Medeniyet iflası: Sophie’nin seçimi

Medeniyet iflası: Sophie’nin seçimi

Yeni “tıp etiği ilkeleri”yle hekimlere tanınan, ölüme terk edilecek olanı seçme yetkisi, devletin şiddet tekelinin başka türlü bir özelleştirilmesi

A+A-

 

ÜMİT KIVANÇ-T24

Britanya Tıp Birliği’nin genelgesiyle varolan medeniyetimiz, Çin’in kurduğu kesintisiz izleme-kaydetme mekanizmasıyla birey haysiyeti ve insan hakları kavramlarımız, Macaristan’ın katakullici faşistinin açıkça diktatörlüğünü ilan etmesiyle de yaygın siyasî rejim idealimiz uçurumdan aşağı atılmış bulunuyor. Paramparça olur, kullanılmaz hale gelirler ya da fena hasar görür ama götürüp toplattırılabilir halde kalırlar; burasını kestiremiyoruz. Aşağı doğru düşmekte oldukları, yolda birileri ağ gerip tutmazsa, kayalardan dışarı uzanmış karikatür dallarına takılıp kurtulmazlarsa, artık başka bir dünyada yaşadığımızı düşünmeye şimdiden başlayabiliriz. Salgın sonrasını beklemeye gerek kalmayacak.

“Sürü bağışıklığı” denen hunharca politikayla, nüfusun yaşlı ve zayıf kesimini gözden çıkararak bir taşla iki kuş vurmayı uman şuursuz, cahil, şımarık herif katliam yolundan döndürüldüğünden beri, yaklaşan felaketin boyutlarını az buçuk kestirebilen Britanyalı doktorlar mütemadiyen aynı şeye dikkat çekiyorlardı: Solunum aygıtları yetmeyecek. Peşine şu soruyu ekleyerek: “Kaçınılmaz sona yaklaşmış yaşlı hastadan cihazı alıp yaşama şansı daha fazla olan genç hastaya takmakla suç işlemiş olacak mıyız?” Bunu pek çok defa yapmak zorunda kalacaklarını biliyorlardı. Çünkü başka ülkelerde başka hekimler bunu pek çok defa yapmak zorunda kalmıştı, kalmaktaydı.

Britanya Tıp Birliği durduk yerde “yaşlıları bırakın, gençlere bakın” duyurusu yapmadı yani. Koşullara bakınca, “tıp etik ilkeleri”nde değişiklik yaparak hekimlerin “can alıcı” sorusuna kalıcı, güvenilir cevap vermeleri gerekti. Tıp Birliği’nin genelgesi, iki “hayatî” sorunu önümüze getiriyor.

Bunlardan ilki, kimin öleceğine karar verme yetkisinin ilk defa bu şekilde genişlemesi; öbürüyse, tartışmaya doğrudan doğruya “sistem”i katmayı gerektiren, yeterli solunum cihazının hiçbir ülkede neden bulunmadığı sorusu.

 

Şiddet tekeline kalıcı istisna?!

 

Kimi hekimlerin zaman zaman hastanın artık kurtarılamayacak olduğuna karar vermeleri dünya tarihinde ilk defa görülmeyecek, şüphesiz. Ancak bu defaki durum, istisnaî durumda, tedavi yollarının bütünüyle tüketilmiş olduğunun tesbit edilmesiyle ortaya çıkan bir kaçınılmaz sonuç değil. Yeterli solunum cihazı olsa, destekleme ve tedaviye devam edilebilse kurtarılıp kurtarılamayacağı belirsiz insanları peşinen ölüme göndermek, şimdi sözkonusu olan. Ve burada neredeyse tek ölçüt, kurtarılacak olanın gözden çıkarılacak olana göre genç oluşu.

Burada açık ki, devletin şiddet tekelini icra etmeye yetkili organları dışında birilerinin ölüm kararları vermesi gibi bir durumla karşı karşıya kalacağız. Denebilir ki, savaşlarda da böyle olabiliyor, -olabiliyordu, en azından- olağanüstü durum geçince ölüme karar verme hakkı yine sadece hukukla bağlı şiddet tekeli organlarına özgü kılınır, kalıcı sonuç doğmaz. Elbette küresel salgın aylarında yalnız beş ülkede sekiz vakada böyle kararlar verilirse, başka şartlar aynı kalmak kaydıyla, bundan kalıcı sonuç doğmayabilir. Ancak bunun bütün dünyada, her gün, sayısı tutulamayacak kadar çok vakada gerçekleşmesi, böylece olağanlaşması şüphesiz geleceğe uzantısı kolayca silinip gidecek bir hadise olmayacaktır.

 

Peki, neden yok onlar?

 

İkinci mesele, yani, “Neden devletlerin yurttaşlarını kurtaracak kadar solunum cihazları yok?” sorusuysa, “Neden devletlerin, üzerlerinde yurttaşların hiçbir söz hakkının bulunmadığı bu kadar çok silahı, araç gereci, özel teknolojisi var?” sorusunun öbür yüzü. İkisi aynı soru. “Devletin parası” kavramı büyük kandırmaca. Yurttaşlardan toplanana devletin denmesi, bu parayı yönetme işinin yurttaşlarca anbean, etkili tarzda denetlenemeyişi, bütün rejimlerin, düzenlerin ortak özelliği. Demokratik rejimlerde biraz daha denetlenebiliyor, keyfî yönetimler varsa yanına hiç yanaşılamıyor. Oysa bahsettiğimiz, doğrudan yurttaşların parası, zenginliği.

Bu zenginliğin toplum hayatına katkısının nasıl, ne şekilde olacağını belirlemeye ve bu belirleme işinin hangi yollarla, nasıl görüleceğine, kabaca, sistem tercihi, rejim tercihi falan diyoruz. Değişik sistemler, değişik rejimlerle birlikte varolabiliyor, ekonomik kölelik düzeni bireye ve hattâ topluluklara daha fazla özgürlük sağlayabilirken, ekonomide adaletli olmaya çalışan yönetimler çok daha ceberrut ve diktatörce davranabiliyor. Çin gibi, iki ana sistem tercihinden en kötü yanları alıp birleştirerek özgün rejimler kuranlar varolduğu gibi, üsttekilerle alttakilerin ücret eşitsizliğini görece azaltabilen gelişmiş kapitalist ülkeler var. Karışımları şunun için hatırlatıyorum: Serbest piyasa uydurmacasına dayalı kapitalizm zemini üzerinde sağlık ve eğitim hizmetlerinin ille de paralı olması şart değil. Zaten 1980’lere kadar şart diyen de pek yoktu.

 

Özelleştirme, ekonomiyi aşan dönüşümdü

 

Neoliberal taarruz döneminden itibaren dizginlerinden ve emekçilerce devrilme tehlikesinden kurtulan egemen sınıflar, yüzyılların toplumsal mücadeleleriyle ulaşılmış uzlaşma mekanizmalarının toplu ifadesi “sosyal devlet”i ortadan kaldırmaya koyuldular. İnsanlık için büyük ikilem, ama ancak bazı gelişmiş kapitalist ülkelerde bunu bütünüyle başaramadılar. Adalet kavramının yerleşmediği, göstermelik bir hukukun devletin kendini dayatma ve savunma aracı olarak kullanıldığı, insan hakları kavramını asla sindirememiş, bizimki gibi ülkelerde, önü arkası düşünülmeksizin, yağma-talan mantığıyla yürütülen özelleştirmelerle pek çok toplumsal faaliyet alanı, yurttaşların talep ve denetim menzilinden çıkarıldı. Yurttaş gözünde devletin meşruiyetini, dolayısıyla hükmetmek için elzem rızayı temin etmek bakımından o vakte kadar kaçınılmaz görülmüş pek çok faaliyet alanı toplumun elinden alınıp özel girişimcilere, şirketlere pay edildi. Bugün devlete, “Çocuğuma zamanın şartlarına uygun, kaliteli eğitimi bedelsiz vermek zorundasınız!” diyen veliye -iyi ihtimalle- çatlak gözüyle bakılıyor.

Sağlık sistemi konusunda vaziyet daha korkunç. Herkes şöyle iki dakika arkasına yaslanıp sükûnetle düşünse: Ne demektir “özel hastane”? “Özel sağlık kuruluşu” ne demek? Kısaca şu: Bir ülkede yaşayan yurttaşlardan parası olanların birtakım hizmetlerden yararlanması, dargelirlilerin en iyi ihtimalle ikinci sınıf sağlık hizmetine mahkûm edilmesi. Bugün bu o kadar “doğal” karşılanıyor ki, bendeniz bu satırlarımı okuyanın beni aptalın teki diye damgalayacağından endişe ediyorum.

 

Hakkımızda hükümler verenler

 

Oysa bizden zorla -devlet, zor demek- topladıkları paralarla altlarına kıçtan ısıtmalı makam arabaları çekebilen, hepimizin kullandığı alanları kapatıp bizi oralara sokmayabilen, girmeye kalkarsak bizi tartaklattıran, söyleyebileceklerimize söyleyemeyeceklerimize karışan, işlerine gelmeyeni söylediğimizde, kafalarına uymayanı yaptığımızda bize zulmeden, hattâ bazen hiçbir şey yapmasak da sırf tatmin duygusu uğruna bize eziyet edebilen, hiç kullanılmayacak füze sistemlerine dünyanın parasını yatırabilen, iktidarlarını ve ayrıcalıklarını sürdürme uğruna, gerçekleri doğru dürüst öğrenme ve tartma şansı olsa toplum çoğunluğunun asla razı gelmeyeceği savaşlara, maceralara bizi sürükleyen, eğitimdi, sağlıktı denince “mermi kaç para biliyon mu?” diye bizi azarlayan birtakım insanlar, biz onları orada tuttuğumuz için hakkımızdaki kararları verebiliyorlar, para ödemeyenin okuyamayacağını, çok para ödeyebilenin başka türlü yetiştirilebileceğini, zenginlerin başka türlü hastanelerde tedaviler görebileceklerini, fakirlerin kaderlerine terk edilmesinin olsa olsa sadaka yoluyla kısmen geciktirilebileceğini, ötesini zaten hak etmediklerini hükme bağlayabiliyorlar.

Bu cümleden olmak üzere, sağlık sistemi dendiğinde, üzerinden para kazanılacak hastane inşaatı ihaleleri ya da kimbilir hangi tıp araç-gereci ithalatçılarının çıkarına yasalar, hangi ilaç şirketlerinin menfaatine kararnameler, son yirmi-otuz yılın insanlığa armağanı olarak da, kapısından toplumun yalnız yüzde on-on beşinin girebildiği özel hastaneler, laboratuvarlar, görüntüleme merkezleri vs. anlaşılıyor.

 

Şiddet tekelinin özelleştirilmesi

 

Salgın günlerimize, olağanüstü halimize dönecek olursak: Yeni “tıp etiği ilkeleri”yle hekimlere tanınan, ölüme terk edilecek olanı seçme yetkisi, devletin şiddet tekelinin başka türlü bir özelleştirilmesi. 1980 sonrasının, topluma karşı sorumluluğu olmayan dizginsiz neoliberal kapitalist dünya görüşü, yalnız güçlü zayıfı ezer kuralına göre işleyen bir ekonomik model ve çarpık “birey özgürlüğü” anlayışına dayalı atomize toplum yaşamı şekillendirmenin ötesine geçiyor. Devlete yaşam hakkına dair yeni yetki sunuyor; üstelik sorumluluğu toplum içinden birilerinin omuzlarına yükleyerek.

Tekrar vurgulayayım: Bu, kaçınılmaz bir durumda hekimin artık tedaviye devam edilmesinin hiçbir yararının olmayacağına karar vermesinden çok farklı bir durum. Çünkü bizzat ölüme terk edilecek hastanın vaziyetiyle ilgili değil, verilecek karar. Eldeki malzemenin bir başkasının kurtarılmasına hasredilmesi yüzünden terk edilecek, ölüme terk edilecek olan.

Bu “seçme/eleme yetkisi”nin, medeniyetimiz bakımından taşıdığı derin anlam bir yana, hekimlerin bu yetkiyi kullanmakla yüzyüze kaldıklarında, özgürce karar verebilsinler diye rahat bırakılmayabileceklerini düşünmemiz için bin türlü sebep var. Ve bizimki gibi rejimlerde, tehdide zorlamaya boyun eğmeyecek dürüst hekimi oradan alıp, buyruklara uymaya baştan hevesli, mevki için muktedire muhtaç birilerini yerine geçirmek beş dakikalık iş. Hayat kurtarıcı cihazın kime takılacağı her zaman “yaşama şansı daha fazla olan” ölçütüne göre belirlenmeyebilir.

 

Bir daha: temeldeki arıza

 

Şimdi temeldeki arızayı yeniden konu etmenin tam sırası. Yeryüzündeki istisnasız bütün devletler, bütün yurttaşlarına yetecek kadar solunum cihazına, isteseler, çok kısa sürede sahip olabilirlerdi. Yoksul Afrika devletleri dahil. Onların da kanını emen zorba liderleri, özel uçakla gezen ayrıcalıklı sınıfları var. 164 milyonluk Bangladeş’te 5.206 hastane var, 610’u devletin, 4.596’sı özel. Toplam hasta yatağı sayısı 127 bin; 49 bini devlet hastanelerinde, 78 bini özelde. Yoğun bakım ünitesine sahip hastane sayısı 100. Yaklaşık 80’i başkent Dakka’da. Devlet hastanelerindeki yoğun bakım yatağı sayısı 223. Bu verileri aldığım kaynağa göre, Dakka Tıp Üniversitesi Hastanesi’nde (3. basamak hastane), yatak sayısı 2.400, her gün yaklaşık dört bin hastaya bakılıyor, yoğun bakıma her gün yaklaşık on-on iki hasta getiriliyor, ancak ikisi veya üçü orada gözlem altına alınabiliyor veya tedavi görebiliyor. Her ay, 500-600 arası hastanın yoğun bakıma yatırılması gerekiyor, bunlardan 80-90’ına bu servislerde anca yer bulunabiliyor. Yoğun bakım ünitelerinin yaklaşık %78’i özel hastanelerde. Bunlarda günlük yatak bedeli, 192 dolarla 1.282 dolar arasında değişiyor. Bangladeş’te kişi başına yıllık millî gelir 1.500 dolar civarında.

Devletlerin hekimleri bir tür “gözden çıkarma mecburiyeti” altına sokarak onların sırtına büyük manevî yük yükledikleri gerçeği, belki de en az sistem meseleleri kadar üzerinde durulması gereken mevzu. Bunu önümüzdeki günlerde çok konuşmamız gerekebilir. Ancak ezcümle musibetin nereden başladığını asla gözden kaçırmamalıyız. Bu acımasız seçme zorunluluğunu doğuran, egemen sınıfların çıkarlarına göre kurulmuş düzenle, devletleri yönetenlerin toplumları değil kendilerini dünyanın merkezine koyarak yaptıkları tercihlerdir.

Çin’in birey haysiyeti ve insan haklarını devlet-toplum ilişkisinde kurucu unsurlar olmaktan çıkaran gözetleme-kaydetme uygulamaları ve Macaristan’ın otokrat müsveddesinin Avrupa’nın ortayerinde diktatörlük kurmaya girişmesinin anlamı ve sonuçları üzerine de konuşacağız.

(Sophie’nin Seçimi/Sophie’s Choice, müthiş hikâyesi ve Meryl Streep’in muazzam oyunuyla seyredeni mahveden bir Alan Pakula filmidir. İzlemediyseniz şiddetle tavsiye ederim.)

 

 

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.