Hüsamettin Turan
Devlet, yalnızca egemen bir yönetim aygıtı değil; aynı zamanda bireyin ve toplumun haklarını koruyan bir güvence sistemidir.
Ancak Kürt milleti, 20. yüzyılda ulus-devlet paradigmasıyla şekillenen dünya düzeninde bu temel haktan mahrum bırakılmıştır. Milletler Cemiyeti ve ardından Birleşmiş Milletler gibi kurumlar, halkların kendi kaderini tayin hakkını tanısa da, bu hak Kürtler söz konusu olduğunda sistematik biçimde inkâr edilmiştir.
Bu inkârın bedeli ağır olmuştur.
1925 Şeyh Said İsyanı’ndan sonra başlayan ve 1930 Zîlan, 1937–38 Dêrsim, 1980 sonrası askeri darbeler ve 1990’larda JİTEM eliyle yürütülen imha politikaları; Kürtlerin “devletleri olmadan” ne tür kırılganlıklara açık olduklarını kanıtlamaktadır.
Uluslararası hukuk literatüründe stateless nations (devletsiz milletler) olarak tanımlanan Kürtler, dört parçaya bölünmüş olmanın ve hiçbirinde gerçek anlamda egemen olamamanın sancısını taşımaktadırlar.
1930 yılında Ağrı İsyanı’nın bastırılması sürecinde, Van’ın Erciş ilçesine bağlı Zîlan Deresi’nde en az 15.000 Kürt kadın, çocuk ve yaşlı sistematik şekilde katledildi. Tanık ifadeleri, dönemin basın yansımaları ve askerî belgeler, bu olayın önceden planlanmış bir etnik temizlik operasyonu olduğunu göstermektedir.
Türk basınında yer alan haberlerde, Zîlan Deresi artık leşlerle dolu bir dere hâline geldi gibi ifadeler yer almış, bu korkunç katliam adeta bir zafer olarak sunulmuştur. Zîlan Katliamı, Birleşmiş Milletler’in 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'nde tanımlanan unsurlar düşünüldüğünde, kesin biçimde soykırım suçu kapsamında değerlendirilmelidir.
Kürtlerin etnik kimlikleri dolayısıyla, silahsız siviller olmalarına rağmen, yok edilmeye yönelik bu fiili saldırı, yalnızca askerî değil, ideolojik ve demografik bir tasfiyeyi hedeflemiştir.
Tarihçi Taner Akçam, bu konuda şu çarpıcı değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Zîlan Katliamı, Cumhuriyet tarihinin en büyük sivil katliamlarından biridir. Belgelere bakıldığında, Ağrı İsyanı’nı bastırma bahanesiyle çok geniş bir alanda tamamen sivil halka karşı girişilmiş sistematik bir imha operasyonu söz konusudur. Türkiye, 1930'da Zîlan'da yaptıkları için uluslararası hukuk önünde yargılanmış olsaydı, soykırım suçundan mahkûm edilmesi çok olasıydı.”
(Bkz: Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur, İletişim Yayınları, 2008)
Bu değerlendirme, Zîlan’ın yalnızca Kürt tarihi açısından değil, uluslararası ceza hukuku açısından da bir yüzleşme meselesi olduğunun altını çizer. Ancak Kürtlerin uluslararası alanda bir devlete sahip olmamaları, bu tür suçların ne iç hukukta ne de uluslararası mahkemelerde yargılanmasına olanak tanımıştır. Zîlan, Kürt milletinin hafızasında yalnızca bir coğrafya değil, devletsizliğin ölümcül bedeli olarak yer etmeye devam etmektedir.
Dersim Katliamı da yalnızca bir askeri operasyon değil; aynı zamanda bir etno-kültürel yok etme planı’nın parçasıydı. Türk devlet arşivlerinde ıslah adıyla geçen bu operasyon sırasında on binlerce Kürt Alevi öldürüldü, sürgüne gönderildi, dili ve inancı yasaklandı. Bu süreç, bir devletin vatandaşına değil, bir milletin varlığına açtığı savaş olarak okunmalıdır.
ABD Dışişleri Bakanlığı'nın 1937–38 raporları, Dersim’de yaşananların sivil halka yönelik ağır insan hakları ihlalleri olduğunu vurgulamış; ancak Kürtlerin kendi devletlerinin olmaması, bu suçların uluslararası alanda mahkeme önüne taşınmasını engellemiştir. Islah adı altında yürütülen bu soykırım süreci, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulus-devlet inşasında homojenleştirme stratejisinin zirve noktalarından biri olmuştur.
28 Aralık 2011’de Roboskî (Uludere) köyünde TSK'ya ait savaş uçaklarının bombardımanında 34 sivil Kürt genç katledildi. Olaydan sonra Türkiye’de yargı süreci işletilmediği gibi, AİHM başvurusu da iç hukuk yolları tüketilmedi gerekçesiyle reddedildi.
Oysa Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, olayın faili meçhul değil, failli bilinçli bir devlet suçu olduğunu raporlamıştı. Bu olay, Kürtlerin devleti olmadığı sürece modern savaş aygıtları karşısında ne kadar savunmasız olduğunu bir kez daha göstermiştir. Roboskî, yalnızca hukukun değil, insan onurunun da devlet merkezli uluslararası düzende nasıl araçsallaştırıldığını ortaya koymuştur.
2014 yılında IŞİD’in saldırısıyla Şengal’de Ezidi Kürtlere yönelik bir soykırım gerçekleştirildi. 5.000’den fazla Ezidi katledildi, binlercesi köle pazarlarında satıldı. Birleşmiş Milletler bu saldırıyı soykırım olarak tanıdı. Ancak bu tanımanın ötesine geçilmedi. Çünkü Ezidiler ve Kürtler, uluslararası sistemde temsil edilemeyen, yani devleti olmayan bir halktı. Eğer bir Kürt devleti olsaydı, bu katliamın yaşanması önlenebilir, fail yapı cezalandırılabilir ve soykırım uluslararası mahkemelerde yargılanabilirdi. Şengal, devletsizliğin yalnızca politik değil, varoluşsal bir tehdit anlamına geldiğini kanıtlamıştır.
Taybet Ana’nın cenazesi günlerce sokakta bırakıldı, Ceylan Önkol’un parçalanmış bedeni ağaçlardan toplandı. Bu olaylar, sadece bir devletin vatandaşına karşı ihmali değil; bir halkın, ulus-devlet sisteminin dışında bırakılmasının ne denli ölümcül olabileceğini göstermektedir.
Uluslararası İnsan Hakları Hukuku’na göre devletler, yaşam hakkını korumakla yükümlüdür. Ancak Kürtlerin yaşadığı ülkelerde bu hak, sistematik olarak ihlal edilmekte, adalet mekanizmaları işlememekte ve uluslararası kurumlar etkisiz kalmaktadır. Çünkü Kürtlerin bir devleti yoktur. Yani hak arayabilecekleri bir diplomatik ve hukuki zemin yoktur.
Devletin yoksa annen parçalarını ağaçlardan toplar.
Devletin yoksa mazgallardan ceset toplarsın.
Devletin yoksa yasını bile tutamazsın; çünkü yas bile sana bölücülük sayılır.
Devletin yoksa mülteci kamplarında doğarsın, büyürsün, ölürsün… ama kimliğin hep yok sayılır.
Devletin yoksa anadilinde yazdığın şiir terör delili olur, kadim destanların bölücü propaganda sayılır.
Devletin yoksa daha çocukken, 12 yaşındayken 13 kurşunla katledilir, ardından terörist ilan edilirsin.
Uğur Kaymaz, Kürt milletinin devletsizliğinin ne anlama geldiğini tüm dünyaya anlatan acı bir sembole dönüşür.
Devletin yoksa, çağın Bediüzzaman’ı olsan, halkının şeyhi, mürşidi, lideri olsan bile bir mezarın olmaz.
Seyid Rıza, Şeyh Said, Seyyidê Kurdî… Devletin yokluğunda, tarih bile senin izlerini silebilir.
Devletsizlik öldürür.
Birleşmiş Milletler Şartı’nın 1. maddesi açıkça ifade eder:
Tüm halklar kendi kaderini tayin etme hakkına sahiptir.
Kürt milleti bu hakkı yüz yılı aşkındır talep etmektedir. Barışçıl, uluslararası hukuka uygun, referandumla desteklenen bir Kürt devleti, bu tarihsel acıların kapanması için bir zorunluluktur. Doğu Timor’un, Güney Sudan’ın, Kosova’nın ve hatta İsrail’in doğuşu; uluslararası irade oluştuğunda devletsiz milletlerin egemenliğe kavuşabileceğini göstermektedir. Kürt milleti de bu hakkı fazlasıyla hak etmektedir.
Unutmayın: Devletsizlik öldürür.
Kendi topraklarınızda namusunuzla, onurunuzla, Azad yaşamak için,
Kürdistan’ın bağımsızlığına milyon defa EVET diyeceksiniz.