Mahmut Uzun
Bazen öyle olur ki…
İnandığın her şey, uğruna ömür verdiğin o sözler,
gözünün önünde eğilir.
Diz çökmezsin. Direnirsin. Ama için yanar.
İşte o an, sadece insanlar değil, onur da ağlar.
Sessizce, görünmeden, kimseye belli etmeden…
Ama yeri göğü inleten bir ağırlıkla.
Ben bir halkın, bir tarihin, bir direnişin tanığıyım.
Adını anmadığımız, hatırlamaktan korktuğumuz ölülerin
kanı hâlâ kurumuş değil bu topraklarda.
Kayıp kemikler konuşmayı beklerken,
biz hala susanlara “vicdan” diyoruz.
Ne garip değil mi?
Faili belli cinayetlerin üzeri,
şimdi anıt mezarlarla örtülüyor.
Ben bunlara tanığım.
Televizyon ekranlarından değil.
Nice işkence tezgâhlarından geçtim, yaşadım,
gözlerimle gördüm.
Kırılmış kemiklerin arasında çaresiz kaldım, direndim.
Sürgün yollarında aç, susuz yürüdüm.
Annemin korkusunu, dedemin suskunluğunu,
öğretmenimin tehdidini, jandarmanın postalını
ve yoldaşlarımın mezarsız yalnızlığını…
Hepsini yaşadım.
Dün, 30 Kürt gerillasının başı dik duruşunu,
kendilerine dayatılan bu onur kırıcı teslimiyeti
reddedişlerini izledim.
O bakışları, o dimdik suskunluğu unutamam.
Beni en derinden sarsan şey,
orada yalnızca insanların değil, onurun da direnmesiydi.
Ben bu hareketi hiçbir zaman desteklemedim.
PKK ve Öcalan, en başından beri devletin denetimindeydi.
Nasıl kurdularsa, öyle tasfiye ettiler.
Ama bugün olan, Kürtlere bir kez daha
tarihin en büyük yıkımını yaşatacak.
Teslimiyetin bu kadar onursuzca dayatılması
ve devletin buna dair tek bir açıklama bile yapmaması,
bu barbar sistemin ne kadar ikiyüzlü olduğunu
bir kez daha açıkça gösterdi.
Hala “görelim” diyenlere soruyorum:
Neyi göreceğiz?
Her şey ortada!
Sonra bir baktım…
Uğruna kavga verdiğim bazı “dostlar”,
katillerin adlarını ağızlarında aklıyorlar.
Soykırım emirlerini verenlere “yüzyılın dehası” diyorlar.
Ölüleri gömmemize izin vermeyenlerle
aynı masada oturuyorlar.
Yetmedi, bize katliamı reva gören zihniyeti
“ilericilik”, “modernlik” diye yutturmaya çalışıyorlar.
Evet, onur da ağlar bazen.
Ama gözyaşı döken bir zayıflık değildir bu.
Bu, insanın kendine olan saygısından arta kalan
son direniştir.
Kendine bile yalan söylememeye çalıştığı o son siper…
Hayal kırıklığı mı?
Evet, hem de iliklerime kadar…
Çünkü beklediğim ihaneti,
en yakınımdaki dostun sesinde duydum.
Birlikte yürüdüğüm yolda,
birden onun yönünü değiştirdiğini fark ettim.
Aynı taşlara bastık sanıyordum,
meğer o taşların bazılarını
mezar taşı sanmış, süs diye koymuş.
Ben bir tarih yaşadım.
Ve şimdi, o tarihe sırtını dönenlerin
nasıl “ilerici”, “solcu”, “halkçı” diye anıldığını izliyorum.
Bir halkın, bir sürgünün, bir yalanın altında
yavaş yavaş yok olan hakikati…
Suskun kalanların, alkış tutanlardan farkı kalmadığını
acı bir gerçek gibi görüyorum.
Artık daha az konuşacağım, çoğu kez susacağım.
Çünkü biliyorum ki bu çağda
gerçeklerin sesi bastırılmaya çalışılır.
Ama onur, ağlasa da susmaz.
Siz isterseniz diz çökün o yalan büstlerin önünde.
Siz isterseniz afişlere beton portreler asın.
Ben, geçmişimin yüzüne bakabiliyorum hala.
Ve bu, bana yeter.
Çünkü biliyorum:
Bazen onur da ağlar…
Ama asla teslim olmaz.