Hüsamettin Turan
Türkiye’de Kürt siyasal temsilinin son yirmi yıllık seyrine bakıldığında, karşımıza iki belirgin figür çıkar: Abdullah Öcalan ve Selahattin Demirtaş. Bu iki figür, farklı tarihsel koşullarda sahneye çıkmış olsalar da, ideolojik düzlemde birbirini tamamlayan bir “ikili yapı” oluştururlar. Öcalan, devrimci söylemiyle devletin tanımladığı sınırlar içinde bir sistem içi çözümü “teorize” ederken; Demirtaş, aynı hattı demokratik ve şehirli bir dille yeniden üretmiştir. Aralarındaki fark, yalnızca biçimseldir; özde her ikisi de Kürt milletinin ulusal bilincini devlet merkezli bir entegrasyon çizgisine hapsetmiştir.
Demirtaş, Öcalan’ın karizmatik otoritesinin yıprandığı bir dönemde, onun söylemini estetikleştirerek yeniden dolaşıma sokmuştur. Bu durum, ideolojik bir yenilenmeden çok, mevcut paradigmanın medyatikleştirilmiş biçimidir. Öcalan’ın hapishane manifestolarında “demokratik konfederalizm” olarak adlandırdığı kavramsal kurgunun, Demirtaş’ın dilinde “barış, kardeşlik, birlikte yaşam” gibi liberal kodlarla yeniden üretilmesi, aynı stratejik hattın yumuşatılmış versiyonudur. Her iki durumda da Kürt milletinin tarihsel kaderine dair özneleşme fikri, “Türkiye’nin demokratikleşmesi” başlığı altında erimiş; bağımsızlık, devletleşme veya ulusal irade gibi kavramlar sistematik biçimde törpülenmiştir.
Demirtaş’ın öne çıkarılan “güler yüzlü” imajı, bu tasfiye sürecinin en yumuşak aracıdır. Kürt siyasetinde ilk kez “sempatik” bir temsilci figürü üzerinden devletle ve Batı kamuoyu ile uzlaşma kanalları açılmış, böylece Kürt meselesi uluslararası planda devrimci ya da bağımsızlıkçı değil, “demokratik katılım” sorunu olarak kodlanmıştır. Bu dönüşüm, görünüşte ılımlı ama tarihsel olarak yıkıcıdır. Çünkü bir milletin tarihsel meşruiyeti, kendi kaderini tayin etme iradesinde saklıdır; bu irade bastırıldığında, geriye sadece folklorik bir kimlik kalır. Demirtaş’ın “hikâye anlatıcısı” kimliği, bu anlamda politik bir özneleşmeden ziyade kültürel bir dekor işlevi görür.
Cezaevi yılları, birçok tarihsel lider için düşünsel derinleşmenin, ideolojik muhasebenin, hatta yeniden doğuşun mekânı olmuştur. Fakat Demirtaş’ın üretimlerinde bu nitelikte bir dönüşüm izine rastlanmaz. Yazınsal üretimi, politik düşünceden çok duygusal bir dille örülmüş popülizmin yansımasıdır. Okuru ve seçmeni etkileme kapasitesi olsa da, bu üretim siyasal tahayyül kurma gücünden yoksundur. Liberal solun “herkese hitap eden” uzlaşmacı üslubu, Kürt milletinin tarihsel özgünlüğünü temsil edemez; aksine onu sıradanlaştırır.
Demirtaş’ın siyasal retoriğinde öne çıkan “barış” vurgusu, Kürt milletinin direniş hafızasını pasifize eden bir kavramsal tuzaktır. Zira barış, ancak eşit öznelik temelinde anlamlıdır. Eşitsiz bir yapıda barış istemek, fiilen teslimiyet istemektir. Bu teslimiyet, Öcalan’ın “Türklerle demokratik ortaklık” tezinde teorileşmiş, Demirtaş’ın “toplumsal uzlaşı” dilinde ise normalleşmiştir. Her iki çizgi de Kürt ulusal bilincini devletsizliğe razı eden bir ideolojik mühendisliğin ürünüdür. Aralarındaki fark, yalnızca temsil biçimidir: biri hapishaneden, diğeri sahneden konuşur; fakat ikisi de aynı merkeze hizmet eder.
Demirtaş’ın popülist söylemi, Kürt meselesini halkçı bir duyarlılık zeminine oturtur gibi görünse de, aslında politik gerçekliği estetize eden bir retoriktir. Kürt milletinin tarihsel direnişi, burada bir “insan hikâyesi”ne indirgenir; sömürge koşullarının yapısal analizi yerini bireysel acılara bırakır. Bu durum, duygusal sempati üretir ama politik bilinç yaratmaz. Oysa bir ulusun özgürlük mücadelesi, ancak tarihsel aklın ve kolektif bilincin yeniden inşasıyla mümkündür; hikâye ile değil, stratejiyle yazılır.
Demirtaş’ın siyasal hattı, Kürt milletini ulusal bir özne olmaktan çıkarıp, Türkiye’nin demokratikleşme sürecine “yardımcı unsur” konumuna indirger. Bu konum, ne devrimcidir ne reformist; sadece sistem içi denge unsurudur. Böylece Kürt meselesi, emperyal dengelerin, Ankara’nın iç siyasetinin ve liberal solun romantik hayallerinin arasında yeniden tanımsızlaştırılır. Bu, bilinçli bir tercihten çok, tarihsel bir yorgunluğun ve ideolojik çözülmenin ifadesidir.
Bir liderden beklenen, kendi halkının kaderine yön tayin edebilme kudretidir. Demirtaş ise bu kudreti imajın arkasında kaybetmiştir. Halkın temsilcisi değil, sistemin kabul edilebilir Kürdü olma sınırında kalmıştır. Onun siyasal varlığı, Öcalan sonrası dönemde Kürt bilincinin yeniden formatlanmasının yumuşak biçimidir. Bu anlamda, “Demirtaş, Öcalan’ın gülen yüzüdür” tespiti yalnızca metaforik değil, tarihsel bir gerçeğe işaret eder: biri ideolojik çekirdeği kurmuş, diğeri o çekirdeği estetikle kamufle etmiştir.
Gerçek soru şudur: Kürt milleti, bu estetik maskeyi yırtıp yeniden kendi adını, tarihini ve kaderini mi inşa edecek; yoksa bu “demokratik” uyuşma hâline razı mı olacaktır? Demirtaş olgusu, bu tarihsel eşiğin en güncel sınavıdır