İsmail Beşikci: Azim...

Azim...

 
İbrahim Küreken’in kitabı yayımlandı: “Parçası, Tanığı, Mahkumu Sürgünü Oldum” (İletişim Yayınları, 2016, İstanbul)

 

İsmail Beşikci

İlkeli, disiplinli, dirençli, azimli yaşamanın dikkate değer bir örneği. İbrahim Küreken’in (d. 1953) gençliği devrim yapma heyecanı içinde geçmiş. Kawa örgütünün kurucularından, yöneticilerinden… Ankara Teknik Öğretmen Okulu’nda, şimdiki, Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’nde okumuş, teknik eleman, mühendis olmuş. Devrim yapma heyecanı içinde, ailesini de, davasını da, dava arkadaşlarını da, örgütünü de hiçbir zaman bırakmamış.

Sık sık işsiz kalmış. Beş parasız kaldığı zamanlar da olmuş. Açlığın kapıya dayandığı günler de olmuş. Seyyar satıcılıktan tutun da manavlığa kadar her işe girip çıkmış… Beklediği, umduğu kazancı bulamamış. Buna rağmen, devrim yapma heyecanını da, ailesini, çocuklarını da, ihmal etmemeye özen göstermiş…

İlkelerini her zaman korumuş, ilkelerinin zedeleneceğini anladığı zaman, işini de patronunu da hemen terk etmiş. İşini terk ettikten sonra, başka bir iş arayıp bulma çabası içinde olmuş. İş yerinde disiplini her zaman önde tutmuş, iş yerinde işçilere karşı hiçbir zaman ayrımcı muamelede bulunmamış. İşçileri gerek patrona karşı, gerek dışarıdan gelen daha başka baskılara karşı her zaman korumaya çalışmış.

Polis sorgusunda, savcılık sorgusunda, cezaevi yaşamında, temel ilkelerden, ahlaki ilkelerden, insanı insan yapan değerlerden hiç taviz vermemiş. Bütün baskılara, zulümlere olumsuzluklara, yoksunluklara karşı, yaşamdan hiçbir zaman kopmamış, yeni kapılar, yeni olanaklar arayıp bulmuş. Dirençli bir yaşam, azimli bir yaşam… Devrim yapma heyecanı, toplumsal ve siyasal olguları, olgusal süreçleri izleme, kendi kendini sorgulama süresince azalmış.

İbrahim Küreken’in yaşamı böyle bir yaşam. Dirençli, azimli bir yaşam. Kürd azmi…

Ulus inşa etmeye, ülke kurmaya, iş hayatını geliştirmeye, sağlıklı kılmaya çalışan Kürdlerin, böyle bir yaşama ihtiyaçları çok büyük… Bu bakımdan İbrahim Küreken’in, “Parçası, Tanığı, Mahkumu, Sürgünü Oldum” kitabının çok kısa bir zamanda, Kürdçe’nin Kurmanci, Sorani, Zazaki lehçelerine çevrilmesinde, çok büyük yarar vardır. Ulus inşa etme, ülke kurma sürecinde olan Kürdlerin, özellikle genç kuşakların böyle bir yaşamın bilincine ulaşmaları çok önemlidir.

                       ***

İbrahim Küreken’in çalışmasının çok önemli bir özelliği var. Devrimci örgütü, devrim yapma mücadelesini, devrimci örgütler arasındaki ilişkileri anlatırken, toplumsal yapıya ilişkin belirlemeler de yapıyor. Bu konudaki gözlemlerin çok değerli olduğunu düşünüyorum. Toplumsal ilişkilerdeki, insan ilişkilerindeki değişmelerin, gelişmelerin, dönüşümlerin kaydedilmesi çok önemli. Bu konulardaki gözlemlerini dile getirirken ailesini başa koyması, aile içindeki insan ilişkilerini değerlendirmesi çok önemli. İbrahim Küreken’in bu tutumu, bu çalışmanın, benzer anı kitaplarından çok önemli bir farkını ortaya koyuyor.

İbrahim Küreken, ailesinin, Nasî, Nasîran aşiretine bağlı olduğunu söylüyor (s.13). Nasî, İzolî, Karaxanî aşiretlerinin Diyarbakır-Siverek arasında, Karacadağ’ın Diyarbakır tarafında yerleşik olduğunu da vurguluyor. Nasîran, İzolî aşiretlerinin Kürt Mili Konfederasyonu’na bağlı olduklarını da söylüyor.

Eyüp Kıran, Kürt Milan Aşiret Konfederasyonu, Ekolojik, Toplumsal, Siyasal İnceleme (Elma Yayınları, Aralık 2003, İstanbul) çalışmasında, İzolan, Nasîran, Şerkiyan (Ezdiyan) gibi aşiretlerin Kürd Milan Konferderasyonu’na bağlı olduğunu dile getiriyor (s. 81).

İzolan hakkında, “Siverek-Diyarbakır arasında, yerleşik, Kurmanç,” Nasiran ve Mendan hakkında, “Karacadağ’ın Diyarbakır tarafında yerleşik, Kurmanç” şeklinde notlar var. (s. 82)

İbrahim Küreken, ailesini, ailedeki insan ilişkilerini, üç evlilik yapmış babasını, kendinden beş yaş büyük ağabeyi Elo’yu, kadınlar arasındaki ilişkileri anlatmakta çok başarılı.

İbrahim, üçüncü eş Kejo’dan olan iki çocuktan küçük olanı. Baba, örneğin, Şeyh Sait direnişini görmüş, hatta direnişe katılmak için silah kuşanmış biri… Babasıyla İbrahim arasında arasında 50 yaş kadar var, diye düşünüyordum. İbrahim’e sordum, 60 yaş kadar var, dedi. Baba Hûsên 1894 doğumlu…

Fatê annem, Nurê annem, Kejo annem diyerek babasıyla kadınlar arasındaki ilişkileri, baba ve çocuklar arsındaki ilişkileri, kumar ve aile içinde hırsızlık gibi marifetleri olan ağabeyi Elo’nun, babasıyla ilişkilerini çok başarılı bir şekilde dile getiriyor.

Geleneksel Kürd toplumunda, evlilik konusunda şöyle bir gelenek de var. Ailede ağabeylerden biri herhangi bir nedenle vefat ettiği zaman, eşi, ailenin küçük oğluyla evlendiriliyor. Veya kadın, çocuklarını evde bırakarak baba evine gönderiliyor. Orada, ailesi, onu, yeniden evlendirebilir.

İlk kadın Fatê’den olan Sino, vefat etmiştir. Sino vefat ettiğinde, eşi Eyşo üçüncü çocuğun hamiledir. 21 yaşındadır. Aile o zaman, 16 yaşındaki İbrahim’i Eyşo’yla evlenmeye zorlar. İbrahim, şiddetle itiraz eder; “ısrar ederseniz, üzerime gelirseniz, intihar ederim” der. Tek bir olgu bile geleneksel değerleri çatlatabiliyor, toplumsal değişmeyi tetikleyebiliyor.

Eyşo evi terk etmez. Kayınpeder Hûsên’in, torunlarına sevgisinden güç alarak, evde kalır… Çocuklarını büyütür. Eyşo, ailede çok saygın bir kadın olarak kalır (s. 53-54).

Köy-şehir ilişkilerinin değerlendirilmesi de önemli. İbrahim Küreken, her köylünün, şehirde, malını satacağı bir dükkanı olurdu, diyor. Esnafın, köylülerin ürünlerini gerçek değerlerinden çok ucuza aldıklarını, köylülerin ihtiyaç duyduğu, alıp köye götürmek istedikleri malları ise, gerçek değerlerinden çok yüksek fiyatlarla sattıklarını ifade ediyor (s. 26, s. 36 vd.).

Esnafın, (bajarîler) kendilerini Kürd saymadığı, köylülere Kürd denildiği, ve köylülerin, Kürdlüklerinden dolayı horlandıkları, aşağılandıkları vurgulanıyor. Esnafın, köylüleri sık sık azarladığı, köylülere hakaret ettiği anlatılıyor (s. 38).

Şehirlilerin, esnafın, köylüleri aşağılamasına, horlamasına, ilkel bulmasına paralel olarak, çocukların, durmadan, köylüleri taşladığı anlatılıyor. Köyden şehre, Siverek’e gelen, Siverek’ten, köylerine gitmekte olan köylülerin çocuklar tarafından taşa tutulduğu anlatılıyor (s. 44).

1960 yılında, 6 yaşındayken ilkokula başlayan İbrahim, okuldaki Türkleştirme sürecini de anlatıyor; “Öğretmenlerin iki büyük görevi vardı. Bizlere Türkçe öğretmek ve Türk olduğumuzu beynimize nakşetmek, öğretmenlerin başlıca görevleriydi” diyor (s. 44).

Türkçülük ve Türkleştirme propagandası süresince, sadece pis insanların, köylülerin Kürdçe konuştuğunu, temiz, bakımlı insanların Türkçe konuştuğunu sandığını dile getiriyor (s. 45). Bir gün, Siverek’te, çarşıda dolaşırken, mini etekli, başı açık bakımlı, temiz bir kızın yanındaki iki çarşaflı kadınla Kürdçe konuştuğunu fark ediyor. Bu, kafasındaki, Kürdçeyle ilgili düşüncelerden kuşku duymasını, o düşünceleri sorgulamasını getiriyor.

Okulda, Türklük, Türkleştirme, Türkçülük propagandası, Kürdleri, Kürd dilini aşağılama, evde Kürdçe konuşma… Evde, bütün hayatın Kürdçe sürmesi… Bu, zihinde bir çelişkinin oluşmasını getiriyor. Şehirde taşlananların, kendi köylülerinden, kendi akrabalarından insanlar olduğunu fark ediyor. Bunlar, zamanla zihinde bir açıklık, duruluk yaratıyor.

İbrahim Küreken’in, tek parti dönemini, daha sonra, 1950’leri, 60’ları anlatması da dikkate değer. Bu konuda, kitaptan uzun bir alıntı yapmanın gereğini duyuyorum:

“Köylerde jandarma köylüye her türlü hakareti etmekte serbestti. Şehirde de, benzer hakaretleri polisler yapabilirdi. Bu rencide edici durumları, devleti temsil eden kurum ve bireylerden gelirse, sineye çekmek esastı. Kan davalarında bölge insanının kışkırtmaları olurdu ama toplumun parçalanmasını sürekli körükleyen devlet temsilcileriydi. Bireyleri, aileleri ve aşiretleri birbirlerine karşı kışkırtmak, devletin, Kürtlere karşı izlediği politikasının esaslarındandı. Kürdler devletin her türlü hakaretine karşı açık bir tepki gösteremezlerdi. Tek bir jandarma bir köye girip erkeklere dayak atabilir, kadınları da başka bir şekilde rahatsız edebilirdi. Jandarmanın gelişi ile köyün tüm genç erkekleri saklanırlardı. Saklanmalarının nedenlerinden biri, nüfusa kaydedilmemiş ve askerlik çağı gelen erkeklerin jandarmalar tarafından yakalanıp askere sevk edilmeleriydi. Diğeriyse, jandarmanın köyler arsındaki gezintilerinde, erkekleri binek hayvanı yerine kullanmalarıydı. Jandarmalar, erkekleri yoruluncaya kadar dövdükten sonra, sırtlarına binerek köyler arası gezerlerdi.” (s. 28-29).

Jandarmanın bu işlevini baba Hûsên de dile getiriyor. “O zamanlar, bir jandarmanın köyün tamamını önüne katıp istediği zulmü yapması mümkündü”  (s. 18). 1930’lar, 1940’lar, 50’ler… 1950’lerde, Demokrat Parti döneminde, Kürdlerin siyasete dahil edilmesi sürecinde, bu tür hakaretlerin azaldığı söylenebilir.

İbrahim Küreken, Erivan Radyosu’nun, Kürd toplumu üzerindeki etkisini dile getiren bir anısını da anlatıyor. Bir sürünün satışı sonunda, hesabı kitabı başarıyla sonuçlandırdığı için babası, İbrahim’e, 500 TL. harçlık veriyor. O da, bu paranın bir kısmıyla radyo alıyor. Babasının radyo için şeytan icadı deyip yasaklamasından endişe ederek evin bir odasında gizli gizli dinlemeye çalışıyor. Bir gün yine gizli bir şekilde, Erivan’ın Sesi’ni dinlemektedir. Karapetê Xaço stran söylemektedir…Bu sırada, babası elinde bir hesap defteriyle içeri girer. Stran babasının çok hoşuna gider. ‘Niye bu güzelliklerden bizi mahrum ediyorsun’ diyerek oğluna sitem eder. Radyo bundan sonra, evde, serbestçe kullanılır. Ev halkı, her akşam Erivan’ın Sesi’ni ve Bağdat Radyosu’nun Kürdçe şarkılarını dinlemek için toplanır. Buna komşular da katılır.

Erivan’ın Sesi

İbrahim, Erivan’ın Sesi ile ilgili olarak bunları anlattıktan sonra, şunu da vurgulamaktadır: “… ama bizim dilimizi yasaklayanın, bizi stranlarımızdan uzak tutanın devlet olduğunu kimseler düşünmezdi. Kürdçe stranların, neden Türkiye’de değil de, Erivan Radyosu’nda, Bağdat Radyosu’nda söylendiğini kimse dile getirmezdi.” (s. 27)

İbrahim Küreken’in anılarında, evlilik, eşi Leman, çocuklar Rojhat ve Fırat Hüseyin de anlatılmaktadır. Kayınvalidenin, torunlarını hiç sevmemesi, örneğin, Rojhat’ı bir kere bile kucağına almaması bana çok çarpıcı geldi. Kayınvalide, aynı zamanda, kızını ve damadını da hiç sevmiyor. İbrahim Küreken’in bu ilişkileri dile getiren anlatımları çok başarılı.

Kürdlerde, çocuk sevgisinin çok gelişkin olduğunu yakından biliyorum. Çocuklar yetişkin bir hale geldiklerinde de bu sevgi devam eder. Örneğin, maddi bakımdan çok küçük bütçelere sahip aileler bile çok çok uzak yerlerden gelerek, cezaevlerindeki çocuklarını ziyarete gelirlerdi. Karakola, emniyete vs. giderek çocuklarını sorarlardı. Sadece çocuklarına değil, çocuklarının dava arkadaşlarına aynı sevgiyi gösterirlerdi. Erkek evlatlardan olan torunların, kız evlatlardan olan torunlara göre daha önemsenmesi anlaşılabilir. Ama dışlamak… Bu bakımdan kayınvalidenin durumunun bir istisna olduğu kanısındayım. Örneğin, İbrahimgilin Siverek’deki evlerinde, bu hiç böyle değildir. Kız evlatlardan olan torunlar da dışlanmaz herhalde…

Cezaevi ziyaretlerine, mahkeme, karakol, hastane gibi yerlere, miting, gösteri, yürüyüş alanlarına vs. gidişte, kadınların daha belirleyici olduğu, eşlerini de beraberlerinde sürükledikleri biliniyor.

İbrahim Küreken, kitabın daha sonraki bölümlerinde, devrim yapma yolunda gelişen mücadelesini anlatmaktadır. Bu doğrultuda Kawa örgütünün nasıl kurulduğu ve örgütteki mücadelenin nasıl geliştiği dile getirilmektedir. Ferit Uzun’la tanışma önemli bir dönüm noktasıdır (s. 77 vd.). Ankara Devrimci Demokratik Kültür Derneği (DDKD)’nin, kuruluşu önemli bir aşamadır (s. 78 vd.). Ankara DDKD’nin kurucuları arasında, Ali Taşer, İkram Delen, Rifat ilhan, İsmet Ateş, Ahmet Göksoy, Rüştü Mütevellizade, Hamit Geylani, Musafa Nuri Aksakal gibi isimleri saymak mümkündür.

Ankara Yüksek Öğrenim Derneği’nin (ADYÖD) kuruluş ve çalışmaları söz konusu edilmektedir (s. 86 vd). ADYÖD, Türk solunun kurduğu bir örgüttür. Abdullah Öcalan bu örgütte çalışmaktadır.

1960’ların sonlarında Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) Kürdistan’da Kürd gençlerinin toparlanması yönünde önemli bir etki yaratmıştır. 12 Mart rejimi sırasında, Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde yapılan savunmalar, Kürd/Kürdistan tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Askeri savcıların ve askeri mahkemelerin, “Kürd diye bir halk yoktur, herkes Türktür, Kürdçe diye bir dil yoktur...” şeklindeki propagandalara karşı, bazı DDKO sanıklarının, Kürdleri, Kürdçe’yi vurgulamaları, Kürd toplumu üzerinde önemli bir etki yaratmıştır.

1970 ortalarında ve sonlarında, Kürdistan’da toplumsal yapıda ve insan ilişkilerinde önemli değişmeler yaşanmıştır. Köy-şehir ilişkilerinde köklü değişmeler gerçekleşmiştir. Tek parti döneminde, 1950’lerde, 1960’larda, “pissiniz, gerisiniz, Kürdsünüz’ diye Kürd köylülerini taşlayan çocuklar, artık, köylülerin en önemli savunucuları olmuşlardır. “Siverek Kültür Derneği”, “Köylülerle Dayanışma Derneği” “Anti-Sömürgeci Kültür Derneği” gibi dernekler, artık köylüleri, Kürd dilini, kültürünü savunur bir hale gelmişlerdir. Bunun Kürdistan’da çok önemli bir dönüşüm olduğu söylenebilir (s. 90). Türk solu karşısında ‘milliyetçi’ gözükmek her ne kadar olumsuz bir durum yaratsa da, Kürd diline sahip çıkmak önemli bir çaba olmaya başlamıştır.

1980’lerin ortalarında başlayan gerilla mücadelesiyle bu değişimler ve dönüşümler daha da yaygınlaşmış, derinleşmiştir.

Kawa’nın, kuruluşu sırasında, Ankara’da ve İstanbul’da toplantılar yapılmıştır. Ankara toplantısına katılanlar arasında Nurettin ElHüseyni, Ferit Uzun, Sabri Kunt, İbrahim Küreken gibi arkadaşlar vardır. Cemil Gündoğan ve Mustafa Nuri Aksakal da bu grubun içindedir. İstanbul’daki toplantıya ise, Ahmet Zeki Okçuoğlu, Davut Kurun, Mahmut Fırat katılmışlardır (s. 93-94).

Kawa, kısa bir zamanda da Dengê Kawa ve Ret Kawa olarak ikiye bölünmüştür (s. 108 vd.). Dengê Kawa Diyarbakır, Urfa, Mardin, Adıyaman gibi Güneydoğu illerinde, Ret Kawa da, Muş, Bitlis, Dersim, Bingöl,Ağrı Doğu illerinde yaşamını sürdürmüştür.

Bu yıllar, Kürdistan Ulusal Kurtuluşçular (KUK) ile Ulusal Kurtuluş Ordusu-Apocular (UKO) arasındaki çatışmaların başladığı yıllardır. 1970’lerin sonlarında bu çatışmalar hızlanmış, yaygınlaşmıştır. Şıvancıların, Kürdistan İşçi Partisi (KİP) örgütlenmesi de bu döneme rastlamaktadır. Şıvancılar deyince hemen Necmettin Büyükkaya’nın akla geldiği açıktır. Aynı zamanda, 12 Mart rejiminde, 1971 baharında, meydana gelen İki Saitler Olayı’nın akla geldiği bilinmektedir.

Bu dönemin önemli özelliklerinden biri, 22 Kasım 1978’de Ferit Uzun’un öldürülmesidir (s. 125 vd). Ferit Uzun’un öldürülmesi olayında, Mazlum Doğan’ın ve Abdullah Öcalan’ın adları geçmektedir. Bu cinayeti Bucakların üzerine yıkmak için de Apocuların Bucaklara saldırıları başlamıştır. Bu süreç s.125-136 arasında etraflı bir şekilde anlatılmaktadır.

İbrahim Küreken, Dengê Kawa’dan ayrıldıktan sonra, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP)’ye katılmıştır. Bu, 12 Eylül dönemine rastlamaktadır. Bu dönemde, İbrahim’in Güney’e gidişi de söz konusu olmuştur. 1981 Kasım ayı başlarında başlayan yolculuk iki ay kadar sürmüştür. Başarısızlıkla sonuçlanmıştır. İbrahim Küreken’in Güney’e gidişine ilişkin anlatısının (s. 151-164) edebi bir tadı da vardır. Yolculuk, dağlara tırmanış, vadilere iniş, tekrar tırmanış, yorgunluk, güçsüzlük, açlık, avcılık… Peşmergenin avcılık deneyimleri… edebi bir dille anlatılmaktadır.

“Ben Kürd’üm Size teslim Olacak kadar Şerefsiz değilim…”

İbrahim Küreken, Güney’e gidiş bölümünde peşmergenin kendisine anlattığı bir olayı da nakletmektedir. Olay kısaca şudur: Peşmerge, Güney Kürdistan’da dağları göstererek orada Saddam Hüseyin birlikleriyle girdikleri bir çatışmayı anlatmaktadır. Şöyle demektedir: Saddam Hüseyin birliklerini etkisiz bıraktık. Üstünlük artık tamamen bizdeydi ama bir mevziden çok etkili atışlar yapılıyordu ve o mevziyi etkisiz kılmak için çok çaba harcadık. Atışlar çok etkiliydi. Peşmerge, o mevzideki kişiye, etrafının tamamen sarıldığını ve teslim olması gerektiğini bağırıyordu. Bir müddet sonra o mevzideki savaşçı bizim tarafa doğru şöyle bağırdı: “Ben Kürd’üm, size teslim olacak kadar şerefsiz değilim. Burayı ancak beni öldürerek teslim alabilirsiniz” (s.158).

Bu çok şaşırtıcı bir durum. Bu Kürd, Kürdleri tamamen yok etmeye çalışan Saddam Hüseyin’le işbirliği yapmayı şerefsizlik saymıyor ama özgürlük için, vatan için, Kürdistan için savaşan Kürdlere teslim olmayı düşüklük sayıyor.

1 Ekim 1985’den itibaren İbrahim Küreken’in, cezaevi dönemi başlamıştır (s. 175 vd.). Gözaltı, işkence günleri, askeri gözaltı ve Diyarbakır 5 Nolu, Cezaevi, zengin olgusal dayanaklarıyla anlatılmaktadır. Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi, günümüze kadar birçok arkadaş tarafından, anlatılmıştır. Diyarbakır 5 No lu Cezaevi’nde, belirli bir süre kalan herkesin kendi deneyimlerini anlatmasında büyük yarar vardır. Toplumsal hafızanın canlı tutulması bakımından bu gereklidir. Toplumsal hafıza herkesin hafızasıdır.

İbrahim Küreken, Diyarbakır Cezaevi’nde bir süre, Halkın Mücahitleri’nden (İran) bir militanla karşılaşır. İbrahim, o militanla, Kürd sorunu üzerinde yaptıkları bir tartışmayı anlatıyor. O militanın, İran Kürdlerinin, İran’da, kendi milli haklarını kullanmalarına razı olmadığını söylemektedir (s. 200). Bu, kanımca çok önemli bir kayıttır.

İbrahim Küreken, cezaevinden sonra, yeni arayışlar içindedir (s. 221 vd.). Hemreş Reşo ile karşılaşma, Kürt Kav, HEP, Mehmet Uzun’un Türkiye’ye dönmesi, Beybûn Yayınevi’nin kurulması bu döneme rastlamaktadır. İbrahim Küreken’in, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı ile tanışması ve Kürd sorunu üzerinde yaptıkları sohbet de bu dönemde gerçekleşiyor (s. 237-238).

Çalışmak, Rusya’ya Gidiş…

3 Mayıs 1993’de çalışmak için Rusya’ya gider (s.239 vd.). İbrahim Küreken’in, Rusya ile ilgili olarak anlattıkları da çok dikkat çekicidir. Sovyetler Birliği döneminde insan ilişkileri, ailelerin, insanların, ekonomik durumu, Glasnost (şeffaflık) ve Prestroyka (yeniden yapılanma) döneminde, bu ilişkilerdeki değişim, iş hayatına mafyanın egemen olmaya başlaması olgulara dayanılarak anlatılmaktadır.

İbrahim Küreken’in Sovyetler Birliği’yle ilgili olarak bir değerlendirmesi dikkat çekmektedir. ‘… Bir şehirden başka bir şehre gitmek için devletten izin almak gerekiyordu. Bütün şehirlerin girişlerinde ve çıkışlarında kontrol merkezleri vardı ve her Rus vatandaşı, şehirden çıkacağı zaman, bu merkeze uğrayıp, nereye gittiğini ve ne kadar kalacağını bildirmek zorundaydı’ (s. 248).

İbrahim Küreken’in ikinci defa Rusya’ya gidişi 2003 yılına rastlamaktadır. Bu ABD’nin Irak’a müdahaleye hazırlandığı bir dönemdir. O dönemde, Moskova’da, solcu, demokrat bir Türk mühendisle yaptığı konuşmaları anlatmaktadır. Solcu, demokrat Türk mühendis, “ABD müdahale ederse Saddam Hüseyin devrilir ve bundan Kürdler yararlanır” diye, ABD’nin Irak’a müdahalesine karşı çıkmaktadır. İbrahim Küreken bu konuda şunları söylemektedir. “…Her normal Türk, solcu, Kemalist gibi, kaygısı, Kürtlerin bölgede bazı haklar elde etme ihtimaliydi” (s. 263). Gerek Halkın Mücahitleri’nden militanın, gerek, solcu, Kemalist Türk mühendisin, Kürdlere ilişkin düşünceleri duyguları önemli…

Beybûn Yayınlarından dolayı İbrahim, çok büyük haksızlıklara uğramış… İbrahim, Rusya’ya giderken, Beybûn Yayınlarını, kitaplar, mobilyalar, malzemeler dahil, noter marifetiyle bir arkadaşa devretmişti. Demek, bu devir işlemi hukuken iyi gerçekleşmemiş ki, yayınevi yine İbrahim Küreken’in üzerinde gözüküyor. Vergiler birikmiş 36 bin lira olmuş… Bunu, İbrahim, Rusya’dayken eşi Leman’dan istiyorlar… O da bunları İbrahim’e bildirmek zorunda kalıyor. İbrahim’in yayınevini devrettiği kişi bunlarla hiç ilgilenmemiş.

İbrahim, Rusya dönüşünde, muhasebe işlerini yapan Rifat İlhan arkadaşımızın sıcak ilgisiyle ve bazı arkadaşların ilgisiyle bu borçları ödemek durumunda kalmış (s. 259).

İbrahim Küreken’in, “Parçası, Tanığı, Mahkumu, Sürgünü Oldum” kitabında, dokunmadan geçemeyeceğim bir anlatı da Faik Candan ile ilgili olanı… KUM üyesi Faik Candan’ın, derin devlet tarafından katledildiği yakından biliniyor. Yusuf Ekinci, Behçet Cantürk, Savaş Buldan, Medet Serhat ve daha onlarca Kürd yurtsever de bu dönemde katledilmişti. Bu durum, elbette insanı, acılara, garkediyor. Ama bunlardan da çok daha büyük bir acı var. Faik Candan’ın, Qandil’de gördüğü muamele… (s. 233)

İbrahim Küreken’in, çalışma için Rusya’ya iki defa gitmesi söz konusudur. 1993-2008 yılları arasında, Türkiye’de yeni arayışlarla ara vermeler de sayılırsa, Rusya’da 15 yıl kadar tecrübesi vardır (s. 260 vd.).

İbrahim Küreken, Rusya’dan döndükten sonra, bir süre HAK-PAR’da çalışıyor (s. 271 vd.). Bu sırada, Parti başkanı Abdülmelik Fırat’la tartışmaları olur. 2002’de kurulan HAK-PAR’da, 2006’da, Parti Meclisi’nde görev alır. O zaman HAK-PAR Başkanı artık Bayram Bozyel’dir (s. 278).

İbrahim Küreken, bu dönemde, öbür siyasal partilerle ilişkileri de dikkate alarak, “Kuzey Kürtlerinde uzlaşma beceriksizliği olumsuz bir kültür oluşturmuştu. Uzlaşmayı bir zorunluluk olarak değil, teslimiyet, zayıflık olarak değerlendirdik” (s. 281) demektedir.

İbrahim Küreken’in dosyasının, basılmadan önce birkaç yayınevinde dolaştığını biliyorum. Bu değerli çalışmayı kamuoyuna sunduğu için, kamuoyuyla paylaştığı için, İletişim Yayınevi’ne, Tanıl Bora’ya teşekkür…

 

YAZARLAR Haberleri

Önemli Bir Portre: Numan Efendi
Aziz Özdemir yazdı: Irkçılık Ya Da Işıl Özgentürk
İrfan Aktan: Işıl Özgentürk’ün çukuru
Yeni Amedspor yönetimi ve transfer politikası
Binbaşı Kasım Ataç: Bir Ajanın Anatomisi