Faik Bulut yazdı: Ağrı İsyanı’ndaki kadın ve çocuklara ne oldu?

Faik Bulut Independent Türkçeye Ağrı İsyanı’ndaki kadın ve çocuklara ne olduğunu yazdı.

 

İster isyan denilsin isterse direniş diye adlandırılsın, Ağrı ayaklanmasına kadar olan yaklaşık 130 yılda Kürtlerle Osmanlı ve Cumhuriyet iktidarları arasında onlarca ciddi silahlı çatışma yaşanmıştır. 

Ağrı bölgesi ve çevresinde başlatılan isyanın, diğer Kürt ayaklanma veya direnişlerinden ayıran üç belirgin özelliği bulunmaktadır:

1) İstisnaların dışında isyan önderlerinin tamamına yakını, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde devlete hizmet etmiş; devletin politikası doğrultusunda çeşitli cephelerde çatışmış ve sivil hayatta iktidarlarla işbirliği yapan şahsiyetlerdir.

Ancak devlet, 1925 Şeyh Said İsyanı’yla hemen hiç ilgileri bulunmamış (Ferzende Bey ile İhsan Nuri Paşa dışında) olan bu şahısları bir şekilde cezalandırma yoluna gitmiştir.

Başta Bıroyê Heskê Telli (veya Tello) olmak üzere bu duruma tepki gösterenler silaha sarılıp dağa çıkmıştır.


2) İsyan, başlangıçta Kürt milliyetçiliği temelinde değil, devletin vefasızlığına bir tepki olarak başlamıştır.

Hoybûn ve eski Osmanlı-Cumhuriyet subayı olan Yüzbaşı İhsan Nuri’nin işe el atmasıyla beraber bilinen anlamda milliyetçi bir nitelik kazanmıştır.


3) İsyanın en temel özelliklerinden biri de isyancıların kadın-çocuk demeden aileleriyle birlikte Ağrı dağının yükseltilerindeki karargâh ve cephelerde yer almalarıdır. 

Yazımızın konusu da budur: İsyana kitlesel bir kadın katılımı söz konusudur. Hem önderlerin anne, eş ve kızları hem de isimsiz isyancıların aileleri vardır. İran, Irak ve Türkiye’deki geçmiş Kürt isyanları sırasında bunun çok az örneğine rastlıyoruz. 


Misal; Irak Kürdistan Bölgesi'ndeki direnişçileriyle nam salmış Çemçemal’de görüştüğüm (yıl 2013) Hemawan aşireti reisi Kerim Ağa (80 yaşındaydı), “Osmanlı birliklerine karşı vur-kaç taktiğiyle verilen silahlı mücadeleye aşiret kadınlarının da çatışmalara fiilen katıldıklarını…” söylemişti. 

Ağrı Dağı'ndaki kadınların ne iş yaptıklarına dair elimizde ayrıntılı bilgiler bulunmuyor. Heyderan aşireti ileri gelenlerinden Nadir Bey ile Zarife Hanım’ın oğlu Kemal Süphandağ, Ağrı isyanı konusunda kitap yazmış; aşiret reisi olan dedesi (Kor) Hüseyin Paşa’nın Hamidiye Alayları komutanlığından başlayıp Hoybûn teşkilatında sona eren hayatını belgesel film olarak kayda geçmiş.

Ona da sordum;

Bir defasında babamın burnunu akrep sokmuş, annem de onu tedavi etmiş. Yine annem anlatmıştı: Bir keresinde askeri birlikler, şiddetli hücuma geçmişler ama Ferzende Bey’in yiğit eşi Besra ile diğer hanımlar, kendilerini geri püskürtmüşler…


Kemal Süphandağ’ın yengesi Vahide’nin de yenilgi sonrası çekilirken elinde silah varmış. 

Buradan da anlıyoruz ki, durumu müsait olan kadınlar hem cephede erkeklerle omuz omuza çatışıyor; hem de cephe gerisinde hemşirelik ve kevanilik (mutfak işleri) gibi faaliyetlerde bulunuyorlarmış.

Keza aynı dönemde dağda değil ama farklı mıntıkalardaki baskınlarla adını duyuran meşhur Êlican’ın 12 yaşındaki oğlu Mıhemed Reşid’in de çatışmalara katıldığı, yenilgi sonrası gittiği Suriye’de 20 yıl kaldığı bilgisi var.

Bu, o yaştaki çocukların bile mevzilerde yer aldıklarının delili sayılabilir. 

Sorumuz şudur: Yenilgiden sonra o kadar kadın ve çocuğun başlarına ne gelmiştir? 

Bir anlatıma göre; Ağrı Dağı’ndaki ana karargâh ve çevresi, yaklaşık 60 bin kişilik ordu birlikleri tarafından kuşatmaya alınınca erzak, teçhizat ve cephane sıkıntısı başlamış, aileleri korumak imkânsız hale gelmişti.

İhsan Nuri ile bir kısım önderler, öncelikle sivilleri kurtarma ve karargâhtaki güçleri başka bölgelere nakledip dağıtma planı yapmaya başladılar. 

Bıroyê Heskê Telli buna karşı çıkarak, “Güçsüz ihtiyarlar ve çocukların kılıçtan geçirilmesini, direnecek olanlarınsa son nefeslerine kadar savaşmalarını” önermişti.

“Düşman onlara dokunup öldüreceğine ben öldürsem daha iyi!” diyerek elindeki kılıçla, önce kendi aile ve akrabaları üzerinde planını denemeye çalışmış, oradaki dini ve siyasi şahsiyetler, gözyaşları içinde yalvararak kendisini bu işten vazgeçirmişler. 

Doğubayazıt gazetesindeki yoruma göre; vazgeçirilinceye kadar Bıro, 10 kadar sivili katletmiş.

Konuya ilişkin tanıklara başvuran Iğdırlı yazar Mücahit Hun ise, bu yönde bir anlatıma rastlamadığını söylüyor. 


İsyan sırası ve sonrasında kendilerinden çokça bahsedilen kadınların hikâyelerini sırayla özetleyelim: 
 

Yaşar Hanım: Kimi rivayetlere göre Kürt-Gürcü bir anne ve babanın kızı olan Yaşar Hanım’ın ailesi İstanbul Üsküdar’da oturuyormuş ve iyi tanınıyormuş.

Abisi Dr. Ali Haydar, orduda subaymış. Yanında kalmak üzere Iğdır’a gittiğinde (1918) aynı askeri birlikte bulunan İhsan Nuri Paşa’ya âşık olmuş, 1922’de nikâhlanmışlar.

1924 Beytüşşebap ayaklanması sayılabilecek olaya adı karışan İhsan Nuri yüzünden hem çevresi hem devlet tarafından maddi/manevi baskı görmüş.

Ağrı İsyanı sırasında tutuklanmış; tertiplere maruz kalmış. Siirt’ten Erzurum’a gözetim altında gönderilmiş. Başına olmadık işler gelmiş; hatta eşinden boşanması için çok sıkıştırılmış.
 

Torunu sayılan Doç. Dr. Kumru Toktamış’ın anlattığına göre, boşanmak zorunda kalmış. Boşanma işi devlet yetkilileri önündeki bir duruşmada gerçekleştikten sonra “Sözün ne önemi var, önemli olan gönüldeki” diyerek hem kendini teselli etmiş hem de ağlamış. 

1928 yılında devlet ile Ağrı isyancılarının anlaşması üzerine İzmir-Mersin-Halep-Bağdat-Tebriz üzerinden Ağrı Dağı'ndaki eşinin yanına gitmiş.

İsyanın bastırılmasından sonra birlikte Tahran’a geçmişler; orada zor şartlar altında meşakkatli ve sürekli polis gözetiminde mülteci hayatı yaşamışlar.

Verem hastalığından ötürü sadece yoğurt yiyebiliyormuş. 1976’da şüpheli bir trafik kazasında ölen İhsan Nuri Paşa’yı Tahran’da defnetmiş. 

Eşi ve hayatına ilişkin anılarını kaleme alan cefakâr ve vefakâr Yaşar Hanım’ın kitabı Türkçeye de çevrilmiştir. Kendisi, 1 Ocak 1984’te Tahran’da vefat etti.


Mirdêsi Hanım: Bıroyê Heskê Telli’nin 110 yaşındaki annesidir. Oğul ve torunlarıyla birlikte Ağrı’daki isyan karargâhındaymış.

1928’deki bir uçak saldırısında göğsünden ağır yaralanmış. Ölümünden az önce İhsan Nuri Paşa’ya şunları söylemiş:

Ben, oldukça yaşlı bir kadınım. Yaramdan ötürü çok yaşayamam ama Allah’ıma binlerce şükür olsun ki, Kürt halkı uğruna öleceğim.


Rabiya Hanım: Eşi Bıroyê Heskê Telli, sınırın İran tarafındaki Şah’ın korucularından (Kürt) Emerxan tarafından katledilince, isyanın namlı ismi Iğdırlı Şeyh Abdülkadir ile evlenerek bir süre Tahran’da kalmış.

Sonra da muhtemelen eşiyle birlikte Mehabad Kürt Cumhuriyeti bölgesine gitmiş. 1947’de Mako şehrinde ölüp defnedilen Şeyh Abdülkadir’in ardından Rabiya Hanım’ın akıbeti hakkında bilgimiz bulunmuyor. 


Besra Hanım: Ferzende Bey’in eşi. Tanıklar, onun son derece cesur ve hareketli olduğunu söylerler. Hakkındaki iki anlatım var. Biri, Mecit Hun’un büyük ablası Gurci Selçuk anlatımı:

Besra Hanım, yanında Şeyh Abdulhadi’nin hanımıyla birlikte çarşaflı ve atlara binmiş vaziyette Iğdır’ın Adetli köyünde oturan Ahmedê Şemo’nun (Geloyi aşireti önde geleni ve siyasetçi Mecit Hun’un babası) evine giderek İran’da yaralanan eşi hakkında bilgi ister. Kötü vaziyeti duyunca, Ahmedê Şemo’nun korumaları eşliğinde İran tarafına geçer. Yaralı kocasını görünce, kolları arasına girerek hüngür hüngür ağlar. Uzun zaman o halde kalırlar. 
 

Diğeri de Kemal Süphandağ’ın kitabındaki anlatım: 

İran askerleri arasında çıkan çatışmada pek çok adamıyla birlikte 7 yaşındaki oğlu ölen Ferzende Beg’in kendisi de ağır yaralanır. Tahran’da Qesri Qencer Hapishanesi’ne kapatılır. Eşi Besra da Nadir Bey’in eşi Zarife ile birlikte 4 yıl aynı evde kalır. Kadınlar tutuklu kocalarını birlikte ziyaret ederler. 


Şah’ın, adını duydukça titrediği Ferzende Bey, İran’ın eziyet ve işkencesi sonucu ölür. Öldürdüğü İran askerlerine misilleme olarak gözleri çıkarılmış olan bedeni, karısı Besra’ya teslim edilir.

Besra iki mezar taşı satın alır; üzerine kocasının adını yazdırır ve Tahran’da defneder. Af çıktıktan sonra, Türkiye’ye dönerek töre gereği kayınbiraderi Kazım ile evlenir. Sonradan Kayseri’ye gider.

Zarife Hanım’ın tanımına göre;

Her gün bohçasını alıp, hamama gider. Yaşanan onca meşakkat, acı ve eziyetin ağır psikolojik yükünü kaldıramayıp, delirir.
 

Zarife Hanım: Heyderan aşireti reisi Hüseyin Paşa’nın oğlu Nadir Bey’in eşidir. Yenilgi sonrası İran’a geçer. Kocasıyla beraber Tahran’da kalır.

Af sonrası 1939’da Doğubayazıt üzerinden Türkiye’ye dönerler. Kayseri’ye sürgüne gönderilirler. Sonraki yıllarda Patnos’a bağlı köylerine yerleşirler.

Vahide Hanım: Nadir Bey’in kardeşi olan Mehmet’in eşidir. Yenilgiden sonra İran’a doğru yol alırken bir dolandırıcıya silahını kaptırır. Tebriz’de ikamet ederler.

Eltisi Zarife Hanım ile beraber sürgünde aynı kaderi paylaşırlar. Kayseri’deyken her ikisi de yine orada sürgün hayatı yaşayan kocalarının eski hanımlarıyla karşılaşırlar.

Önceleri küsmüşler, orada barışırlar. Zarife Hanım, “Hiç de hoş olmayan bir manzaraydı” demektedir bu karşılaşma için. 

Hedê (Emine) Hanım: Iğdırlı Karahanlı köyünden Şeyh Evdirrehman’ın eşidir. Savaşçılığıyla ün salmıştır. Çatışmalardan sağ çıkabilen ender kadınlardan sayılır.

1998 yılında ölen Hedê, Ağrı Dağı’nın eteklerinde bulunan Hasanhan (Hesexan) köyü mezarlığına, kocasının yanına gömülür. 


Zahide Hanım: Heyderan aşireti önderlerinden Emin Paşa’nın oğlu Burhan’ın eşidir. Tahran’da ikamet ederler. Memleket hasretiyle, bir an önce oraya kavuşmak için sürekli yalvarıp dua edermiş.

1939’da Burhan ölünce Zahide, kızı Hicret’le birlikte Patnos’a döner. Tahran’da okula giden Hicret, Türkçe ve Kürtçe bilmemektedir. Buna rağmen Patnos'un Kübik Köyü’nde biriyle evlendirilir.

Zahide ise yokluk ve bakımsızlık içinde çok sefil bir yaşamdan sonra ölür.


Dilşa: Evdilbariyê Gulçinê’nin eşidir. Tahran’da kalıp kalmadıkları bilinmiyor. 


Zeyno Hanım: Bekiran aşireti reislerinden Reşoyê Silo’nun eşidir. 200 askerle çevrilen Reşo, tutukluk yapan silahını teslim edince, eşi Zeyno kocasını azarlar.

Ama mecburen o da teslim olur. Her ikisi de aynı yerde katledilirler. Reşo’nun kafası kesilir. 


Gulçin ile Zeytun: Yiğitliğiyle nam salmış Edoyê Aziz’in eşleridir. Eşlerden Gulçin sonraları Patnos'ta çok sefil bir yaşam sürmüştür. Edoyê Aziz ise, Ağrı isyanı sırasında aralarındaki bir ihtilaf yüzünden Ferzende Bey tarafından öldürülür. 


Gulnaz Hanım: 1927 Ağrı ayaklanmasının dirençli bir kadınıymış. Ayaklanmadan sonra tutuklanıp, Muş Cezaevi'ne gönderilir. Kardeşi İzzet Bey ve oğlu Sıddık Bey ile birlikte isyana katılır.

Çatışmalar sırasında her ikisi de ölünce, kesik kafalarını teşhis için kendisine götürürler. Nuri Dersimi’nin anlatımına göre Gulnaz Hanım şöyle davranmıştır:

Önce İzzet Bey'in kesik başı önünde eğildi ve kardeşinin kahramanlıklarını yüksek bir sesle saydı. Ondan sonra oğlu Sıddık Bey’in kesik başına elini uzattı, gözlerini okşadı ve yüksek sesle dedi ki; ‘Bu benim tosunumdur, bunu ben bugün için emzirdim. Eğer davası uğruna ölümünü görmeseydim, sütümü haram ederdim…


Öne çıkan bu kadınlar, trajedinin bir yanıdır.

Biz, öteki yanına bakalım: Yenilgi sırasında bir şekilde isyan mıntıkası içinde bulunan sivil insanların katledilmesine... 
 

12 Temmuz 1930 tarihli Zilan Deresi Katliamı meşhurdur ve çokça anlatılmıştır. Onun ayrıntısına girmeden iki örnekle yetineyim. 

O sırada henüz 12 yaşında olan Mihemedê Nado, anlatıyor:

…Ağır makineli silahlar üzerimize kurşun yağdırdılar. Bazılarının kafaları uçtu. Bağrışmalar, ağıtlar, korkudan altına işeyen çocuklar…

Dayımın kızı Dilber’le cesetler arasından çıkıp kaçarken, Dilber arkasına bakınca mitralyöz kafasını uçurdu ve başsız gövdesi üzerime düştü… Ben de şaşkınlıktan kan dolu su arkının içinde buldum kendimi…

Zilan’daki katliam üzerine “Delal” isimli kitabını bitirdikten sonra hayata gözlerini yuman öğretmen Kemal Basooğlu’nun çalışması hakkında bilgi veren kardeşi Sabri Hoca anlatıyor:

Yöredeki komutan, muhtarlarla Zilan köylerine haber salmış: ‘Yarın büyük bir düğün ve şenlik var, herkes en güzel giysilerini ve takılarını takıp gelsin!’

Delal isimli nişanlı bir kız da davete uyup toplanma yerine gitmiş. Herkes toplanınca mitralyözle taranmışlar; kadınların altın takıları da alınmış.

Delal kaçarken nişanlısının cesedini görünce, acısından onun hâlâ akan kanını içmiş. Ondan sonra da çıldırmış.

Divane haliyle Erciş’e gitmiş; günlerce sokaklarda aç susuz kalmış. Eliyê Sosê isminde bir esnaf ona sahip çıkmış, ölene kadar bakmış.


Zilan Katliamı'ndan kurtulabilenlerin bir kısmı Tuzluca’ya bağlı Sinek yaylalarına sığınırlar.

Brukan aşireti reisi Kinyas Kartal’ın kuzeni Zeyno, bir yandan onları ağırlar bir yandan da ağıt figan ağlarmış.

Bir bölük Zilanlı kadın ve çocuk, henüz direnmeye devam eden Ağrı’daki karargâha giderler; bazıları da aileleriyle birlikte İran’a geçerler. 

Ağrı direnişinin Iğdır taraflarındaki yansıması ve yenilgi sonrası trajedisini ise yazar Mücahit Özden Hun’un kendi adını taşıyan sitesinde yayınladığı “Iğdır ve Ağrı İsyanı” başlıklı dizisinin 6 ve 7'nci bölümlerini özetleyerek alalım: 

Bıroyê Heski Telli, 1919’da Ermeni Komitacılar tarafından kuşatılan Iğdır Melekli köyünün imdadına koşup emrindeki Kürt aşiret süvarileriyle orayı kurtarınca, köyün ileri geleni Azeri Hacı Ekber Tufan ile sıkı dostlukları olmuş.

Bıro, bu dostluk hatırına Ağrı dağı karargâhında sıkışmış bulunan sivilleri, Hac Ekber Tufan’a gönderir. O da yardım etmenin ölüm olduğunu bile bile, isyancıların gönderdiği sivilleri köyde ağırlayıp tek tek evlere dağıtır. İhbar sonucu yakalanıp sorgulanır. Araya giren bir Yüzbaşı, ona ceza verilmesini önler.


Retkan aşireti mensubu olup Iğdır’ın Çamurlu köyünden Hacı Safiye Alagöz, Azeri kökenli meşhur tüccar Bağır Aras’ın eşi Salto Hanım’ın çok sonraları kendisine söylediklerini aktarmış:

Köyde gizlenen siviller toplanıp, balık istifi misali kadın ve yaşlı dolu beş kamyona doldurulmuştu. Kamyonlar, su kanalı boyunca arka arkaya dizilmişti. Kimsenin aşağıya inmesine izin verilmiyordu. Arkın içinden su akıp gidiyordu ama çocuklar, ‘Av! Av!’ (su, su..) diye ağlıyorlardı.

Yanlarına yaklaşmamız kesinlikle yasaktı. İdirmava Köyü sakinleri korku dolu gözlerle onlara bakıyordu. Geceyi orada geçirdiler. Sabahleyin erkenden kamyonlar hareket edip ayrıldılar.


Kamyonlar, Erhacı düzlüğüne gider. Orada boşaltılır. Siviller bir araya toplanır. Toplu halde kurşuna dizilirler. Cesetler açık alanda kaderlerine terk edilir…

Vahşi hayvanlar açık arazideki cesetleri yer bitirirler. Buna rağmen Kürt aşiretleri uzun yıllar, Erhacı Köyü düzlüğüne yakın gitmez, evhamlı, vicdanı sızlatan bu toprak parçasını kendinden saymazlar. 

Aradan yıllar geçer. Bir gün her şeyin unutulduğu bir zamanda, bir Kürt aşireti, bilmeden kıl çadırlarını katliam düzlüğüne yakın bir yerde açar.

Oyun oynayan çocuklardan biri, yerde bir boncuk bulur. Toprağı eşeler, başka boncuklar, elbise parçaları, kırık tarak, eldivenler ortaya çıkar. Bulduklarını herkesten gizler, bir heybede biriktirir.

Bir gün annesi heybeyi açar: İçi tıklım tıklım doludur. Çok geçmeden ne olduğu anlaşılır, aşiret toplanır, ağlar, ağlar, ağlaşırlar… Sanki katliam şimdi olmuş gibidir!

Iğdır’daki Sakan aşiretinden Aliyê Mirze Bey’in torunu Almas Yancar Hanım anlatıyor: 

İsyanın son günleridir artık. Askerlerin şiddetli saldırısı karşısında paniğe kapılıp bir araya gelen birkaç kadın ile çocuk, başkalarını beklemeden rastgele yola çıkarlar. Can havliyle gece gündüz, dere tepe demeden kaçarlar. Hamile kayınvalidem (Ehmedê Eli Ağa’nın eşi), kızı Hatun’u da yanına alarak İran sınırına doğru kaçar.

Kendisi gibi hamile olan Besê de kızı Cemile’yle yola çıkar. Kayınvalidem, iki küçük kızı kurt yuvasına gizler; üzerlerini battaniye ile örter. Askerler battaniye üzerinden yürürken bir şey fark etmezler. Fakat çalılıklar arkasında gizlenen Besê yakalanıp feci bir işkenceyle katledilir.

Kaynanam, o vahşet yüzünden karnındaki çocuğunu düşürür. Ömür boyu unutamadığı çığlıklar kulağında çınlayan kayınvalidem, yanına kızı Hatun’u alarak sınırı geçip İran askerlerine teslim olur. Görümcem Hatun, çocukluk yıllarına dair bahis açılınca aniden sessizleşir, gözleri boşlukta asılı kalırdı. O yıllara dair hafızası tamamen silinmişti.


Karısı o musibeti yaşarken, eşi Ehmedê Eli Bey de dört kızını atlara bindirip İran’a doğru kaçmaya hazırlanıyormuş. Aniden önüne delikanlı çağındaki iki üvey erkek kardeş çıkmış.

Şöyle demişler:

Kekê (abi), böyle bir günde kendi kızlarını kurtarmaktan başka bir şey düşünmüyorsun değil mi?


Buna içerleyen Eli Bey, yaşları 3 ile 13 arasındaki değişen dört kızı indirip, meşe çalılığının altına saklamış.

Bu delikanlıları sınıra götürüp geri döneceğini söyleyerek, kızların çalılıklardan ayrılmamasını öğütlemiş. Fakat dönüş yolu, Türk askerlerince kapatılınca geri dönememiş.

Yaz geçer, güz geçer kış gelir. Akıbetinden haber alınamayan kızlardan biri, Rukiye, özellikle babası Eli Bey’in rüyalarına girip sürekli kâbus görmesine neden olurmuş. 
 

Kardeşleri Hüseyin, kayıp kızları bulmaya yemin eder. Çevre köylere sora sora ilerler. Bir gün yaşlı bir kadına rastlar. O da bilmeden şunu anlatır:

Ortalık savaş alanı gibiydi. Bir akşamüstü dört kız çocuğu evime geldiler. En büyüğü, en küçüğünü şal ile sırtına bağlamış; elleriyle de iki kızın elinden tutmuştu. Benden tek istedikleri şey, ‘Mêtê Av’ (Bibi su) oldu. Evimde bir düzineye yakın kaçak çocuk saklanıyordu.

Hepimiz suya muhtaçtık. Gece yarısına doğru çocuklar, susuzluktan dilleri dışarı çıkmış vaziyette can çekişiyorlardı. Onların acısını biraz dindirmek için bez parçasını sidikle ıslatıp sırayla kuruyan dudaklarına sürerdim. Ancak yeni gelen dört kız, bunu kendilerine yapmamı istemediler. Sabahleyin uyandığımda, başlarını alıp gitmişlerdi.


Hüseyin, kız kardeşlerinin hayatta olduklarını öğrenmiş; ama onları bulamayınca yüreği dayanamamış, ölmüş.

Söz tekrar Almas Yancar’da: 

Aralık İlçesi'nde Ziver Hanım isminde Azeri bir kadınla dostluğum vardı. Bir sohbet sırasında anlatmıştı:

Ağrı isyanının dağıldığı günlerdi. Sivil halktan insanların topluca öldükleri (uçurumdan düşen, kaçarken vurulan, katledilen, açlık ve susuzluktan kırılan vs) haberleri geliyordu.

Bu yüzden her sabah, kasabamızın köpekleri koyun sürüsü gibi toplanır, Ağrı dağına doğru koşarlardı. Akşam döndüklerinde, ağızlarında insan kemikleriyle ortalıkta dolaşırlardı.

Meğer bu köpekler, Zemyan deresi denilen uçurumların da bulunduğu arazideki cesetleri yiyorlarmış. İnsan etine alışan köpekler öylesine vahşileşmişlerdi ki, kimse onlara yanaşamıyordu.


Tekrar etmemde ahlaki açıdan da yarar var: Iğdır ve çevresindeki bu insanlık dramına ilişkin anlatımların tamamı, Geloyi aşiretinin bir evladı olan Mücahit Özden Hun’un sitesinde yayınladığı alan çalışmasının özetidir. 

Yukarıdaki tanıklık anlatımları gayet gerçekçi biçimde nakleden Mücahit Hun kardeşimiz, bu olguları yazarken hem mevcut iktidara yakın bir tutum takınıyor hem de yorum ile analizlerinde resmi söyleme benzeyen ifadelere yer veriyor.

Konuya ilişkin yorum, çıkarsama ve analizlerinde birçok eksiğin yanı sıra maddi hatalar da söz konusu. Bilgi notu olarak bunu belirtmek zorundayım. 

Esasen bu makaleyi yazmaktaki maksadımız siyaset ve tarih tartışmak veya geçmişin yaralarını deşmek değildir.

Ağrı direnişi sonrasında yaşanan trajedilere ve özellikle sivillerin maruz kaldıkları insanlık dışı musibetlere, yerel kaynaklardan yararlanarak ışık tutmak ve yaşanan bu acıların tekrarlanmamasına bir nebze olsun katkıda bulunmaktır.

Güzel bir gelecek için yüzleşmeler tarihine bir dipnot düşmektir. 

 

 

Kaynakça: 

1-) Kemal Süphandağ, Hamidiye Alayları, Ağrı Kürt Direnişi ve Zîlan Katliamı, Pêrî yayınları. 
2-) Mücahit Özden Hun, “Iğdır ve Ağrı Dağı İsyanı 6-7”, 22 Ekim 2019.
3-) Aso Zagrosi, “Yaşar Hanım İhsan Nuri Paşa’yı Anlatıyor” dizi yazısı; bölüm: 1-2-3-4, Zagrosname.
4-) Doğubayazıt gazetesi, Ağrı İsyanı ve Direnişi başlıklı yazı, 5 Mayıs 2015.
5-) Doç. Dr. Kumru Ateş ile Ayşe Hür’ün Artı gerçek televizyon kanalında, “Tarihin Peşinde” programındaki söyleşisi, 13 Ocak 2019.
6-) “Ağrı Savaşçılarının Bir Kısmı” başlıklı yazı, “Saka aşiretinin günlükleri” isimli facebook hesabı, 5 Şubat 2015.

Yazının kaynağına ulaşmak için tıklayın

 

 

 

 

YAZARLAR Haberleri

Önemli Bir Portre: Numan Efendi
Aziz Özdemir yazdı: Irkçılık Ya Da Işıl Özgentürk
İrfan Aktan: Işıl Özgentürk’ün çukuru
Yeni Amedspor yönetimi ve transfer politikası
Binbaşı Kasım Ataç: Bir Ajanın Anatomisi