“Annemin Zazaca ruhuma serpiştirdiği ninniler ‘Vengé Roy’e dönüştü”

Basnews’ten Ruken Hatun Turhalli Vengê Royî ll albümü üzerine şair, yazar ve besteci Kadir Büyükkaya ile konuştu.

Ruken Hatun Turhallı

Şair, yazar ve besteci Kadir Büyükkaya’nın bestelerinden oluşan “Vengé Royî ll” (Fırat'ın Sesi) albümü 10 Kürt sanatçının seslendirdiği ve Alman-Kürt Kültür Enstitüsü (Deutsch-Kurdisches Kulturinstitut) tarafından hazırlanarak yayınlandı. Albüm geniş dinleyici kitlesi tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı.

Albümün bestecisi ve söz yazarı şair Kadir Büyükkaya, ana öykünün, dili Zazaca’nın yok olma tehlikesini, Hollanda’da bir kafeteryada oturduğunda gözüne ilişen bir derginin manşetinde gördü. Gözleri manşette takılıp kaldı, kalbi hızla dilinin hikayesi etrafında döndü durdu, “Dilimin yok olmaması için birşeyler yapmalıyım“ dedi. Zazaca klamlarla diline hizmet edebileceğine inancı oluştu. Çocukluk yıllarından beri heybesinde taşıdığı, dedesinden kalma Süphan Dağı yamaçlarında anlatılan hikayeleri, annesinden Fırat vadisinden akan ağıt ve ninnileri, babasından geriye kalan yaşanmış bir aşk hikayesinin nağmelerini hafızasında yeniden yeşerterek, beslendi. 

Zazaca'nın duayen sanatçılarından Mikail Aslan ile bu amaçla yolları kesişti. Klamlarının söz ve besteleri kendisine ait olmak üzere ‘Vengé Roy l ve ‘Vengé Roy ll’ Albümleri ortaya çıktı.‘Vengé Roy ll’ albümü iki hafta önce dinleyicisiyle buluştu. Kadir Büyükkaya ile beslendiği tarihsel kaynağı, albümlerin oluşum süreçlerini, Zazaca’nın sanatsal yapısını, Zazaca’nın yok olmaması için yapılması gerekenleri ve ileriye dönük projelerini konuştuk.

Kadir Büyükkaya, beslendiği ana kaynağını şöyle tanımlıyor: “Annem kendini dertten, kederden, özlemlerden kurtarmak için sırtını ninnilere dayardı. Önce ninni biçiminde birşeyler mırıldanır sonra yavaş yavaş Zazaca anlatıma geçerdi. Bu anlatıların çoğunda öldürülen amcası Ramazan’ın ve kendini uçurumdan Fırat’a’ savuran amca kızı İmhan’nın adı geçerdi. Annemin ninnileri hayatın her alanında ona eşlik ederdi. İnekleri sağarken, köyün iki üç kilometre uzağındaki çeşmeden su taşırken, köyün dört beş kilometre uzağından ot getirirken, dilinde hep ninni ve klam karışımı mırıldanmalar olurdu. Dilindeki ninniler onun hayatının ayrılmaz birer parçasıydı. İşte ben annemin kendi kendine dillendirdiği bu ninnilerin etkisinde büyüdüm. Annemin yüreğime işlediği, ruhuma serpiştirilen bu ninniler filizlenerek ‘Vengé Roy’ albümlerine dönüştü. Fırat’ı ve Fırat’ın öte taraflarını annemden dolayı hep önemsedim ve sevdim.”

Söz ve müziği size ait olan ve  değerli 10 Kürt sanatçının seslendirdiği Vengé Roy ll’ albümü dinleyicilerden özel bir  karşılık buldu. Albümün ilk oluşumunu ve izleyiciyle buluşma sürecini bizimle paylaşır mısınız?

‘Vengé Roy’albümlerinin oluşumuna, doğup büyüdüğüm Siverek’te anadilim Zazaca’nın yüzde seksen konuşulmasının etkisi büyüktür. Siverek halkı hem Zazaca hem de Kurmanci bilirdi. Evimizde Zazaca konuşulurdu. Dedem seferberlik yıllarında askere alınmış, sırtını Süphan Dağı'na dayayan Ahlat ilçesinde birkaç ay kalmış, yörenin insanından güzel hikayeler, destanlar dinlemiş, ezberlemişti. Ağır yaşam koşullarına dayanamayan dedem, firar ederek, gidenin gelmediği bir

maceradan sağ salim köyüne döndü. Çocukluğumuzda bize güzel hikayeler anlatırdı. Mem û Zîn ve Sîyamend ile Xecé de vardı bunların arasında. Diğer hikayeler gibi bu iki önemli destanın da hikayelerini Zazaca anlatır ancak, klam biçiminde Kurmanci okurdu. Babam da gençliğinde Mem û Zin destanını güzel söylerdi. Babamın bu destana benzer bir aşk yarası vardı. Annem ile evlenmeden önce Makbule adında bir kıza aşık olmuş ve evlenmişlerdi. Evlilikleri yedi ay sürmüş. Büyük bir aşkla evlendiği Makbule bir hastalık sonucu hayatını kaybetmiş. Babam yüreğindeki yangını Mem û Zin nağmeleriyle soğutmaya çalışıyordu. Sonra bir cami hocası babama türkü söylemenin dinimizce caiz olmadığını söyleyerek, onu türkü söylemekten vazgeçirmişti.

Böyle bir ortamda yetiştim. Kulağım müziğe türkülere yabancı değildi ama sonraki yıllarda daha iyi anladım ki, asıl ruhuma müzik sevgisini aşılayan annemin ninnileridir.  Annem Fırat’ın diğer yakasından köye gelin gelmiş, giyim kuşamı, kişiliği, konuştuğu dille yöre insanından farklıydı.  Ailesi Fırat’ın öte tarafında Gandağ köyünde yaşıyordu. Evliliğinden kısa süre önce çok sevdiği bir amcasını kan davasında kaybetmiş. Babasının acısına dayanamayan amcasının kızı da, yüksek bir dağ yamacından kendini Fırat’ın azgın sularına savurarak yaşamına son vermişti. Her iki ölüm, annemi derinden sarsmış. İşin içine yabancı yere gelin gitmenin kederi ve üzüntüsü de eklenince, annem zorluklarla boğuşmak zorunda kalmış.

Annem ilk üç çocuğunu bir yaşını doldurmadan kaybetmiş. Dördüncü çocuğu olarak ben dünyaya geldim. Beni bir nevi arkadaşı olarak kabul ediyordu. Evde yalnızken birşeyler mırıldanır, göz yaşlarına boğulurdu. Neler söylediğini tam olarak anlamazdım. Dertten ve hasretten kurtulmak için sırtını ninnilere dayadığını az çok tahmin ederdim. Annemin mırıldadığı şeylere ninni demek aslında doğru değildi. Ninni biçiminde birşeyler mırıldanır, yavaş yavaş Zazaca anlatıma geçerdi. Dillendirdiği ninnilerde çoğunlukla Ramazan Amcasının ve amcasının kızı İmhan’ın ismi geçerdi. Annemin ninnileri, hayatın her alanında ona eşlik ederdi. İnek sağarken, köyün dört beş kilometre uzağındaki çeşmeden su getirirken, ot ve tezek taşırken, dilinde hep niniler, klamları vardı. Ben onlarla büyüdüm. Yüreğime işleyen, ruhuma serpiştirilen birer tohum olarak onları gördüm. Fırat’ı ve öte tarafını, annemden dolayı da hep önemsedim ve sevdim.

Doğadan gelen ‘Tını’, Zazaca

Çocukluğumda seslere karşı büyük bir ilgim vardı. Gün ortasında sıcaklığın had sahfaya ulaştığı saatlerde, cırcır böceklerinin çıkardığı ses curcunası beni alır başka diyarlara götürürdü. Bahar aylarında köyümüzün önünden geçen çay ve çevresindeki göllerde şamata koparan kurbağa sesleri acayıp ilgimi çekerdi. Kuş seslerine bayılırdım.  Sabah saatlerinde köyümüzün karşısında bulunan kayalıklara tünen kekik ve bülbül sesleri yerden ayaklarımı keserdi. Tavuk, civciv gıdaklaması, koyun kuzu melemesi, uzaklardan duyulan kurt çakal sesleri, su ve rüzgar sesi, gök gürültüsü kısaca doğada mevcut olan bütün sesler içime işlerdi.

Annemle köyümüzün karşı tarafındaki kuyuya gider hayvanlara su verirdik. Birgün yine o kuyuya giderken dinlenmek için büyük bir taşa oturduk. Nasıl olduysa oldu, elime aldığım bir taş parçasını üzerinde oturduğum taşa vurdum. Taştan çok ilginç sesler çıktı. Sesten çok etkilendim ve vurmaya devam ettim. Taştan çıkan ses adeta yankılanıyordu. Alt, ortasına vurduğumda daha başka, üste vurduğumda ise çok daha başka bir ses çıkarıyordu. Çok etkilenmiştim Annemle her oradan geçtiğimizde mutlaka o taşın üstüne oturur, bir taş parçasıyla taşa vurur, değişik sesler çıkarmasını sağlardım. Şimdi sağda solda her xylophoone gördüğümde o taşı ve taştan çıkan o gizemli sesleri duyar gibi olurum. Seslere karşı duyduğum aşırı yakınlığın müzik konusunda beni beslediğini düşünüyorum. Fakat günün birinde beste ve müzikle ilgileneceğimi hiç düşünmemiştim.

‘Vengé Royé ll’ Albümü basında çok işlendi, çok beğenildi. Albümle ilgili gelişmeleri nasıl buluyorsunuz? Dinleyicilerden nasıl tepkiler aldınız?  Konser vb. etkinlikler olacak mı?

On yıl önce anadilimde beste yapma düşüncem yoktu, Önceki söyleşilerimde de dile getirdiğim gibi UNESCO nun Zazaca'nın yok olan diller arasında sayılan raporunu bir Hollanda gazetesinde okumuştum. Korkunç etkilenmiştim. O andan itibaren anadilim için birşeyler yapmam gerektiğine inandım. Bir roman üzerinde çalışıyordum. Ana dilime hizmet etme fikri kafamda filizlenince, tamamen bu düşünceye odaklandım. Önce dedem, annem ve yakın akrabalarımdan dinlediğim hikayeleri kitap olarak derleyip basmak istedim. Sonra bunun pratik bir yol olmayacağı kanısına vardım. Zira, toplumda Zazaca okuma yazma alışkanlığı hemen hemen hiç yoktu. Kaldı ki Zazaca kitaplar yazacak teknik bilgiye de sahip değildim. Çevremdeki arkadaşlar Zazacayı iyi konuştuğumu söyleseler de, ben bunun kitap çıkarmaya kafi gelmeyeceğini biliyordum.  Konuşmak ayrı bir şey ama Zazaca kitap çıkarmak başka bir şeydi. Teknik olarak, birkaç aylık temel eğitim alabilir, o düzeye gelebilir ve yazabilirdim. Peki bunları kimler okuyacaktı? insanlara nasıl ulaştıracaktım? Zazaca kitaplar çıkarmanın pratik çözüm olamayacağına kanaat getirince, Zazaca bestelere yöneldim.

Önce ‘Zimistano Vewir Varena’ bestesini yaptım. Sonra diğerleri geldi.  Dört beş yıl içinde elimde kırk beş beste birikti. Burda hem beste hem melodiden söz ediyorum ki, müzikte beste ve melodi ayrı ayrı ele alınıyor. Fakat ben her ikisini yapıyordum. Müzikte yetkin arkadaşlarım; hiçbir enstrüman çalmadığım halde sözle melodiyi nasıl biraraya getirdiğimi merak ediyorlardı. Doğrusu, nasıl başardığımı ben de bilmiyorum. Oluyor işte.

Kırk beş beste birikince, bunları nerde nasıl değerlendireceğimin arayışına düştüm.  Önce değerli dostum ve hemşehrim Şıvan Perwer'e başvurdum. Sağ olsun kırmadı beni, sazını alıp eve geldi. Neler yapmak istediğimi kendisine izah ettim. Bestelerimden bir ikisini söyledim. Şivan sazıyla bana eşlik etti ve çok iyi bulduğunu söyledi. Besteleri tümüyle bana ait bir albüm çıkarmak istiyordum. Şivan Perwer, anadili Zazaca olmadığı için böyle rizikolu bir işi göze alamayacağını söyleyince, biraz hayal kırıklığına uğradım. Şivan Almanya’ya döndüğünde ‘böyle bir projeyi ancak Mikail Aslan hayata geçirebilir dedi. Hollanda’da yaşayan Ali Haydar Umut dostum aracılığıyla Mikail Aslan’la temasa geçtim. Mikail oldukça ciddi yaklaştı projeye. Kısa bir süre içinde bir araya geldik. Tüm bestelerimi Mikail'in önüne yığdım ve neler yapmak istediğimi izah ettim. Tabi ona bir iki bestemi de okudum. Mikail, bestlerimi beğendiğini ve vakit kaybetmeden çalışmalara başlayabileceğimizi söyledi. Frankfurt'da Cemil Koçgiri eşliğinde stüdyoda on bir eserimi seslendirdim. Mikail, okuduğum parçaların içinden on tanesini seçerek, üzerinde çalışmaya başladı. Sonuç itibariyla albüm çalışmaları iki yılımıza mal oldu. Şunu da belirtmeliyim ki; kendi alanında ilk olan bu çalışmayı sahiplenmek, Mikail için pek kolay olmadı.

Dersim Zazacasıyla Siverek Zazacası arasında bazı ufak tefek farklılıklar var. Dolayısıyla başlangıçta telaffuzda ufak sıkıntılar yaşandı. Mikail Aslan’ın azmi, disiplini, sabrı ve genel birikimi sayesinde bu sıkıntıların üstesinden geldik. Bazı yakın dostlarımın albümle ilgili kaygıları vardı. Onlara göre albüm gerekli ilgiyi göremeyebilirdi. Bu olasılık beni biraz tedirgin etse de pek umursamadım.' Ben görevimi yerine getireyim, gerisi toplumun duyarlılığına kalmış bir şeydir.' dedim.

Mikail Aslan ilk albümde, bir eseri benim okumamdan yanaydı. Bu yönde bir teklif getirdiğinde, ‘Benim işim değildir’diyerek, sıcak bakmadım. Ne var ki, Mikail benden habersiz, stüdyoda örnek mahiyetinde seslendirdiğim ‘Wa yar béro Rıhara’ (Yar gelsin Urfa’dan) parçasını olduğu gibi albüme almıştı. Albümün elime geçtiği gün, bunun albümde yer aldığını öğrenmiş oldum.

 Mikail Aslan ile buluşma ve ‘Vengé Roy’ albümlerinin doğuş hikayesi

Albüm 2015 yılının Nisan başında piyasaya çıktı. Çıkışı üzerinden bir hafta geçmemişti. Siverekli hemşerilerimin destekleriyle, Diyarbakır ve Siverek’te peş peşe iki konser düzenlendi. Her iki konserde de olağanüstü bir çoşku vardı. Gösterilen ilgi ve alaka beni ve Mikail Aslanı oldukça sevindirdi. Anladık ki, taşıdığımız kaygılar tamamen yersizdi, insanlarımız tahminlerimizin üstünde bu çalışmaya sahip çıktı. Konser ardından Fırat gezintisine çıktık. 2 saatlik gezi muhteşemdi. Fırat çevresine dağılan köylerde sadece Zazaca konuşuluyordu. Mikail bundan çok etkilenmişti. Gördüğü ve duyduğu şeyler Mikail’i başka alemlere sürükledi. Bu köylerden birisi de Yılmaz Güney’in ata toprağı ‘Desman’dı. Köy sakinlerinin   tümü Yılmaz Güney’in yakın akrabalarıydı. Bunlar zamanında Dersim’den gelip, buraya yerleşmişlerdi. Bu köyü Mikail Aslan’a gösterip ‘Bak Mikail bu köy Yılmaz Güney’in köyüdür, ismi Desman’dır, bunlar zamanında Dersim’den gelip, buralara yerleşmişler.’dediğimde, Mikail az daha ağlayacaktı. Çevresine uzun uzun bakan Mikail Aslan, “Demek bunlar bizim derezalarımız. Onlar buralarda bizler oralardayız ve birbirimizden haberimiz bile yok. Bundan daha acı bir şey olabilir mi?’ dedi. Ben de kendisine "Küba Vietnam edebiyatından başımızı kaldırıp, birbirimizi tanımak için zaman ayıramadıkki! Romantik devrimcilerimiz rüyalarında Küba’yı görüp, oralara gitmek için can atarken, bir zahmet buyurup tanışmak için buralara gelmeyi akıl edemediler." dedim. Mikail bir şey demedi. Susmakla hemfikir olduğunu zaten ifade ediyordu.

Albüme ‘Vengé Roy‘ismini neden mi verdik?  Annem’in Fırat’ın öte tarafından gelmiş olması, bölgede bulunan köylerinin çoğunun Dersim’den gelmesi yine diğer bir takım nedenlerden dolayı Mikail Aslan’la birlikte ‘Vengé Roy’ ismi üzerinde anlaştık.

Peki albümü seslendiren sanatçıların performanslarını nasıl buldunuz? Zazaki lehçesine hakim olan sanatçılar sizin bestelerinizi kendi şiveleriyle yorumladılar, Kurmanci ve Soranca konuşan sanatçılar da kendi lehçelerinin ses tınısını kattılar. Bu daha çok hoş bir aheng oluşturdu. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

Böyle bir projenin geniş çevreler tarafından ilgiyle karşılanacağını daha ilk günden tahmin edebiliyordum. Bu yöndeki düşüncülerimi sık sık sanatçı arkadaşlarla paylaştım.  Fakat ilginin bu kadarını doğrusu hiç tahmin etmemiştik. Gösterilen ilgi tahminlerimizin ötesine geçti. Albüm ilk üç dört gün içinde elliye yakın gazetede haber olarak yer aldı. Bazı gazeteler haberi baş sayfadan verdi. İlgi duyanlar lokal bir çevreyle sınırlı kalmadı. Süleymaniye’den Hawlér’e kadar geniş bir çevrede albüm konuşuldu. You tube üzerinden dinleyenlerin sayısı bir hafta içinde on binleri buldu. Albüm çalışmasında yer alan sanatçı arkadaşlar, yaratılan havadan etkilenerek birbirinden anlamlı mesajlar yayınladılar. Zazaca bilen veya bilmeyen geniş kesimlerden çok olumlu mesajlar geldi. Bir kez daha anlaşıldı ve bir kez daha görüldü ki, doğru şeyler yapıldığında harcanan emekler karşılığını buluyor. İnsanlarımız kolektif çalışma ve ortak emek temelinde yürütülen çalışmaları ilgiyle ödüllendiriyor. Çoğu defa insanlarımız arasında sanatçıların kibirlerinden ve egosundan bahsedilir. Bazılarına göre, iki sanatçıyı ortak bir proje etrafında bir araya getirmek deveye hendek atlatmaktan daha zor olur. Bu başarılı projeyle görüldü ki, doğru projeler sözkonusu olduğunda sanatçılar birbirine dayanarak ortaya olağanüstü eserler çıkarabiliyorlar. Bu albümün ortaya çıkardığı bir gerçekte bu oldu.

Konserler meselesine gelince; Aslında albüm daha çıkmadan iki ay öncesinden konserleri gündemimize almıştık. Başta Siverek olmak üzere, Diyarbakır, İstanbul, İzmir, Adana ve Mersin’de gerekli ilişkileri sağlamıştık. Herkes büyük bir heyecanla hazırlıklara başlamıştı. Bazı şehirlerde gün ve tarihler bile belirlenmişti. Avrupa’da; Almanya, Hollanda ve İsveç’te konserleri gündemimize almıştık. Bu ülkelerde yaşayan kimi çevrelerle gerekli ilişkileri sağlamıştık. Konserler için fazlasıyla önemsediğimiz yerlerden birisi ise Süleymaniye idi. Burada kültür işlerinden sorumlu bir kurumla görüşmüş ve onlardan onay aldım. Böyle bir şey olmuş olsaydı o parçada bir ilk yaşanacaktı. Düşünebiliyor musunuz Güney'de yaşayan insanlarımız ilk kez Zazaca dilinde bir konser izlemiş olacaklardı. On sanatçıyla vermeyi düşündüğümüz bu konser sayesinde Süleymaniye ile Siverek arasında bir kültür köprüsü kurulmuş olacaktı. Nasıl ki çıkardığımız ilk albümle Dersim’den Siverek’e uzanan bir kültür köprüsünün temelini attık, aynısını diğer parçalar arasında gerçekleştirecektik. Ne yazık ki; cororonavirüs pandemisi nedeniyle bütün konser hazırlıklarımızı rafa kaldırdık. Herşey normale döndüğünde kaldığımız yerden yolumuz devam edeceğiz.

Eserlerinizi yorumlayan bütün sanatçılar birbirinden daha güzel okuyorlar. Anadili Zazaca olmayan Kurmanci ve Sorani konuşan sanatçılar da şaşırtıcı güzellikte okuyor. Bunu nasıl başardılar, öncesinde uzun ve yorucu provalar mı yapıldı?

Proje dahilindeki tüm sanatçı arkadaşlarımız müzik alanında rüştünü ispatlayan sanatçılar. Olağanüstü performans göstereceklerinden en ufak bir kuşkum yoktu. Bütün sanatçı arkadaşlarım albümün kusursuz olması için elinden geleni fazlasıyla yaptı. Hiç birisi fedakarlıktan kaçınmadı. Herkes büyük bir uyum içinde çalıştı. Kimse kimsenin çalışması önüne engel olmadı. Aksine herkes birbirine güç, moral verdi. Saygı gösterdi, yardımcı oldu. Hiçbir sanatçı, bu işten kurtulayım anlayışıyla meseleye yaklaşmadı. Herkes büyük bir sorumluluk ve özveriyle yaklaştı. Sasa ve Gülseven Medar İstanbul’da stüdyoya girdiler. Telaffuzda hata olmasın diye gidip bu sanatçı arkadaşların yanında bulundum. Her iki sanatçı arkadaşımızın zaman konusunda sıkıntıları vardı. Buna rağmen hiçbiri, işini bitirmeden stüdyoyu terk etmedi. Gülseven Medar o sıralar Toska oyunu için hazırlık hapıyordu.  Stüdyoya gireceği gün dahi çok sayıda insanla provası vardı. Buna rağmen gelip söyledi, kayıt yapıldı. İçine sinmediği için eserini tekrer tekrar okudu. Şasa da aynı şeyi yaptı.

Mehmet Akbaş, 'tamamdır’dediğim halde tam dört kez gelip, stüdyoya girdi. Mikail, üzerinde günlerce çalıştığı eseri kusursuz olsun diye,  tekrar tekrar okudu. Beser Şahin, bir defasında Köln’de iki defa da Düsseldorf’ta stüdyoya girdi. Aynı hassasiyeti, titizliği Rojda, Hani ve Xéro Abbas da gösterdi. Kısacası herkes gerçek bir sanatçı titizliğiyle yaklaştı. Sonunda hepimiz sınavımızı başarıyla geçtik. Aranjör arkadaşımız Hakan Akay’la koordineli çalıştılar.

Farklı lehçelere sahip sanatçıların kendi lehçe tınısı albüme renk kattı

Albüm gerekli ilgiyi bulmuşsa, bunu farklı lehçelerden sanatların icra eden arkadaşlarımızın tını konusundaki farklılığına borçluyuz. Herkes kendi tınısını albüme yansıtarak albüme farklılık kazandırdı. Bunda Hakan Akay’in emeği büyüktür. Bestelerin dağılımını tümüyle Hakan’a bıraktık. Hangi sanatçı hangi parçayı okuyacak, bunu Hakan’ın tercihine bıraktık. Hakan bu işi son derece iyi yaptı. Bütün sanatçı arkadaşlarımız kendilerine giden eserlere adeta aşık oldu. Beser Şahin bir konuşmamız sırasında ‘Şewé dergi néqediyené ‘parçasını dinlediğimde, bu parça benim ruhuma uygun bir parçadır’demişti. Benzer şeyleri diğer arkadaşların ağzından da duydum. Sasa kendisine gönderilen eseri çok sevmiş ve kendisini tümden bu parçaya vermişti. Bir ara elimizde olmayan bir nedenden dolayı ona verdiğimiz parçayı bir başka parçayla değiştirmek istemiştik. Bunu kendisine götürdüğümüzde tepki göstermiş ‘Siz bütünleştiğim bu parçadan beni nasıl ayırırsınız ‘demişti. Yılların deneyimiyle hareket eden Hakan Akay arkadaşımız usta bir sanatçı edasıyla bütün sanatçı arkadaşlarımızın ses ve gırtlak ölçüsünü almış ve eldeki ölçülere göre her birisine en uygun besteyi göndermişti. Gönderilen eserler sanatçıların içine sindiği için de herkes elindeki eserin hakkını fazlasıyla vermişti.

Bestelerinizde söz yazım ve anlatımda konu kadın fakat anlatıcı erkek. Örneğin sanatçı Sasa’nın okuduğu ‘Evro Meşt’ parçasında, kadının dilinden kadına yakılan bir ağıt gibi duruyor. Bu parçanın bir hikayesi var mı? Zaten albümdeki her bestenin bir hikayesi varmış gibi görünüyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Hemen hemen bütün bestelerimin bir hikayesi vardır. İlk albümde Beser Şahin’in seslendirdiği‘ Zimistana Vewr Varane ( Mevsim Kış, Kar Yağıyor) klamında yaşanmış bir hikaye var. Bir anne kayıp oğlunun yollarını uzun dönem gözlemekte. Ne var ki; ne gelen olur ne de giden. Hasretini yılın dört ayrı mevsiminde tabiatın renklerine işleyen annenin ömrü, beklemekle geçer.  Bütün hikayelerde dert, keder, hasret, vefa, nankörlük, kadir bilmezlik, ezilmişlik ve bunlara dair mesajlar var. İkinci albümde Mikail Aslan’ın seslendirdiği,“Mado Bşiyayé Ka Koya?’ (Hani Dağlara Gidecektik?) parçası var. Bu parçada geride kalanların, gidenin ardından seslendirdikleri yürek burkan bir sitem vardır.

‘Hani, dağlara, başı dumanlı dağlara gidecektik !

Hani köylere, o güzelim yaylalara gidecektik,

Ve hani şehirlere o güzel şehirlere,

O güzel dostlara arkadaşlara gidecektik.!

Yine, yerle bir edilen hayaller, özlemler vardır. Eskiden beri yaşanılmak istenilenler güzelliklerin gerçekleşmemesi vardır. Arzu edilenlerin hiçbiri gerçekleşmemiştir. ‘Ah neylersin evi yakılası namertler, bizi dert kedere boğdu‘denilmiş. Diğer eserlerin içeriğinde aşk vardır, sevda vardır. Güzel aşkların yaşanmasına engel, geri -geleneksel kültürün oluşturduğu aşılması zor bariyerler vardır. Bu bariyerler bazen babadır, bazen yakın bir akrabadır ve bazen de bir başkasıdır. Rojda’nın seslendirdiği‘ Namé Keynek Xana’ (Kızın İsmi Xané’dır) parçası böyle bir hikeyenin ürünüdür. Gülseven Medar’ın ‘Wazena Wazena’ (İstiyorum, İstiyorum) Parçası da öyle. Sasa’ın seslendirdiği eserde; yaşamak istediklerini yaşayamayan genç bir kadının sevdiklerine ve topluma vermek istediği bir mesaj ve isyanı vardır.

Beser Şahin’ın hakkını verdiği ‘Şewé Dergi Né Qediyené’ eserinde, doğdukları topraklardan uzaklara savrulmuş insanların katmerli hüznü ve hikayesi vardır. Şu veya bu sebeple uzaklara savrulmuş hangi insanımız gecenin karanlığına isyan etmemiştir? Hangimiz gecenin zifiri karanlığında sevdiklerimiz için gözyaşı dökmemiş, hasretimizi dindirmek için gece yarıları yataklarımızdan kalkıp sigara üstüne sigara içmemiş, özlem altında iki böklüm yüreklerimizi zehirlememişizdir? Yine hangimiz uykusuz geçen gecelerde kaleme sarılıp, gelecek güzel günlere dair içli şiirler yazmamışızdır? İdeolojisi, dünyaya bakış açısı, rengi, dili, kimliği, inancı ne olursa olsun, kim olursa olsun Beser’ın seslendirdiği ‘Şewé Dergi Né Qediyené’ eserinde kendini görmeyen bir insanı tesavur etmek mümkün değildir. Bu insanın Kürt olmasına da gerek yok. Bu klmada her insanın kendini içinde bulacağı bir evrensellik var.

Mehmet Akbaş’ın ruh verdiği ‘Xalé Min Xal Osmano‘eserinde toplumun  ekonomik, psikolojik ve sosyolojik  durumuna vurgu yapıyorum. Xal Osman’ın bağı vardır, bostanı vardır, hali vakti yerindedir ama, yine de sıkıntılıdır. Ne dostu vardır ne de bir arkadaşı. Ruhi olarak sıkıntılıdır, yalnızdır. Varlıklı olsa da mesut ve bahtiyar değildir. Aynı şey, aynı eserde isimlerini zikrettiğim Xal Rahman ve Xal Remzan içinde geçerlidir. Şuna vurgu yapmak istiyorum: Eğer bir toplum genel itibariyle doğru bir yerde değilse, sosyal konumu ne olursa tek başına, gerçek mutluluğu yakalaması mümkün değildir. Yaşanan sıkıntılardan payına düşeni şu veya bu şekilde mutlaka alır. İnsanların kendileri olabilmeleri için toplumun bütün bireylerin, bütün kurumlarıyla bir yerlere gelmesi gerekiyor. Dinleyici, bunun   daha geniş açıklamasını bu kilamda bulacaktır.

Kerem Sevinç ile Tara Mamedova'nın seslendirdiği ‘Sevaji Sevaji‘parçasında sevgiyi, vefayı, kadirşinaslığı dünya çıkarına kurban eden nankörlere karşı güçlü sitem var. Bunun dışında bu parçada,  Zazaca da bolca bulunan ama gitgide unutulmaya yüz tutan  bedduaları gündeme getirmeye çalıştım.

‘Ne desem ne desem,

ben sana ne desem 

Ekmek tavşan olsun sen tazı

Gece gündüz kovalayasın sen ekmeği 

Ama hiç yakalayamasın sen o ekmeği,

Sen hep aç kalasın,

hep susuz kalasın 

Ve hiç yakalayamasın sen o ekmeği 

Ne desem ne desem,

bilmem ki ben sana başka ne desem’

İşte böyle bir beddua. Bestelerimde kaybolmakla yüzyüze olan kimi söz ve deyimleri müziğe dönüştürerek onları tekrar dilimize kazandırmayı da hedefliyorum. Sözgelimi Siverek çevresinde ‘Kéber’ kelimesi hemen hemen hiç kullanılmamakta. Oysa çocukluğumuzda büyüklerimiz kapıya ‘Kéber’ derdi. Dolayısıyla bu kelimeyi Rojda’nın okuduğu parçada bilinçli olarak kullandım. ‘Qesba’ kelimesi de öyle. Daha başka sözcükler de hakeza bu şekilde. Müzik çalışmalarının amacını geniş tutmak gerekiyor. Bu en öne alınmalı diye düşünüyorum. Amaç çok geniş çerçeveye konulmalıdır.

Ülkeden, halktan, akrabalardan uzak, imkansızlıklarla dolu bir ortamda Zazaki beste yapmak, zorladı mı? Diaspora için “çorak” denilir. Sizin esin kaynağınız neydi? Bir bestenin oluşumu, sanata dönüşümü sizde nasıl bir süreç izliyor?

Diasporanın sanat ve edebiyatçılar için çorak bir alan olduğu tartışılır bana göre.  Hem doğru hem değil. Doğru, zira böyle olmamış olsa, Mehmet Uzun gibi değerli bir yazarımız, herşeyi göze alarak, İsveç’ten doğup büyüdüğü ecdat topraklarına dönmezdi. Değerli sinema sanatçımız Yılmaz Güney, Ahmet Kaya ve daha niceleri diasporanın elverişsiz ortamına ayak uyduramayarak, yüreklerine yenik düşmezlerdi. Fakat bütün olumsuzluklara rağmen, koşulları tersine çevirmenin  olanakları da hep vardır diye düşünüyorum.

Sanat ve edebiyat çevreleri neyi, nasıl ve niçin yaptıklarını bilirse, diasporanın elverişsiz koşullarından yararlanmanın yolunu da  kesinlikle bulurlar. Bu sahada yaşanan çeşitli zorluklar, biriken özlemler, bir çok edebi çalışmanın kaynağı haline gelebilir. Diaspora geçirilen uykusuz geceler, eşe dosta duyulan sınırsız özlem ve hasret olmamış olsaydı yeni çıkan albümde yer alan Şewé Dergi Né Qediyené’ parçası nasıl besteye dönüşecekti! Ne kadar doğru, ne kadar yanlış  bilemiyorum, fakat bana kalırsa;  diaspora üretmek isteyen sanatçılar için aynı zamanda bağrında çok değerli malzemeler de barındırıyor. Yeter ki bu malzemelere el atmasını bilelim, uğraşlarımızın tarihi önemini bütün yönleriyle kavrayalım. Düşünsenize, son kırk yıl içinde kayda değer bütün yazılı ve sözlü eserler diasporada orta çıktı. Başta Mehmet Uzun olmak üzere, birçok sanatçımız ve edebiyatçımız en iyi eserlerini doğup büyüdükleri topraklardan uzak, diasporada bize kazandırdılar. Demek k diaspora tümden elverişsiz bir alan değildir. Özellikle duyguların serpilmesinde, beslenmesinde ve harekete geçirilmesinde diasporanın olumlu rolü, etkisi vardır. Herşeyi ülke topraklarında yaşamanın avantajına bağlarsak o zaman memlekette yaşayan bütün sanatçılarımızın, edebiyatçılarımızın durmadan eserler üretmesi gerekirdi.

Başka toplumlar diaspora koşullarından istifade etmenin yollarını bulmuşlar. Konumumuzun onlarla aynı olmadığı doğru. Bir defa onların oturmuş bir dilleri var. Buna rağmen başka toplumların sanatçıları en iyi eserlerini doğup büyüdükleri topraklardan uzak yerlerde ortaya çıkarmışlar. Bu konuda verilecek çok sayıda örnek var. Biz de bunu yapabiliriz. Yeter ki işimize sorumluluk duygusuyla yaklaşalım. Mesela Xéro Abbas’ın yeni albümünde seslendirdiği ‘Sewl Tendo Ling Tewna ‘parçasının çok ilginç bir hikayesi var. Bu parça dört kelimelik bir cümle üzerinden orta çıktı. Birgün Hollanda’nın Rotterdam şehrinde ikamet eden Siverekli bir dostumun evine gitmiştim. Sohbet esnasında dostumun eşine, ‘Çocukluğunuzda sizin aile ortamında Zazaca klamlar hiç söyleniyor muydu?’ diye sordum. Arkadaşımın eşi düşündü sonra bana “Zazaca klam söyleyenler vardı, ama ne yazık ki şu an tek kelimesini hatırlamıyorum“ dedi. Kendisini biraz daha konuşmaya zorlayınca, “Sadece birkaç sözünü hatırlıyorum. Büyüklerimizin bize söylediği bir klamda ‘Sevl Tengo Ling Tewena’ diye bir söylem vardı‘ dedi. Bunu hemen aklıma not ettim. Sonraki günlerde bu bir iki kelime üzerinde çalışarak ortaya bir eser çıkardım. İkinci albümde yer alan bu eseri Roterdam’daki aile dostuma borçluyum. Onlar bana kilit sözleri vermemiş olsaydı, bu güzel parçadan ne yazık ki mahrum kalacaktık. Demek istediğim şu ki, üretememenin nedenini diasporaya bağlamak doğru değil. Bunun bir takım olumsuz etkileri olabilir ama, olumsuzlukları tersine çevirmenin yolunu bulmalıyız. Yaptıkları işin ne kadar önemli olduğunu fark eden sanatçılar, yaşadıkları coğrafya neresi olursa olsun, esin kaynağı haline getirebilecekleri birşeyleri mutlaka bulabilirler. Bu, sanatçı için hiçte zor değildir.  Sanatçılar ve edebiyatçılar aslında, ilham kaynağını yüreklerinde taşımalıdır. İhtiyaç duyduğu esin kaynağı onun önemsediği, çalışmanın özünde, önüne koyduğu faaliyetin içinde mevcut olmalıdır. Samimiyet, sadakat ve bağlılık konusunda sıkıntıları olmadığında, sanatçılar bulunduğu her alanda kendileri için bir şekilde bir esin kaynağı bulabilirler.

Doğup büyüdüğüm topraklardan uzak diyarlara savrulmayı, eşe dosta duyduğum özlemi, düşlerim hayallerim benim için birer esin kaynağı. Sanatsal değeri olan bir iki sözcük dilime dolandığında artık onları bırakmam. Sım sıkı yapışırım yakasına. Herşeyi bir tarafa bırakarak, kendimi tümüyle o esere veririm. Bu duygusal yoğunlaşma sırasında işi aceleye getirmem. Ne kadar çalışmam gerekiyorsa o kadar çalışırım. Bunu bir an önce bitireyim, rahat edeyim anlayışıyla hareket etmem. Elimdeki eserin kıvama gelmesi için büyük sabır gösteririm. Bestelerimi oluştururken, üç şeyi iç içe işlerim: Tekst, melodi ve duygu. Bunları birbirinden ayırmam. Bu üç olguyu birarada yoğururum. Böyle olunca, ne tekst melodiye küskün kalır ne duygunun eserle bir uyuşmazlığı söz konusu olur. Her üç oluşum uyum içinde kalarak, esere nitelik kazandırır. Önce besteyi kaleme alsam, sonra melodiyi uyarlasam eser aynı tadı vermez. Tekst birine, melodi bir başkasına ait olduğunda, ister istemez duygu alanında bazı sorunlar, bazı kopuluklar yaşanıyor. Tekst ve melodinin aynı duygu kaynağından çıkmış olması çok önemli. Şimdiye kadar seslendirilen eserlerimin ilgi görmesinin temelinde bu önemli yöntem rol oynamış olabilir, diye düşünüyorum.

Şarkılarınızdaki söz dizilimini incelediğimizde çok zengin bir dil yapısıyla karşılaşıyoruz. Nesneyi, durumu çeşitli sözcüklerle anlatıyorsunuz. Bu durum Zazaca’nın zenginliğini mi gösteriyor. Zazaca edebiyat, sanat dili için uygun bir dil mi? Ne dersiniz?

Zazacanın zenginliği tartışma götürmez, son derece zengin bir dil. Bu yüzden bestelerimde aynı anlama gelen sözcükleri değişik kelimelerle ifade ediyorum. Bunu bilinçlice yapıyorum. Örneğin Sasa’nın seslendirdiği ‘Xum Xumé toré vana’ eserinde bir yerde hem ‘Diyardé bani‘ diyorum ve hem de ‘Serdé bani ‘ diyorum. Her iki deyim ‘damın üstü’ anlamına geliyor. Benzer şeyleri başka eserlerimde de yapıyorum. Herkesin bildiği şeylerle yetinmeyi doğru bulmuyorum. Bilinmeyenleri gün yüzüne çıkarmak gerekir. Bu konuda şanslı sayılırım. Dilimin üç lehçesini de kullanıyorum. Bu benim için büyük bir avantaj. Yaşamın bana sağladığı bu özel durum bana büyük imkanlar sağlıyor. Dilimin Kurmanci lehçesini on yaşımdan sonra öğrendim.  Soranice’yi daha sonraları öğrendim. Çalışmalarımda dilimin bu üç lehçesinin bana sağladığı avantajlardan yararlanmaya çalışıyorum.

Gerekli ilgi ve hassasiyet gösterildiğinde Zazaca’nın önemli bir noktaya gelmemesi için geçerli bir neden göremiyorum. Şu anki haliyle bile Zazaca roman yazmanın mümkün olduğuna inanıyorum. İlk başlarda bazı sorunlar, sıkıntılar yaşanabilinir, zamanla bunların aşılacağı inancındayım.  Tabi bu arada Zazaca çalışmalar yürüten akademisyenlerimize, sanatçılarımıza ve kurumlarımıza önemli görevler düşüyor. Zazaca ürün vermeleri için duyarlı çevreler cesaretlendirilmeli, özendirilmelidir. Dilin önemini kavrayan kurumlarımız çok özel projeler üzerinde kafa yormalıdır. Bu iş günü kurtarmanın basit uğraşlarıyla bir yere varmaz. Şunu da hemen belirteyim ki, bu konuda sorumluluğun büyüğü önemli oranda anne ve babaların omzundadır. Çocuklarıyla mutlaka Zazaca konuşmalıdırlar. Bunu annelerimizden emdiğimiz sütün hakkı olarak görmeliler. Madem birileri bu dili yok etmek için elinden geleni yapıyor, o zaman sen de canını dişine takarak, bu dilin geleceği için bir şeyler yapmalısın. Televizyon programlarında dilimiz elden gidiyor diye ağlamanın kimseye bir faydası yok. Bu dilin yaşaması için, sen günlük yaşamında çocuklarınla bu dili konuşuyor musun?  Konuşmuyorsun. Sen bana öncelikle bunun cevabını ver. Sen bunu  yapmıyorsan, o zaman söylediklerinin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur nazarımda.

Kürt siyasetinin önemli simalarından ve 12 Eylül- Diyarbakır Cezaevi'nde işkence ile katledilen Şehit Necmettin Büyükkaya ile hem kuzen hem arkadaşsınız. Anlatımlarınızda üzerinizde belirleyici etkisinden söz ediyorsunuz. Ona yakılmış ağıtlar, besteleriniz var. Necmettin Büyükkaya ve arkadaşlığınızı biraz anlatır mısınız?

Necmettin Büyükkaya’nın üzerimdeki etkilerine dair birçok yerde detaylı ifadelerim var. Onun yanı başında dört yıl boyunca dünyayı tanımaya çalıştım. Neyin ne olması gerektiğini o öğretti bana. Onun bu tarzı, bana özgüven kazandırdı. Engin anlayışı ve becerisi sayesinde dünyaya farklı açılardan bakmanın mümkün olabileceğini öğrendim. Yine onunla farklı siyasi çevrelerden gelen birbirinden değerli birikimli insanlarla tanışma imkanı buldum. Zap ötesiyle onun sayesinde tanıştım. Bütün sanat ve edebiyat çalışmalarımın merkezinde onun gibi bir insana karşı olan vefa borcumu yerine getirmenin gayreti ve çabası vardır. Böyle olduğu için Necmettin Büyükkaya’ya olan saygı, sevgimi ve bağlılığımı şiirlerime, yazılarıma, bestelerime yansıtıyorum.

Onun için kaleme aldığım destansı bir şiirim vardır. Yıllar önce kaleme almıştım. On sayfadan oluşan bir şiir yazdım. Her beş kitabımda da şu veya bu şekilde Necmettin Büyükkaya’yı mutlaka gündeme getirdim. Günlük yazılarımda onun kişiliğine dair bir iki söz etmeden edemem. Bir Yanım Süleymaniye Bir yanım Halepçe kitabımın merkezinde Necmettin Abi vardır. O kitapta Necmettin Abinin bilinmeyen yönlerine değindim. Bu hassasiyetimi müzik alanında hissettirmeye çalışıyorum. Son albüm çalışmamızda Mikail Aslan’ın seslendirdiği ‘Mado Bişiyayé Ka Koya’ ezgisi  Necmettin Abi'den geriye kalan bir anıya dayanıyor. O, uzak diyarlara uzanan yorucu yolcukluklarda bana gelecek güzel günlerden bahsetmişti. O günlere dair bana verdiği bazı sözleri vardı. Necmettin Büyükka'yı cellatların elinde kaybettiğimizde, bütün hayallerim tuz buz olmuştu. Mikail Aslan’ın okuduğu bu parça o döneme olan özlemlerin müziğe dökülmüş halidir. Beser Şahin’ın seslendirdiği ‘Zimistano Vew Varena’ da bu dünyaya da oğlundan başka kimsesi olmayan bir annenin yürek acısına işaret ediyorum. Elia yengem, Necmettin Abi'den sonra, yaklaşık yirmi yıl yaşadı. Yaşadığı her gün onun için bir asır kadar uzundu. Bir daha dönmeyeceğini bildiği halde bir gözü hep kapıdaydı. Onun sevdiği yemekleri ve renkleri tümden yasakladı kendine. İşte onun duygularından ve yaşadıklarından hareketle bu parçayı sanata kazandırdım.  Necmettin abi’nin ismini kullanmadım. Çünkü istedim ki; çocuklarını kaybeden tüm anneler kendilerini ve çocuklarını bu eserde görsünler.

Şiir ve bestenin yanı sıra hikaye ve roman yazarlığınız da var. Yazdığınız kitaplarda Siverek yöresinin tarihsel, kültürel ve sosyal hayatını konu ediniyorsunuz.  Bunları Türkçe yazdınız. Ancak yazıyı tasarlarken Türkçe mi, Zazaca mı tasarlıyorsunuz? Bu iki dil arası geçişte zorlanıyor musunuz?

Kitaplarımda ağırlıklı olarak Siverek yöresinin sosyal ve kültürel yapısını ele aldığım doğrudur. ‘Bir yanım Süleymaniye Bir yanım Halebçe ‘ kitabımı bu alanın dışında tutmak gerekir. Dört yüz sayfayı bulan bu kitap çalışmasıyla Güney Kürdistan Bölgesi’nin geçmişine ve geleceğine ışık tutmaya çalıştım. Bu çalışma sırasında sadece geçmişe takılı kalmadım, görüp yaşadıklarım ışığında geleceğe dair kaygılarımı da dile getirdim. Çalışmayı önemli kılan bazı hususlar vardır. Yazarken, kimseye yaranma gayretine düşmedim. Yine husumet beslemeden, objektif bir yerde durmak istedim.  Kitap, beklentilerimin de çok üstünde bir ilgi gördü.  Geçen yıl Soranice'ye çevrildi.  Basılması için çabalarımız sürüyor. Güney’de raflardaki yerini almasını bekliyoruz.

Kürtçe veya Zazaca yazma konusunda kendime güvenemedim, bü yüzden kitaplarımı Türkçe yazdım. Ancak, ana dilimle düşündüğümü fakat Türkçe yazdığımı düşünüyorum. Bunu doğrulayan bir örnek vereyim. İki yıl önce ‘Çıkçıkomun İpi Koptu’ kitabım çıktığında Türk bir dostum bu kitabı alıp evine götürdü. Bir hafta sonra bana gelen bu dost ‘Kadir Arkadaş biliyor musun, geçenlerde çok ilginç bir durumla karşılaştım‘ dedi. ' Nedir?' dediğimde, ‘Geçen gün Türk Dili konusunda uzman, üniversitede öğretim görevlisi Hollandalı bir dostum evime kahve içmeye geldi. Masada duran kitabını eline alarak inceledi. Sonra bana döndü, “Bu kitabın yazarı Türk mü?“ diye sordu. Ona “Hayır, bu kitabın yazarı Türk değil, Kürt’tür’ dediğimde, ‘Tahmin ettim’dedi. “Nasıl anladınız?“ diye sorunca, ‘Bu arkadaş bu kitabı yazarken, farklı bir dil ile düşünmüş‘ dedi. Hollandalı dil bilimci bunu uzaktan görebiliyorsa, demek ki öyledir. Ana dili dışında başka bir dilde kitap yazmak zorunda kalmak, kolay değildir. Aklının bir köşesinde hep, 'Neden ana dilimle kitap yazmıyorum?“ sorusu vardır. Bu vicdani hasaplaşma insanı hep geriye çekiyor. Yazarak, bu duygudan kurtulabileceğime hep inanıyorum,

 İlk şiirlerinizi, Zazaki yazarken Kürtçe yazım şeklini ve düzenini bilmeden ama dile karşı büyük bir sorumluluk taşıyarak, yazdınız.  Şimdi Zazaca dilinin tanınan şair ve bestecisisiniz. Ana dilde yeni yazmak isteyenler için neler söylemek istersiniz?

Zazaca yazım konusunda ‘deneyim sahibi, uzmanlaşmış biriyim' diyemem. Yazım işi, ciddi bir uğraş. İğneyle kuyu kazmaya benzer. Bir dili kusursuz konuşuyor olabilirsiniz, ama yazım tekniğini öğrenmek yıllarınızı alır. Zazaca'nın yazım dilini öğrenmek ve kendimi bir yerlere taşımak için uğraşlarıma devam ediyorum. Beste çalışmalarına biraz daha hız vereceğim. Önümüzdeki dönemlerde ciddi projeleri gündeme taşıyacağımıza inanıyorum. ‘Vengé Roy ‘Projelerini sürdürmeye devam edeceğiz. Zazaca için bir şeyler yapmak isteyen arkadaşlara şunu söylemek isterim; Bu işi yapacak olanlar biziz. Dilimize, kültürümüze dört ele sarılması gerekenler bizleriz. Bütün gücümüzle bu ağır sorumluluğu üstlenmemiz gerekiyor. Elimizi taşın altına koymadığımız sürece, bizim başkalarından bir beklentimiz olmamalıdır. Zazaca’nın hak ettiği noktaya gelmesi için Zazaca bilen arkadaşaların harekete geçmesi gerekiyor. Sosyal ve kültürel kurumlarımız yapılan çalışmaların takıpçisi olmalıdır.

Zazaki dilinin unutulmayla yüz yüze bırakılması konusunda devletin ilgili siyasetinin yanı sıra, Kürt siyasi parti ve çevrelerinin, aynı zamanda Zazaca dili konuşan aydınların, sanatçıların ve edebiyatçıların bu konuda sorumluluk taşımamalarının etkileri konusunda neler söylersiniz? Bu konudaki mesajınız nedir?

Zazacanın yüz yüze bulunduğu sıkıntılar karşısında, devletin ilgili siyasetini biliyoruz. Onlar açısından Zazacanın bitme noktasına gelmesi veya gelmemesi pek önemli değil. Hatta yok olmaya doğru giden bu gidişat devletin işine gelir. Bizim asıl beklentimiz bizim insanımızdadır.  Sosyal ve kültürel çalışmaları önüne görev olarak koyan sayısız kurumumuz var. Bu kurumların uzun vadede yapabileceği yığınca iş var. Sanatçıların, edebiyatçıların ve aydınların dilimizin gelişimi karşısında gösterecekleri duyarlılığın önemi çok büyük. Zazacanın sosyal yaşam içinde kullanılması çok önemli. Film projeleri, tiyatro ve opera gösterimleri gündeme getirilmeli. Bunlardan hiç birisi yapılmıyorsa en azından aydınlarımız kendi evinde çocuklarıyla anadiliyle konuşmalıdırlar.  Bu konuda samimi davranmak herkesten önce aydınlarımızın görevi olmalı.  Yerine getirilmesi zor olmayan bu sıradan işler yerine getirilmeyecekse o zaman asimilasyondan, dilimizin yok olmaya doğru gittiğinden söz etmenin ne anlamı var? Yapılacak iş, yerine getirilmesi zorunlu olan  sorumluluk orta yerde duruyor. Dilimize sahip çıkmak…

Kadir Büyükkaya Kimdir?

Yazar, şair, besteci Kadir Büyükkaya 1960 yılında Siverek, Aşşağı Karahan köyünde doğdu. 1980 başlarında siyasi mülteci olarak Hollanda’ya yerleşti. Evli ve beş çocuk babası olan Kadir Büyükkaya’nın Türkiye ve Avrupa'da yayın yapan online sitelerde ve yerel gazetelerde öykü ve makaleleri yayınlandı. 2015 Nisan ayında “Geceden Sabaha “adlı ilk şiir kitabı yayınlandı. Anadili Zazaca ile beste çalışmaları yürütmekte ve Zazaca Müziğinin usta ismi Mikail Aslan tarafından seslendirilen Vengê Royi 1 (Fırat'ın Sesi) adlı albüm çalışması Nisan 2015 başlarında piyasaya çıktı. Albümde yer alan bütün besteler ve müzikler Kadir Büyükkaya’ya aittir. Söz ve müziği kendisine ait olan ikinci albüm çalışması Mayis 2020’de piyasaya çıktı. “Bir yanım Süleymaniye bir yanım Halepçe“, “Amcam Mustafa ve Yeğenim İbrahim“ isimli kitapları 2017 yılının Kasım ayında İstanbul’da yayımlandı. Beşinci kitabı “Çıkçıkomun İpi Koptu “Eylül 2018’de yayımlandı. Biri Şiir, diğeri anlatım iki kitabı 2020 Sonbaharın da piyasaya çıkacak.

Basnews

 

SÖYLEŞİ Haberleri

Mustafa Aydoğan: Kürt nüfus çoğalıyor, Kürtçe konuşanlar azalıyor
30 yıl sonra tahliye olan Rojbin Perişan: Vazgeçmediğin sürece umut vardır
İstanbul Sözleşmesi, İngiltere’de yürürlüğe girdi
Mücahit Bilici: 'Kürt demokrasisinin de Kürt askeriyesine 'haddini bil' diyebilmesi lâzımdır'
Kürt korkusu Kürtlerle ilgili hak taleplerini güvenlik meselesine indirgiyor