesecek bir rol oynamaktan öte bir anlam taşımayacaktır.

Rûpela Nû:  PAK çıktığı günden bu yana siyasal birlik vurgusunu her vesilede gündemleştirmektedir. Bu konuda somut bir çalışmanız var mı?

--Ulusal ittifak konusundaki ‘’bu işlerden bir şey çıkmaz’’ yaklaşımı, ne yazık ki siyasal birlik konusunda da sözkonusudur. Özellikle de geçmişte bir kaç kez siyasal birlik girişimleri içinde bulunan kadrolarda , ciddi bir ürkeklik sözkonusudur. Hatta bu alanda yol alınmaması için dolaylı, dolaysız bir direnç içinde olan kadrolar da az değildir. Biz bu alanda atılan bazı  adımları destekliyoruz. Birbirine yakın ve aynı düşünen kadroların , parti ve grupların tek parti içinde birleşmesi ihtiyacı, Kuzey Kürdistan’daki sürece müdahalede en temel anahtarlardan birisidir.Ama ne yazık ki, bu konuda gerekli duyarlılık sergilenmemektedir.Birleşme konusunda daha mütevazi bir noktadan başlamak lazım. Yani bugün kim birleşebiliyorsa, onlarla başlamak lazım.Bu adım, daha geniş birleşmeler için de hem baskı unsuru oluşturabilir, hem de çekim merkezi yaratabilir.

 

 

"Hataları, sevaplarıyla, dünün tüm emek ve değerlerini sahiplenen, ama düne takılı kalmayan, yeni bir formatla halkımızın özgürlük mücadelesinde yeni bir yol açmak,bugünün en temel ihtiyaçlarından biridir."

 

 

Rûpela Nû:  Siyasal birlik tartışmalarında Kuzay Kürdistan’daki eski siyasal gelenekler hep bir tartışma konusu olmuştur. Eski siyasal gelenekler bu tartışmaların neresindedirler?

--Siyasal birlik tartışmaları  büyük oranda eski siyasal geleneklerden gelme kadrolar arasında kilitlendiği için, haliyle tartışma da bu kadrolar arasındaki tartışmaya dönüşmektedir. Oysa ki, halkımızın bugünkü gerçekliği ve ihtiyacı bunu çoktan aşmıştır.  Gerçekten de sormak lazım: Hangi siyasal gelenek bugün bir güç olarak varlığını sürdürüyor? DDKD, Özgürlük Yolu, KUK, PDK,Rizgari, Ala Rizgari, Tekoşin, Kawa ve diğerleri…Bunlardan  hangisi bugün siyasette bir aktör olarak yer alıyor? Bunlardan hala ismen ‘’varım’’ diyenlerden hangisi  eski siyasal ve düşünsel çizgilerini devam ettiriyorlar? 12 Eylül sonrasında tüm bu gelenekler çok  ağır bir yenilgi yaşadılar. Hiçbiri gücünü koruyamadı. Ve giderek tasfiye oldular. Bunun elbette ki bir çok nedeni vardır; ama nedeni ne olursa olsun, realite budur. Şimdi bu yenilgi ve tasfiye, bu yenilenememe gerçekliği yokmuş gibi ve üstelik düşünce ve siyaset eksenleri nerdeyse %80 birbirlerine yakınlaşmış olmalarına rağmen, yeniden herkesin  kendi ismiyle  siyaset sahnesinde yer almalarının sağlıklı bir izahatı var mıdır? Elbette ki o siyasal geleneklerden birinin devamcısı olma meşru hakkını koruyanların o isimle devam etmeleri hakkı ayrı bir şeydir, bunu tartışma hakkımız yoktur; ama bunun siyasetten doğruluğu ayrı bir şeydir.

 Düşünce ve siyaset eksenleri neredeyse %80 değişmiş, tüm gücünü, kitle bağını yitirmiş olan siyasal geleneklerin; bugünün siyasal ihtiyaçlarına uygun yeni bir projeyi, eskinin bilgi, birikim ve tecrübeleriyle yoğurup, en geniş toplum kesimlerine açık yeniden bir üretime dönüştürmeleri mi doğru ve gerçekçidir, yoksa eskinin nostaljisinden yeniden bir siyaset üretme yaklaşımı mı?

İşte bugün siyasal birlik sorununu değerlendirirken sorunun bir yönünü bu gerçeklik oluştururken, diğer bir boyutu da, bu siyasal geleneklerden habersiz milyonlarca yeni nesilin bugüne özgü gerçeklik, ihtiyaç ve düşünce dünyasıdır.

Hataları, sevaplarıyla, dünün tüm emek ve değerlerini sahiplenen, ama düne takılı kalmayan, yeni bir formatla halkımızın özgürlük mücadelesinde yeni bir yol açmak,bugünün en temel ihtiyaçlarından biridir.

Rûpela Nû:  Türkiye’de başkanlık sistemi ve bu bağlamda anayasa değişikliği tartışılıyor? PAK Başkanlık sistemine ve anayasa değişikliği tartışmalarına nasıl bakıyor?

--Tartışmalar çoğu kez yanlış bir zeminde yürütlüyor. ‘’Başkanlık sistemi mi, parlamenter sistem mi, Kürtler için iyidir?’’ sorusu, hem yanlış bir yönlendirmeye yol açar, hem de Kürtlerin gerçekliğini görmemizi engeller. Dünyanın bir çok yerinde ‘’parlamenter sistem’’ adı altında başkanlık sistemlerine rahmet okutan diktatörlükler olduğu gibi; tam tersi, kimi başkanlık sistemleri de faşist, totaliter sistemlere rahmet okutabilmektedir.Bu nedenle de, başkanlık sistemi ya da parlamenter sistemin özgürlük, demokrasi, adalet, eşitlik, kadın hakları, sosyal gelişim vb. konularında ne getirdikleri, ne götürdükleridir  önemli olan.

Türkiye’de parlamenter bir  sistemden sözediliyor. Ama dünyanın bir çok başkanlık sisteminden daha totaliter, özgürlükleri yok sayan , anti-demokratik bir parlamenter sistem sözkonusu. Üstelik 12 Eylülde daha bir kırpılan , faşist bir anayasa ile yönetilen bir parlamenter sistemle karşı karşıyayız.

Kürtler ve Kürdistan sözkonusu olduğunda tümüyle asimilasyon, inkar ve imha anlayışına göre biçimlendirilmiş bir anayasa mevcut. Kürtlerin varlığı, dili, ülkesi ve tüm hakları yok sayılmıştır.Şimdi Erdoğan ve AKP tarafından savunulan başkanlık sistemi, daha özgürlükçü, demorat, adil ve eşitliği sağlayan bir sistem mi öneriyorlar,  elbette ki hayır? Mecvut konjonktürde başkanlık sistemi daha diktatoryel bir sistem getirmekten öte bir rol oynayamayacaktır.

Ayrıca, yapılan tüm anayasa değişikliği  tartışmaları bir tesbitle başlıyor: ‘’Anayasanın ilk dört maddesi değiştirilemez, değişiklik önerisi bile yapılamaz’’ .  AKP, CHP, MHP ile  Türk toplumun en geniş kesimleri bu konuda mutabık. Anayasanın ilk dört maddesi, bırakalım Kürtlerin varlığını, haklarını; Kürtlerin dilini bile yok sayan,   ‘’tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak’’  diyen maddelerdir.

Avrupa Birliği uyum prosedürü, Kopenhag  Kriterleri, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik şartı vb. uluslar arası sözleşmelere  uyumlu hale getirilmiş bir anayasadan bile söz edilmiyor.

Bu nedenle de yapılan anayasa değişikliği  ve başkanlık sistemi tartışmaları Kürtleri yok sayan tartışmalardır.

Elbette ki bizim de Kürt ve Kürdistan tarafı olarak bu konuda insiyatif geliştirmemiz; ülkemizin ve milletimizin varlığını, ulusal demokratik hak ve özgürlüklerini, Kürdistan’a statüyü, halkımızın özgür bir şekilde kendisini yönetebileceği bir sistemi içeren bir perspektifle bu anayasa tartışmalarına müdahil olmamız gerekir. Kürdistan ve Türkiye’nin eşit ortaklığını içeren Federe bir devlet anayasası gündemleştirilmelidir.

Rûpela Nû:  Bir yanda Sykes-Picot bitti deniliyor, Güney Kürdistan’ın bağımsızlığından söz ediliyor; bir yandan da dünya devletlerinin bu konudaki siyasetleri tartışılıyor. ABD’nin bağımsız Kürdistan’a yeşil ışık yaktığı söyleniyor. Gerçekten de ABD bağımsız Kürdistan’a yeşil ışık yaktı mı?

-- ABD, Avrupa Devletleri, Rusya bölgedeki harita değişimi sözkonusu olduğunda, bölge devletlerinin yanısıra,  öne çıkan aktörlerdir. Bölgeyi değişik süreçlerde dizayn edenlerin, bugün yeni bir dizayn ihtiyacı ile karşı karşıya oldukları açıktır. Ana aktörlerden biri olan  ABD , şu ana kadar net bir şekilde bağımsız Kürdistan’a yeşil ışık yakıp yakmadığı sorusuna verilebilecek cevaplarda ‘’evet’’ler de var, ‘’hayır’’lar da.Güney Kürdistan’da bugün oluşan federe statü ve giderek bağımsızlık yönünde yol alışta elbette ki ABD ve müteffiklerinin siyaset ve uygulamalarının büyük bir rolü olmuştur. Onların desteği olmasaydı bugünlere varmak mümkün olmayacaktı.

Ama ABD henüz net bir şekilde bağımsız Kürdistan’a evet dememiştir.Gerek Musul’un IŞİD’in elinde oluşu, gerek Irak’taki sunni bölgelerin geleceğinin belirsizliği, gerek Bağdat’taki yönetim krizi; ve gerekse Suriye  ve Rojava Kürdistanı’ndaki savaş, kriz ve belirsizlikler ABD’nin Güney Kürdistan’ın bağımsızlığı konusunu biraz daha ötelemesini etkileyen en temel faktörlerdir. Buna İran’ın bölgedeki ve  Güney Kürdistan’daki rolü de eklendiğinde, ABD’nin kendi çıkarları açısından daha dengeci bir siyaset izlemesine yol açmaktadır. ABD herkesin  ABD’ye ihtiyaç duyacağı bir zeminin sürekliliğinden yana bir siyaset izliyor. Bu anlamda belki de  ‘’yeşil ışık’’ öncesi bir ‘’sarı ışık’’tan söz edebiliriz. Ve Kürtler olarak da buna göre hazırlanmalıyız diyorum.

ABD’nin  bu siyaseti  bazen Kürtler’e yarayabilir. Ama bugün gelinen aşamada bu siyaset  Kürtlerin bu tarihsel fırsattan yararlanmaları önünde  kısıtlayıcı bir rol da oynayabilir.Onun için  bizlerin de hem kendi ülkesel çıkarlarımızı esas alarak koşulları sonuna kadar zorlamamız, hem de  ABD gibi etkili aktörlerle kopuşa yol açabilecek, karşı karşıya gelmemize yol açabilecek  tutumlardan kaçınmamaz,  çıkarlarımız gereğidir. ABD Başkan Yardımcısı John Biden’ın sayın Mesud  Barzani’ye ‘’Sayın başkan, öyle görünüyor ki, hep birlikte bağımsız Kürdistan’ı  göreceğiz’’ demesi, bence anlamlıdır. Güney Kürdistan’da iç birlik bugün bağımsızlığın en büyük aktör ve garantörüdür. Kürdistan’ın bağımsızlığından korkanlar da, tam da bu noktadan Kürtleri zayıflatmaya, bu birliği zedeleyecek ortamlar oluşturmaya çalışıyorlar. Ama artık Irak kağıt üstünde kalmış bir ‘’ülke’’ ve devlettir. Güney  Kürdistan’ın bağımsızlığı sadece bir siyasal talep değil, artık bir zorunluluk  ve gerçeklik olarak gündemdedir. Bence bu konuda ‘’ok yaydan çıkmış’’tır. Hiç kimse önünü alamayacaktır.

Dünyanın etkili aktörlerinin de çıkarı bağımsız bir Kürdistan’da olacaktır.

SÖYLEŞİ Haberleri

Mustafa Aydoğan: Kürt nüfus çoğalıyor, Kürtçe konuşanlar azalıyor
30 yıl sonra tahliye olan Rojbin Perişan: Vazgeçmediğin sürece umut vardır
İstanbul Sözleşmesi, İngiltere’de yürürlüğe girdi
Mücahit Bilici: 'Kürt demokrasisinin de Kürt askeriyesine 'haddini bil' diyebilmesi lâzımdır'
Kürt korkusu Kürtlerle ilgili hak taleplerini güvenlik meselesine indirgiyor