ÇERMİK’TE 1969-70’TE KOMANDO BASKINLARI VE BİR SAVCI

Kamil Sümbül

Yaşamımda iz bırakan anılar-2

1969’da Ortaokul’u bitirmiştim. Doğduğum ilçem Çermik’te Lise o zamanlar yoktu. Sınıf arkadaşlarımın çoğu yakın yer olan Ergani’de Liseye kayıt yaptılar. Benim gönlümde Diyarbakır’da yatılı İmam Hatip okuluna gitmek vardı. O dönem İmam Hatiplere müftülüklerden müracaat ediliyordu, Çermik Müftülüğü’ne gidip istemimi söyleyince bana; babanla gel ve öyle müracaat et, deyince babamla birlikte müftülüğe geldik. Çermik müftüsü Abdulkadir Hoca idi. 1960 darbesi sonrası yüzlerce Kürt devlet tarafından zorla Sivas’ta bir kampta tutulanlar arasında Abdulkadir Xoca da vardı. Yakın çevresinden duyduğuma göre, Saidi Kurdi (Nursi) Urfa’ya yerleştiğinde ziyaretine gidermiş. Ne babam Abdulkadir Hoca’yı ne de o babamı severdi. Nedeni sanırım babamın CHP ilçe yöneticisi olmasındandı. Babam benim İmam Hatip’e girmek için müracaat etmek istediğimi söyleyince Abdulkadir Hoca isteksizce ve asık suratla kem küm etmeye başlayınca babam kolumdan tutup hırsla; hadi gidelim, bu adamın yüzünde şeytan okunuyor, deyip kolumu hızla çekerek müftülükten çıktık. İmam Hatip olmayınca Diyarbekir’de Ziya Gökalp Lisesi’ne gitmek istiyordum. Fakat benden büyük iki ağabeyim Siverek’te eski ismi Sanat Okulu’nda okumakta olunca babamın zorlamasıyla ben de Siverek Lisesi’ne kayıt yaptırdım.

Siverek Lisesi’nde sınıf arkadaşlarımı tanıdıkça kendi aralarında hep Kürtçe konuşmaları ilgimi çekmişti. İlçem Çermik’te konuşulan egemen dil Türkçeydi, fakat Siverek’te ise egemen dil Kürtçenin iki lehçesi olan Kurmanci ve Dimili sokakta, evlerde, kahvelerde, okulda, çarşı ve pazarda konuşulmaktaydı. Asimile olmamdan dolayı benimle iletişimleri az olmaktaydı, sınıf arkadaşlarım benimle Türkçe konuşurken kendi aralarında hep Kürtçe konuşmaktaydılar.

1969 seçimleri arifesinde Siverek’e gelip liseye başlamıştım. Türkiye’de genel seçimlerin yaklaştığı bir dönem olduğundan siyasi partilerin yoğun bir seçim propagandası vardı. Şimdiye kadar hiç görmediğim kalabalıkları görmüş ve merak ederek hemen her partinin seçim toplantılarına katılıyordum. İlk kez Millet Partisi başkanı Osman Bölükbaşı ve Güven Partisi başkanı Turhan Fevzioğlu’nu kürsüde konuşurken görüp dinledim. Siverek gençleri arasında politize olma oranı çok yüksekti. Başka bir gün Türkiye İşçi Partisi (TİP)’in seçim toplantısı vardı. Toplanan kalabalık diğer partilerin topladığından iki kat fazlaydı. Özellikle atılan şu sloganlar dikkatimi çekmişti: ATA BİNMİŞ EŞEKLER MİLLET SİZDEN NE BEKLER, KAHROLSUN AĞALIK, KOMANDO BASKINLARINA SON. Atılan bu sloganlarından çok etkilenmiştim. İlk seçim konuşmasını Siverek TİP ilçe başkanı İbrahim Babaoğlu yapmış ardından profesör diye tanıtılan (sanırım Sadun Aren olması lazım) konuşmuştu. Benim için ise o dönem; beş vakit namazını kılan, Ramazan’da orucunu tutup Kuran’dan CÜZ okuyan biri için yeni şeylerdi.

Lise birdeyken Hacı Ömer Mahallesi’nde ev kiralamıştık, evle okul arası beş yüz metre kadar vardı. Evin yakınında küçük bir mahalle bakkalı vardı ve oradan alışveriş yaparken dükkân sahibi hep Akşam ve Cumhuriyet gazetelerini okurdu. Benim Türkçe konuşmam üzerine nereli olduğumu sorunca Çermikli olduğumu söyledim. Sonra isminin İbrahim Babaoğlu olduğunu, Siverek TİP ilçe başkanı olduğunu öğrendim. Çetin Altan’ın ismini ve Akşam gazetesinde yazdığı yazıların Siverek’te çok kişi tarafından okunduğunu öğrendim. Bu arada bir cinayet işlendi ve Siverek’in her tarafında konuşulmaktaydı. Vurulan Siverek’in tanınmış aydınlarından Çakmaklı diye anılan Ali Rıza Keskin olduğunu öğrendim. Olayı gazeteler yazdığı gibi İlhan Selçuk bir makalesinde bu cinayete yer vermişti.

Yaz tatilinde Çermik’e dönüp belediyenin yanındaki Yukarı Kahve diye adlandırılan kahvede çalışmaya başladım. Arada bir askeri cemseler Çermik’e gelirdi. Çalıştığım kahvenin karşı tarafında Jandarma Karakolu vardı, ön tarafında küçük çam ağaçları ve çiçeklerle kaplı bir bahçesi vardı. Çermik’e atanan yeni ve genç bir savcı her sabah erken kalkar, fırından yarım ekmek ve dükkânların birinden yiyeceği kadar beyaz peynir alıp karakol bahçesinde oturup çay ısmarlardı. Çayları hep ben götürürdüm. İlk çayı kahvaltısına başlarken götürdüğümde bana; 15 dakika sonra bir çay daha getirmemi ister ve benimle sohbet eder, bazı sorular sorardı. Siverek Lisesi’nde birinci sınıfı bitirdiğimi, ikinci sınıfa başlayacağımı söylediğimde, bana; yaşın çok küçük, ortaokula gittiğini sanıyordum. Ben de ona; beş yaşında okula başladığım için küçük göründüğümü söylemiştim. Bana ne olmak istediğimi sorduğunda; Öğretmen olacağım deyince, bak şu Çermik’in haline, tabiatı çok güzel, evler topraktan ve bir tekme atsan

yıkılacak, mühendis ol ve Çermik için bir imar planı yap, şeklini değiştir, deyince bende; tamam söz, demiştim.

Hemen her gün akşama doğru yine Karakol bahçesinde oturur, ona çay götürürdüm. Çermik’ten o dönem üç veya dört kişi üniversite okumaktaydı. Birisi yakından tanıdığım ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyan Emin Köse’ydi. Hemen her Çermikli Emin için; kaymakam olup Çermik’e gelse de biraz kalkındırsa, derlerdi. Öğlen sonraları karakol bahçesine Emin Köse de gelip savcıyla sohbet ederlerdi. Her çay götürüşümde biraz kalıp onları dinlerdim.

Sanırım ağustos ayı olması gerek, yine birkaç cemse ve arkası silahlı askerlerle dolu olup karakolun önünde durunca savcı öndeki subaya savcı olduğunu söyleyip; kimden müsaade almışsınız ki köyleri basıyorsunuz, diye çıkıştığında üsteğmen rütbeli subay eli ile savcıyı itekleyerek; çekil karşımdan sen kim oluyorsun da bana emir veriyorsun, dediğini duymuştuk. Cemselerden inen silahlı askerler de savcıya ters bakarak Karakol binasına girdiler. Ben ve kahvede oturanlar olanları izliyorduk. Savcı hükümet binasına hızlıca gitti. Sanırım kaymakamla görüşmeye gitmişti. O dönem Çermik’in nüfusu 4500 olduğundan polis teşkilatı yoktu, jandarma asayişten sorumluydu ve kaymakama bağlıydı. Birkaç gün savcıyı göremedik, Diyarbekir’e gittiği söylendi. Olaydan üç veya dört gün sonra savcı yine karakol bahçesinde oturup benden çay istemişti. Çok üzgün ve düşünceli bir hali vardı. Çayı masasına bırakırken bana: Memleket sahipsiz, okuyun ve memlekete sahip çıkın, deyince ben de; olanları gözümle gördüğümü ve üzüldüğümü söyledim. Ertesi gün savcıyı bir daha görmedik. Adliye’de çalışan Çermikli kâtip sürgün edildiğini söylemişti.

Asker dolu cemseler köylere gidip gelmekteydiler. Silah araması adı altında köylüleri meydanda toplayıp silah getirmelerini emrettiklerini duyardık. Arada bir de bazı köylüleri karakola getirir işkence yaparken bağırtılar duyardık. Bir gün yine bir orta yaşlı köylüyü karakola itekleyerek getirdiler, kahveden karakolu izlemekteydik. Biraz sonra da birkaç köylü kadını ve yetişkin köylüler karakol kapısına geldiler. Jandarmalar köylüleri kapıdan gitmeleri için azarladılar. Bu sırada karakoldan çığlık sesleri gelmeye başladı. Bağırmalar, haykırışlar artıkça karakola yakın yerde duran kadınlar da dizlerine vurarak ağlamaya ve; vax malamine! diyerek ağlamalarını gördüğümde gözlerimden yaşlar geldi. Kahvede oturanların ve karakolun önünden geçen Çermiklilerin de üzgün ve acıma duyguları yüzlerinden okunuyordu. Ne ile vurup bu kadar acı içinde bağırmasını anlayamıyordum, fakat gözüm kadınların haykırışlarındandı. Köylüye yapılan işkence iki saatten fazla sürdü, bu süre boyunca da karakol yakınındaki kadınlar hep ağladılar. Bir astsubay çavuş dışarı çıkıp yakınlarına; alın götürün! söyleyince hemen iki genç karakol kapısından kollarından tutarak dışarı çıkardılar. Kadınlardan biri yere kalın bir alaca/bez serip üzerine uzattılar, yanlarında bir eşekle birlikte köyden gelmişlerdi. Yine çavuş bağırarak alın götürün buradan, gidin köyünüze! der demez işkence gören köylüyü alacaya sarıp eşeğin çulu üzerine uzatıp kalın örkenle (kıldan yapılmış kalın şerit) bağladılar ve ardından köylerinin yolunu tuttular.

Çermik’te halk arasında uzun bir süre Çermik’te kısa bir dönem görev yapan bu savcı hakkında konuşuldu. Özellikle öğretmen ve memur kesim bu savcının ne kadar cesur olduğunu, askerin önüne geçip durdurmak istemesi yıllarca konuşulup arkasından övücü sözler söylendi. İki ay önce yakınım olan Emin Köse’ye bu savcıyı, ismini ve ne konuştuklarını sormuştum, olay ve savcı hakkında bir yazı hazırladığımı söylediğimde bana; olayı hatırlıyorum, biraz düşünüp seni ararım demişti fakat kısa bir süre sonra geçirdiği kalp krizi sonucu vefat edince savcı hakkında bilgi alamadım. Çermik bir savcıyı daha uzun bir süre unutmamıştı. 1950’lerin ortalarında Çermik’te savcılık yapan Doğan Öz de uzun bir süre hatırlandı. Doğan Öz 1974-75’lerde Ankara Cumhuriyet Başsavcısı iken derin devlet ve kontrgerilla örgütlenmesini fark edip soruşturma açıyor. Ayrıca o dönem başbakan olan Bülent Ecevit’e derin devlet ve kontrgerilla hakkında uzun bir rapor sunuyor. Kısa bir süre sonra da; sen misin burnunu derin devlet’in işlerine sokan, diyerek derin devletin tetikçileri tarafından öldürülmüştü. Doğan Öz’ün öldürüldüğü haberi Çermik’te duyulunca onu tanıyanlar; ne baba adamdı, esnafla, halkla çok iyi ilişkileri vardı, iyi adamı yaşatmazlar, diye yorumlar yapıldığını çok sonraları dinlemiştim.

Askeri cemseler birkaç gün daha köylere gidip geldiler ve sonra bir daha görmedim. Özellikle cuma günü pazara mal satmak için gelen köylüler, komandoların köyleri bastıklarında neler gördüklerini kahvelerde anlatıyorlardı. Benim ise (o zamanki aklımla); bu yaptıkları Müslümanlığa sığmaz, bunlar Müslüman değil mi? sorusu kafamda dolaşmaktaydı. Diğer iki tanık olduğum olayda da askerin dini

imanı yok, yargısına kapılmıştım. Biri; Çermik’te karakolluk olan bir köylü bırakılınca bir asker köylüyle çarşıya gelir, önceden anlaştığı bir dükkân sahibinden bazı eşyalar aldırtıp köylüye parasını ödetir, dükkâncıya da; sonra gelip alırım derdi, köylü gidince dükkâncıdan alınan mallar dükkâncıya kalır, köylünün ödediği paraları alıp cebine atardı. Bazı dürüst ve vicdanlı dükkân sahipleri bunu kabul etmezlerdi. En düşük ve rütbesiz er bunu yapıyorsa rütbeliler kim bilir neler yapıyordu. Boşuna demiyorlardı: Tayini şarka çıkan giderken ceplerini doldur gider.

Diğer bir olay da 12 Mart darbesi yeni olmuş ve şehir giriş çıkışlarında askerler gelen geçen tüm araçları durdurup arama yaparlardı. Yılın 6-7 ayı Çermik-Siverek yolu kapalı olduğundan bayram ve resmi tatillerde önce Diyarbekir’e oradan da Çermik’e giderdik. Darbeden birkaç hafta sonra yine bir minibüsle Siverek’ten Diyarbekir’e eski yolla giderken Karabahçe mevkiinde askerler hep araçları durdurur arama yaparlardı. Minibüsümüz durdurulunca bir üç pırpırlı astsubay; kadın ve çocuklar kalsın diğerleri aşağı inin arama yapılacak. Bende kendimi çocuk gördüğümden inmedim. Astsubay kolumdan tutup beni aşağı çamurların içine atınca elimdeki okul kitaplarım çamura düşmüştü, ağlayarak kitaplarımı topladım, üstüm başım da çamurlara bulaşmıştı. Kendi kendime; bu askerler gerçekten de dinsiz imansız dedim. Diyarbekir’e gelince dayımın evine gidip üst başımı değiştirdim.

Yıllar geçmesine rağmen hâlâ o karakolda işkence ve dışarıda bekleyen kadınların haykırışları bilinçaltıma yerleştiğinden unutmadım. 1972’lere kadar askerlerde din imanı yok derken, 1974 ve sonrası ise Kürt olduğumuz için, ülkemiz Kürdistan olduğu için asker bu zulümleri yaptığı gerçeğini görmeye başladım. Ülkemiz işgal edilip sömürgeleştirilmiş, asker de sömürge ordusuydu başka ne beklenirdi? Özellikle 1985-2000 yılları arasında aynı askerler sadece Kürt köylerini basıp silah toplama gayesi ile köylülere işkence yapmamış, evlerini başlarına da yıkmış ve binlerce köy yakılıp yıkılmış, köylüler göçe zorlanmıştı.

Kamil Sümbül / Stockholm