Hamit Bozarslan: Dünya nizamı Kürtlere büyük bir sempati duymakta

Hamit Bozarslan: Dünya nizamı Kürtlere büyük bir sempati duymakta

Siyaset bilimci Prof. Dr. Hamit Bozarslan’a göre son dönemde yaşananlar bütün dünyanın Kürtlere sempati duymasına yol açtı. Jinda Zekioğlu’nun röportajı

A+A-

Jinda Zekioğlu*

Türkiye’nin dış siyasette; sınır ötesi operasyonu sonrası Rusya görüşmeleriyle savaş alanını terk etmeyişi, içeride ise Kürt siyaseti üzerindeki baskıyı daha da sertleştirmesi gündeminin her santimetrekaresini ‘Kürt meselesine’ ayırması ve bunu kendinin, dolayısıyla da ‘milletinin’ bekası ile özdeşleştirmesi tipik bir sömürge devlet anlayışının hakimiyeti resmini çıkarıyor karşımıza.

Türkiye’nin kolonyal iç güdülerini konuştuğumuz Siyaset bilimci Prof. Dr. Hamit Bozarslan’a göre; iç kolonyalizm Kürtlüğün, -özellikle Kemalizm döneminde- ‘Türklüğün’ oluşmasını mümkün kılan demografik bir hammadde olduğunu dile getiriyor.

Bozarslan, Almanya’da yenilen nasyonal sosyalizmin, Türkiye’de iktidarda olduğunu da belirtiyor ve ekliyor; “Türklük dünyaya hükmetmek gibi tarihsel bir misyona sahip, ancak “şehit kanı”yla sulanan toprağın “vatanlaşabildiğini” düşünen, şiddetli bir hakimiyet ve imparatorluk nostaljisi yaşayan yönetici kadroları var.”

Bütün dünyanın Kürtlere sempati duyduğunun altını çizen Bozarslan, Kürtlerin kendi gelecek tahayyüllerine sahip olmaları gerektiğini söylüyor.

 

Bozarslan: Kürdistan ise, neredeyse ontolojik olarak sürekli “bıçak sırtında” bir konumda yer almakta

Türkiye Cumhuriyeti sisteminin Kürdistan’a yönelik ‘kolonyalist tahakküm araçları’ nelerdir?

Sanıyorum hem klasik kolonyalizm hem de “iç kolonyalizm” hipotezlerinin ötesine geçmek gerekli. Bir Alman kolonisi olan Namibya haricinde klasik kolonyalizm, kolonize halkların imhasını değil, kolonyal iktidar ve nüfustan ayrı tutularak boyunduruk altına alınmasını öngörmekte; iç kolonyalizm ise, özellikle asimilasyona ağırlık vermekte. Türkiye’de yoğun bir asimilasyon politikasının takip edildiği, Kürtlüğün, özellikle Kemalizm döneminde “Türklüğün” oluşmasını mümkün kılan demografik bir hammadde olarak değerlendirildiği kesin. Bununla birlikte İttihat ve Terakki’den bu yana milliyetçi Türk elitlerinin temel doktrinin toplumları neredeyse birbirlerine düşman biyolojik türler olarak değerlendiren, “tür” ve “mekân” arasında yaşamsal bir ilişki kuran Sosyal-Darwinizm olduğunu unutmamak gerekli. Kürdistan bağlamında bunu en iyi dile getiren, Fırat’ın Doğu’sunun Türkleştirilmesinin zorunluluğunu ifade eden Renda raporları. Renda aynı zamanda Fırat’ın Batı’sında ise Kürtleştirme riskinin bertaraf edilmesini sağlayacak bir stratejinin izlenmesini de önermekte. Bu temayı aynı zamanda Cemal Gürsel’in Mehmet Şerif Fırat’ın kitabına yazdığı önsözde de görmekteyiz. Bugün Suriye’deki yayılmacı siyasetin temelinde de bu Sosyal Darwinizm yatmakta.

Bu sistemin bir arka planı var elbette. Bu meşruiyeti sağlamasının kökenlerini neye bağlıyorsunuz? 

Bu sistemin arka planında bir yandan ideolojik faktörler, diğer yandan da imparatorluğun çöküş süreci var. Önemli bir kısmı Balkan kökenli olan Türk elitlerinin Batılılaşması Aydınlanma yoluyla değil Batı’daki Anti-Aydınlanma akımı, radikal milliyetçilik ve Sosyal Darwinizm yoluyla gerçekleşti. AKP’nin devamını oluşturduğu 1960’ların ve 1970’lerin radikal Osmanlıcı-İslamcı akım, MHP’nin, Ergenekonculuğun ve değişik varyantlarıyla ulusalcılığın devamını oluşturduğu İttihatçılık ve post-Kemalizm bu ideolojik mirasın ürünleri. Diğer yandan da 1920’lerin Kürt siyasetini belirleyenler, 1900-1910’larda Makedonya’da aktif olan ve 1915’te soykırımı gerçekleştirmiş olan kadrolar. Devletin “aklı”nı, “hikmet-i hükümet”ini oluşturanlar, Balkanlar’dan Kürdistan’a bir toplumsal/demografik mühendislik transferini gerçekleştirenler de bu kadrolar.

Kolonyalizm Kürdistan’ın dört parçasında da kök saldı. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Bu kadar rahat sömürge olmanın sebebini nedir? Bu konuda dört parça da birbirinin aynısı diyebilir miyiz? Güney/Kuzey/Doğu ve Batı Kürdistan’ı, tüm parçalarıyla benzer bir sömürge psikolojindedir denilebilir mi?

Burada tarihsel koşullar önemli bir rol oynamakta. Kürdistan, coğrafi koşulları nedeniyle denizden uzak imparatorluklar-arası bir tampon bölge oluşturmakta. Bu parçalanmışlık her dört bölgede de Kürdistani bir bilincin oluşmasını mümkün kılmakta, ama aynı zamanda da bir birliğin oluşturulmasını engellemekte. Dört parça arasında ortak noktalar var ama hem rejimlerin niteliği hem de Kürt hareketinin gelişmesiyle ilgili önemli tarihsel farklılıklar da bulunmakta. Örneğin; İttihatçı-Kemalist ve günümüzde Erdoğanist Türk milliyetçiliği Fars milliyetçiliğinden çok daha radikal bir niteliğe sahip bulunmakta.

Ortadoğu koşullarında Rojava’nın gösterdiği dirayet bir mucize gibi. Peki sonrası için nasıl bir yol haritası çizilmesi gerekir sizce. Ayakta kalma, kaderine boyun eğmeme şansı nedir?

Rojava’nın geleceği demokrasilerin anti-demokrasilere karşı direnişi sayesinde mümkün olabilirdi. Ama 1920’lerin ve 1930’ların demokrasileri gibi 2010’ların-2020’lerin demokrasileri de kinik olabiliyor ve anti-demokrasiler önünde diz çökebiliyor. Önümüzdeki günler ne tür gelişmelere tanık olacak bilmiyoruz, ama şu anda yaşanan Münih’in bir tekrarı, demokrasilerin ileride utançla hatırlayacağı bir sayfa. Buna karşı Rojava’nın önündeki seçeneklerin ne olduğunu şu anda kestirebilmek mümkün değil.

‘TÜRKİYE’DE NASYONAL-SOSYALİZM İKTİDARDA’

Avustralya’da geçmişte Aborjinlere yönelik asimilasyon politikaları üzerine hazırlanan ulusal bir raporda, bu sorun ‘Aborjin sorunu’ olarak değil de ‘Milli Utanç’ olarak tanımlanıyor. Bu tür bir tanım ne denli mümkün sizce Türkiye’de? Siyasetçilerden buna benzer bir tanımı dile getirmesini bekleyebilir miyiz sizce?

Bu Almanya için de geçerli. Holokost Alman “milli kimliği”nin bir bileşeni. Başka bir tabirle, Alman tarihini Holokost’a indirgeyebilmek mümkün değil, ama aynı zamanda Holokost’u ele almadan da okuyabilmek mümkün değil. Türkiye’yi kuranların 1915 soykırımını gerçekleştiren, bundan gurur duyan kadrolar olduğunu unutmamak gerekli. Türkiye’nin bugünkü yöneticileri ise, Türklüğün dünyaya hükmetmek gibi tarihsel bir misyona sahip olduğunu, ancak “şehit kanı”yla sulanan toprağın “vatanlaşabildiğini” düşünen, şiddetli bir hakimiyet ve imparatorluk nostaljisi yaşayan kadrolar. Almanya’da nasyonal-sosyalizm yenildi; Türkiye’de ise iktidarda.

Siyah Bilinç Hareketi’nin de kurucusu Steve Biko, Siyah Bilinci kitabında, ‘siyah gururu’ndan bahseder. Bu gurur ile ancak kolonyalizme karşı mücadele edebileceklerini öngörür. Bu cesaret verici gurur; siyah olma gururu, Kürt, Ermeni, Rum, gay, kadın olma gururu… Bu bilinci görüyor musunuz? Yoksa tam tersi, ‘kendini sevememek’ten mi geçiyor baskılanmanın yolu?

Burada söz konusu olan aslında sadece ‘gurur’ değil ama Hannah Arendt’in de dile getirdiği gibi ‘kendini inkâr etmeme’ olgusu. Kozmopolit bir Alman Yahudi’si olan Arendt, 1943’te, size hangi sıfatla saldırılıyorsa, kendinizi ancak o sıfatla savunabilirsiniz diyordu. Bu gururun ötesinde, baskının nedeni olan kimliğin, direnişin temeline dönüştürülmesi. 2015’ten bu yana bütün baskı ve katliamlara rağmen Kürt toplumunun ayakta olması, HDP’nin her şeye rağmen %10’dan fazla oy alması, Kürt kültürel sahasının son derece canlı ve yaratıcı olması, pasif ya da aktif direnişin Kürdistan’da oldukça yoğun olduğunu göstermekte.

Bir sömürge ülkenin demokratik olması, hukukla çerçevesi çizilmiş olsa dahi sömürge uluslar için ne anlama gelir? Fransa, İngiltere demokratik sözde ama ne kadar demokratik gerçekte? Birçok zaman bu ülkelerde sosyalistler, sosyal demokratlar iktidar olmasına rağmen kolonyal külahlarıyla sömürgeciliğe devam ettiler. Bunca örnek varken, demokrasi ezilen veya sömürülen ulusların dertlerini çözmeye tek başına yeterli midir?

Hannah Arendt haklı olarak totalitarizmin kökenlerini kolonyalizme dayandırmakta. Kolonyalizm, demokrasinin kendisine hıyaneti olarak değerlendirilebilir. Aynı zamanda kolonyalizm, “metropol”de demokrasinin kendisini de tehdit eden bir sistem: 1848 Fransız Devrimi ve 1936-1939 İspanyol Cumhuriyeti’nin yok edilmesini sağlayan kuvvet, kolonilerden getirilen kuvvetler. Birinci Dünya Savaşı kolonyal savaş prensibinin çok daha radikalleştirilerek Avrupa’da hayata geçirilmesi olarak okunabilir. Fransız filozofu Pierre Hassner’in de belirttiği gibi “barbar” olarak değerlendirilen bir sahada verilen “barbar savaş”, son tahlilde “medeni” olarak algılanan sahaya da sıçrıyor. Bu nedenle de Cizre, Sur ve Afrin, yarın İstanbul’da, İzmir’de ya da Ankara’da da kamusal mekanların yok edilebileceği anlamına geliyor.

‘DÜNYADA KÜRTLERE BÜYÜK BİR SEMPATİ DUYULMAKTA’

 

Tıpkı anti-semitizm gibi Anti-Kürt bir dünya nizamı ile karşı karşıyayız. Bunun iç ve dış dinamikleri nelerdir?

Ben öyle düşünmüyorum açıkçası. Dünya nizamı “anti-Kürt” değil, tam aksine Kürtlere büyük bir sempati duyulmakta. Söz konusu olan, yukarıda da belirtildiği gibi demokrasinin kalleş olabilmesi, kendi prensiplerine ihanet edebilmesi, anti-demokrasiler önünde diz çökebilmesi.

Kürt halkına ve Kürdistan’a yönelik ‘sömürge’ tespitinin yerinde ve yeterince yapılmamasından ötürü ‘statü’ gündemi, bağımsızlık, otonom hep askıda kaldı. Bu anti-kolonyal ve sonrasında post-kolonyal literatüre Afrikalı, Hindistanlı aydınların ciddi katkıları var. Peki Kürt aydınları Kürt siyasetçileri ne katkı sağladı?

Burada, bağımsızlığa ulaşan ülkelerin aydınlarının 1980’lerden sonra geliştirdikleri katkılardan bahsediyorsunuz. Kürdistan ise, neredeyse ontolojik olarak sürekli “bıçak sırtında” bir konumda yer almakta. Eleştirel Kürt araştırmaları son on yıldır oldukça canlı, ama şu anda Kürdistan ya da Darfur gibi mekanları anlamayı mümkün kılabilecek yeni teoriler üretebilmeleri zor.

 

‘KENDİ GELECEKLERİNİ KÜRTLER TAHAYYÜL ETMELİ’

Yerel yönetim hakkı, otonom, bölgesel yönetim, bağımsızlık… Sizce Kürdistan’ın 4 parçası için ayrı ayrı, merkez devletleri ile hangi talepler konuşulmalı? 

Bence şu anda en önemli olan olgu ya da pratik, Kürtlerin bir grup olarak var olduklarının, kendi tarih okuyuşlarına ve gelecek tahayyüllerine, Arendt’in tabiriyle “hak alma hakkı”na sahip olduklarının dile getirilmesi. Özerklik, bölgesel yönetim, bağımsızlık… bütün bunlar, “hak sahibi olma hakkı” ile ilgili.

Son olarak, Kürt meselesini şöyle bir oturup uzun uzadıya kiminle konuşmak isterdiniz? Ve ona sorunuz ne olurdu?

Kürt coğrafyası oldukça çoğul bir coğrafya. Hem ortak bir tarihe sahip hem de değişik şecerelerden beslenmekte. Aynı zamanda eski militanlardan, siyasi liderlerden, entelektüel simalardan oluşan son derece zengin bir profil göstermekte. Bu çoğulluğun korunması önemli. O nedenle de bu geniş yelpazede herkesle görüşmek, bunları farklılaştıran ya da birleştiren değişik platformları aynı anda düşünmek önemli.

*Bu röportaj ilk olarak Gazete Duvar’da yayınlanmıştır

 

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.