Hüsamettin Turan
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu vilayetlerinde uyguladığı demografik mühendislik politikaları, yalnızca 1915 Ermeni, Asur, Rum ve Pontus Tehciri ile sınırlı kalmamış, 1916’da Kürtlere yönelik zorunlu iskân uygulamalarıyla genişlemiştir. Bu tarihsel sürecin bilimsel alanda ilk defa ele alınışı, Fuat Dündar (2008) ve Pervin Erbil’in (2010) çalışmalarıyla başlamış; Celal Temel (2014) ve Osman Aydın’ın araştırmalarıyla daha kapsamlı bir biçimde gündeme taşınmıştır.
1916’da Rus ordularının Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerini işgali üzerine Osmanlı yönetimi, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin homojen ulus-devlet ideolojisi doğrultusunda, yaklaşık bir milyon Kürt’ü Batı Anadolu vilayetlerine sürgüne göndermiştir.
İskân-ı Aşâir ve Muhâcirin Müdüriyeti (İAMM) ve daha sonra Aşâir Muhâcirin Umumiyyesi (AMMU) aracılığıyla yürütülen bu süreçte nüfusun gönderildiği bölgelerde yüzde 5’i aşmaması gözetilmiş; aşiret liderlerinden ve geleneksel örgütlenmelerden kopartılarak dağınık biçimde iskân edilmeleri sağlanmıştır.
Bu uygulama, yalnızca zorunlu göç değil, aynı zamanda Kürtlerin asimilasyonu ve Türkleştirilmesi amacı taşıyan bir mühendislik faaliyetiydi. Sürecin insani bilançosu ağır olmuş, yollarda 500–600 bin civarında insan açlık, susuzluk ve soğuktan hayatını kaybetmiştir (Dündar, 2008; Temel, 2014).
Bu trajedi, dönemin Kürt basınında yankı bulmuştur. Özellikle İstanbul’da yayımlanan Jîn gazetesi, Kürtlerin yaşadığı kitlesel sürgünü insani ve toplumsal boyutlarıyla gözler önüne sermiştir. Hizanizade Kemal Fevzi’nin 1919 yılında Jîn’de yayımlanan yazılarında, Kürtlerin yaşadığı dram çarpıcı ifadelerle aktarılmıştır:
“Mermer sütunlu saraylarında binlerce küheylanlarını, ormanlarında nazlı ceylanlarını, tarlalarında ordular besleyen harmanlarını... düşman elinde bırakarak, başı açık, yalınayak, çırılçıplak, yollara düşen hanedanların, Diyarbekir surları önünde açlıktan nasıl feci bir sefalet içinde öldüklerini tarih hiç kuşkusuz ki yürekleri parçalayan bir ağıtla yazacaktır.”
Başka bir yazısında ise Fevzi şu sahneleri betimlemiştir:
“Bosfor’un beyaz yalılarında sakiler kadeh sunarken, Kafkas’ın karlı ve buzlu eteklerinde memeleri üstünde yavrusu uyuklayan anneler, anne kucağında meme emen yavrular açlıktan yokluğa yollanıyorlardı. Tipiler, fırtınalar koynunda serilen sahipsiz, öksüz çocuklar... solgun bakışlarla öbür dünyaya süzülüp gidiyorlardı.”
Aynı Kemal Fevzi, 10 Mart 1919’da yayımlanan başka bir makalesinde Kürdistan gerçeğinin inkarını şu sözlerle eleştirmiştir:
“Dört asırdan beri Osmanlı Devleti’nin sağlam bir dayanağı olan ve hâlâ ‘Doğu illeri, Doğu dolayları, Doğu Anadolu, Sınır boyları ve hatta Ermenistan’ gibi türlü türlü garip adlarla anılıp da, gerçek adının söylenmesi âdeta günah olan çaresiz Kürdistan’ın nasipsiz evlatlarına reva görülen bunca unutulmaz acı ve yoksullukları, velev binde bir oranında olsun tamir etmek, acaba hayalinizden geçecek midir? Onlar ki bütün varlıklarını bu devlet uğruna harcadılar. Yokluklarında, yoksulluklarında bu devletin varından, varlığından zerre kadar fayda ve merhamet görmediler.”
Bu eleştiriler, yalnızca tehcirin insani boyutunu değil, aynı zamanda Osmanlı idaresi altında Kürtlerin tarihsel inkâr ve mağduriyetini de yansıtmaktadır.
Aradan on yıllar geçmesine rağmen, Kemal Fevzi’nin dile getirdiği sorunlar farklı biçimlerde tekrar etmiştir. 1949 yılında açılan ve siyasi tarihe 49’lar Davası olarak geçen yargılamalarda, tutuklanan Kürt aydınları; 1965’te kurulan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) davası sanıklarından Sait Elçi ve Şakir Epözdemir’in 1969 Antalya’daki savunmalarında ilk kez Kürt sorunu ifadesi açıkça kullanılmıştır.
En kapsamlı siyasi savunmalardan biri ise 1970–71 yıllarında DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) sanıklarının askeri mahkemede yaptıkları savunmalarda dile getirilmiştir. Bu savunmalarda Kürt milleti, Kürt dili, tarihi, örf ve adetleri; ayrıca Kürdistan denilen bir ülkenin Lozan Antlaşması’yla parçalanıp bölünmesi açıkça gündeme getirilmiştir.
1970’lerin sonlarından itibaren seçim dönemlerinde Türkiye’deki siyasi parti liderleri, Kürtlerin varlığını ve onların sorunlarını Kürt sorunu kavramıyla tanımlamış, çözüm vaat etmiş; fakat iktidara geldiklerinde çözüm yerine çözümsüzlüğü bir siyaset tarzı hâline getirmişlerdir. Yüzyıllık direnişler, faili meçhul cinayetler, gençlerin toprağa düşmesi, işkenceler ve sürgünler sonucunda Kürt meselesi nihayet modern dönemde uluslararası düzeyde de Kürt milleti’nin ve Kürdistan’ın varlığı üzerinden kabul edilmiştir.
Bu tarihsel süreklilik, 1916 Kürt Tehciri ile 20. yüzyıl boyunca yaşanan baskı ve inkâr politikaları arasında doğrudan bir bağ kurmaktadır.
Kürtler, Osmanlı döneminde Halifelik ve Müslümanlığı korumak adına; İttihat ve Terakki ve Cumhuriyet döneminde ise bin yıllık kardeşlik söylemi uğruna fedakârlık yapmış; ancak karşılığında sürekli inkâr, tehcir ve asimilasyonla yüz-yüze kalmıştır.
Bugün gelinen noktada, Kürt milletinin Kemal Fevzi’nin 1919’da belirttiği gibi “bütün varlıklarını bu devlet uğruna harcayan” bir halk olmaktan çıkıp, kendi özgür yaşamı uğruna adım atmasının tarihsel bir zorunluluk olduğu açıktır.
Kaynaklar
Dündar, Fuat. Modern Türkiye’nin Şifresi: İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913–1918). İstanbul: İletişim Yayınları, 2008.
Erbil, Pervin. Kürtler ve Ulus-Devlet. İstanbul: Avesta Yayınları, 2010.
Temel, Celal. 1916 Kürt Tehciri. İstanbul: Peri Yayınları, 2014.
Aydın, Osman. Değişmeyen Politika, Sürgün, İskan, Kıyım
Jîn Gazetesi, İstanbul, 1919 (çeşitli sayılar).