Modern ulus-devletlerin inşa süreçlerinde yaşanan trajediler, çoğu zaman medeniyet, birlik ya da ilerleme gibi ideolojik perdelerle meşrulaştırılmaya çalışıldı.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş süreci de bu gerçeklikten muaf değildir. Osmanlı’nın çöküşünden sonra Anadolu’nun yeniden inşasında yaşananlar, halkların rızasına değil, tepeden inmeci bir mühendislik projesine dayanıyordu. Bu projede Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler ve diğer kadim halklar ya asimile edilmek ya da imha edilmekle karşı karşıya bırakıldı.
Kürt oldukları için, Alevi oldukları için… Kadın, çocuk, yaşlı demeden zehirli gazlarla katledilenlerin; mağaralara doldurulup diri-diri ateşe verilenlerin; sağ kalan çocukların evlatlık adı altında Türkleştirilerek ailelerinden koparıldığı bir tarihten söz ediyoruz.
Bu tablo, yalnızca acının değil; insanlık onurunun ayaklar altına alındığı bir dönemin aynasıdır. Ancak ne hazindir ki, bu vahşeti yaratanlara karşı tavır almak bir yana; bazıları zulmün terkisinde kendisine yer bulmak için evladı-ı fatihan gibi ideolojik kimliklere sarılarak, cellatla özdeşleşmeyi tercih ediyor. Başını kuma gömmesine eyvallah; ama kıçını neyle örtecek sorusu insanlığın ortak vicdanına havale edilmiş durumda.
İnsan olanın, soykırıma ve soykırımcılara karşı elbette bir tanımı, bir sözü ve bir tavrı olur, olmalıdır. Çünkü sessizlik, failin suç ortağıdır.
Bugün bazı çevreler, geçmişte işlenmiş suçlara karşı yüzleşmek yerine, o suçların simgeleri haline gelmiş şahısları kahramanlaştırma yarışına giriyor. Tıpkı 1990’lı yılların Çiller-Ağar döneminde Beyaz Toros’larla sembolleşen infazcı yapılar gibi, Kemal’in ve İsmet’in cellatlığını güderek, Koçgiri Kürdü’nün, Ermeni’nin, Rum’un, Laz’ın, Kemalizm muhalifi dindar Türk’ün kanına girmiş Topal Osman gibi tetikçileri sahiplenerek demokrasi savunusu yapabileceklerini sanıyorlar. Oysa her birinin cevabı, ayak bastıkları kan gölünde yazılıdır. İnfazcı hayranlığı, yalnızca bir ahlak bozukluğu değil; infaza teşvik, onay ve yüceltme anlamına gelen açık bir suç ortaklığıdır.
Demokrasi; sadece seçimle gelmek, sandıkla gitmek değildir. Demokrasi, aynı zamanda bu kan kimin kanı sorusuna cevap aramanın; kana ve kanlıya reddiyenin adıdır. Yaşama hakkının dokunulmazlığına dayanan bir ilkeler bütünüdür. İnsan hayatı kutsaldır. Kemalist devletin sandığı gibi can ve hayat ucuz değil. Ve hiçbir demokrasi, üzerinde yeşerdiği coğrafyadaki kan deryasına suskun ve kayıtsız olamaz.
Bu topraklar sadece Ermeni Soykırımı’na değil; Seyfo’ya (1915 Süryani Soykırımı), Pontus Rum ve Keldani Soykırımlarına da tanıklık etti. Ancak en çok da Kürt Halkı’na yönelik sistematik jenoside ev sahipliği yaptı.
Koçgiri, Şeyh Said, Zilan, Dersim, Ağrı, Mahabad, Halepçe…
Bunlar sadece bastırılmış isyanlar ya da bölgesel çatışmalar değil; organize devlet politikalarının sonucu olan kolektif kırımlardır. Kürt soykırımı, yalnızca fiili katliamlarla değil; inkâr, asimilasyon, dil yasağı, zorunlu iskân, sürgün, hafıza imhası ve kimliksizleştirme yoluyla süregiden yapısal bir yıkımın adıdır.
Bugün hâlâ evladı-ı fatihan geleneğini kutsayan bir zihin yapısı, katliamları medeniyet götürme ya da vatan savunması başlığı altında meşrulaştırmaya çalışıyor. Oysa bu meşruiyet inşası, yalnızca bir tarihsel yalanın değil, aynı zamanda güncel suçların da önünü açmaktadır. Kürt çocuklarının kendi ana dillerinde eğitim göremediği, Alevi köylerine hala cami dayatıldığı, mezar taşlarının bile Türkçeleştirildiği bir coğrafyada, inkâr rejimi bitmiş değildir.
Devlet şiddetinin simgeleştiği Topal Osman gibi figürler, yalnızca geçmişin kanlı hatıraları değil; aynı zamanda bugünün hakikat testidir. Onu yüceltenler, aslında infazı kutsar. Bu yüzden demokrasi, infazcıya methiye düzenlerin değil; ona karşı duranların omuzlarında yükselecektir.
Tarih susmaz.
Hafıza kolay kolay silinmez.
Bir halkın evlatları katledilmişken, sağ kalanlar evlatlık adıyla asimile edilirken, dil yasaklanmış, mezar taşları sökülmüş, köy isimleri değiştirilmişken; bu halkın acısına sırtını dönenler ne vicdanla ne ahlakla ne de insanlıkla bağ kurabilir.
İnsanlık, geçmişle hesaplaşmadıkça özgürleşemez. O yüzden demokrasi, infaza susanlarla değil; infazın karşısında duranlarla mümkündür. Bugün hâlâ bu topraklarda yaşanan adaletsizlikleri sorgulamak isteyen her vicdan sahibi için asıl soru şudur: Bu kan kimin kanı? Ve biz bu kana karşı nerede duruyoruz?
İnsan kalmak, sadece doğuştan gelen bir nitelik değil; hakikatin ve adaletin tarafında ısrarla durmayı gerektiren bir tercihtir.