Kamil Sümbül

Kamil Sümbül

yazar
Yazarın Tüm Yazıları >

COĞRAFYA KADER Mİ-2

A+A-


Geçen yazıma İbni Haldun’dan bir alıntıyla nokta koymuştum: ‘’Coğrafya kaderdir” demişti bu ünlü İslam tarihçisi. Her halk ve ulus yaşadığı coğrafyada serpilip geliştiğinden yaşadığı o topraklar elbette ki kaderi olmuştur. Bu kader her ne hikmetse Kürtlerin yaşadığı coğrafyada öyle kötü yazılmış ki yüzyıllardır rahat yüzü görmediğimiz gibi kendi toplumsal ve coğrafyamızda iç dinamizmimizle gelişme şansını bir türlü yakalayamadık.

Tarih boyunca büyük güçlerin çatışmaları kendi topraklarımızda oldu. Saldırılara uğrayıp parçalandık, özgürce ulusal gelişmemizi tamamlayamadık. Saldırılar sonucu, yağma ve talana sık sık uğrayınca ciddi bir ekonomik birikim de sağlayamadık. Kaderimiz olan bu Kürdistan/Mezopotamya topraklarında yalnız biz saldırıya uğramadık, birlikte yaşadığımız Ermeni, Asuri/Süryani/Keldani halkları da aynı saldırılara maruz kaldılar. Coğrafyamıza egemen olmak için savaşan üç bölgesel güç; Türk, Fars ve Araplar Kürtlerin Müslüman olmasını kurnazlıkla ümmet adına kullanınca, ulusal dinamizm din adına körelmeyle karşı karşıya kaldı. İslam adına bu ulusların hizmetine zorlandık, yani İslam’ın yetimi ya da üvey evladı olduk. Birlikte yaşadığımız farklı inançtan olan Êzidi, Alevi, Yaresani, Kakeyi Kürtleriyle Ermeni, Asuri/Süryani/Keldaniler katliamlar, sürgünler yüzünden binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan yok olmayla karşı karşıya kaldılar.

1. Dünya savaşı öncesi Kürdistan ve tüm Mezopotamya’ya hâkim olan Osmanlı, savaşın sonunda yenilince dağılmayla baş başa kalmıştı. Doğan boşluktan yararlanmak için Kürtlerin eline çok iyi bir fırsat geçmişti. Maalesef, iç dinamiklerimize yapılan dış müdahalelerden, feodal aşiretçi geleneğimiz sonucu tam anlamıyla ulusal gelişmeyi sağlayamamıştık. Ayrıca en büyük handikapımız halkımızın büyük bir bölümü; ümmet anlayışını ulusal çıkarlarımızın önünde görmekteydi. Yüzyıl önce sayıları az da olsa ulus olma bilincini yakalamış Kürtler, bağımsız olmak için verdiği mücadele istenilen desteğe kavuşamayınca yenildiler. Çoğu idam veya sürgün olmayla karşı karşıya kaldı.

80 yıl sonra yaşadığımız coğrafyaya hâkim olan işgalci güçler, hem kendi aralarında hem de büyük güçlerle yeniden çatışmaya başladılar. Yüz yıl önce kaçırdığımız özgürlüğümüzü yeniden kazanma şansını yakaladık. Hafızamızı son 40 yıl geriye götürdüğümüzde: Coğrafyamızda çok büyük olayların ve değişimlerin olduğunu görüyoruz. 1980’lerin başında Şah’ın yerine gelen Humeyni, ilk yıllarda çöken İran devletini toparlamaya çalışırken Rojhelat Kürtleri Mehabat sonrası yeniden silaha sarılıp neredeyse Doğu Kürdistan’ın büyük bölümüne egemen olmuşlardı. Aynı yıllarda Türkiye’de faşist askeri darbe gelişen Kürt muhalefetini ezmeye çalıştı. İran-Irak savaşı Humeyni’nin iktidarını güçlendirmeye yaramış, iki ateş arasında kalan Kürt bölgeleri tahribatlara uğramıştı. Saddam’ın Güney Kürdistan’da yaptığı sekiz yıl süren Enfal ve Halepçe’ye atılan kimyasal bombalar hala tazeliğini koruyor.

Coğrafyamız kaynamakta, 1900’lerin başında Batılı büyük güçlerin çizdiği sınırlar ve oluşturdukları anti-Kürt nizam parçalanma riski ile karşı karşıya kaldı. Saddam İran zaferinden güç alarak Kuveyt’i işgal etti. Dünya devleri İran’a karşı savaşta Saddam’a her türlü yardımı yaparken şimdide onu Kuveyt’ten çıkardığı dönem Güney Kürtlerin eline bir fırsat geçmiş oldu. Zaten yüzyıldır Güney’de silahlar susmamıştı. Güneyli güçler birliktelik sonucu neredeyse Güney Kürdistan’ın bütün şehirlerini kurtarmışlardı. Kendi oluşturdukları anti-Kürt nizamın bozulmasını istemeyen Batılı güçler, Saddam Kürtlere saldırmaya başlayınca  önce kılını kıpırdatmadılar. Yüzbinlerce Kürt Kuzey ve Doğu Kürdistan’a geçmek için dağ başlarına kaçtıklarında binlercesi yaşamını yitirmişti. Tüm dünya Kürtlerin uğradığı felaketi görünce oluşan kamuoyu baskısı Batılı büyük güçleri zorlayınca 36. Paralelden yukarısı Saddam’a kapatılması sonucu Kürtler topraklarına dönebildi. Yüzyıldır ilk kez ellerine geçen bu fırsatı değerlendirmeye başlayıp kendi yönetimlerini kurunca, dünyadaki anti-Kürt nizamı bir darbe almış oldu. Türk, İran ve Arap devletleri yıllarca ezip sömürgeleştirdikleri Kürtlerin küçük bir parçasında bile özgürleşmeleri onları endişelendirdi.

Güneydeki bu tarihi fırsatı hızla bağımsızlığa dönüştürecek bir ulusal iradeyi Güneyli iki büyük grup gösteremediler. Ulusal çıkarları ön planda tutacağına kendi örgüt, aile ve aşiret çıkarları ön plana çıktı. Çevresindeki işgalci devletlerin sinsi politikaları sonucu birbirine düşürüldüler. Yüzyıldır bir süredir dünyada geçerli olan anti-Kürt nizamında büyük bir delik açılmışken, dünya demokratları ve kamuoyu ise Kürtlerin birbiri ile savaşmaları karşısında bir hayal kırıklığı yaşadılar. Zaten coğrafyamızın fiili işgalci devletleri dünyaya; Kürtler bir ulus değil, devlet kuramazlar ve birbirlerini yerler, bırakın yine biz yönetelim dayatmalarını sürdürüyorlar.

Ulusal bağımsızlığa en yakın parça olan Güneyin statüsü hâlâ yerli yerine oturmamıştır. Kerkük faciası hâlâ hafızalarda canlılığını korumaktadır. Bu coğrafya her nedense eski Kitabı Mukaddes’te ‘’kendi evladını yiyen topraklar’’ olarak geçen ifade tam da biz Kürtlere uymaktadır. Kendi kardeşine düşmanlık yapıp düşmanıyla işbirliği yapmayı normal gören yapılar, basiretsiz liderler (Mesut Barzani’yi bu belirlememin dışında tutmaktayım) dünyada sanırım az görülen ve kendi coğrafyamızın kötü bir kaderdir. Batılı koalisyon güçleri bölgeyi terk ettiklerinde başlarına gelecek felaketi acaba düşünüyorlar mı?

Son on yılda Ortadoğu’daki Arap dünyası totaliter yönetimlere karşı kendiliğinden de olsa büyük ayaklanmalara sahne oldu. Dünyanın gözü bu Arap Baharı hareketlerin üzerindeydi. Totaliter yönetimleri acaba devirip demokratik bir dönüşüm olabilir mi diye tüm dünya dikkatle izlemekteydiler. Kendiliğinden ve tepki sonucu başlayan halk ayaklanmaları güçlü bir demokratik yapıya ve geleneğe dayanmadığından bir süre sonra sönüp boşluğu radikal İslamcı hareketler doldurdu. Demokratik hak ve özgürlüklerden bihaber olan, devlet olarak ta kurumsallaşmış bir yapı olmayınca, gelenler daha totaliter ve gaddar olduklarını gösterdiler.

Arap baharının en kanlısı Suriye’de oldu ve hâlâ devam etmektedir. Suriye rejimi kendini korumak için Batı Kürdistan’ı terk ederken Kürtler bu parçada da bir fırsatı yakaladılar. Tekçilik anlayışı olunca Batı Kürdistan’da da tam bir ulusal birlik sağlanamadı. Şu noktayı çok iyi bilmeliyiz: Her dört parçada Kürtler özgürlüğü için savaşırken dünyadaki büyük güçlerin durumunu, bölgedeki devletlerle çelişkilerini iyi hesap etmeliyiz. Batı hiç bir ulusa hele fazla getirisi olmayan ulusa karakaşı karagözü için yardım etmez. Muhakkak stratejik bir hedefi arar. Türkiye ve İran’a baktığımızda Batılı emperyal güçler; stratejik olarak büyük topraklara ve askeri güce sahip bir ortak yerine lokal düzeyde olanı tercih etmez. Batılı büyük güçler bölgedeki güçlerle çelişki yaşadığında Kürtler bu çelişkiyi iyi değerlendirip stratejik bir düzeyde kendini kabul ettirmelidir. Bunun için de ulusal birlik, güçlü bir askeri örgütlenme, uluslararası ve bölgedeki dengeleri iyi takip eden bir politika gereklidir. Şu an batılı büyük güçlerle bölgedeki güçler arasında stratejik bir çelişme durumu mevcut. Kürtler ulusal birliği sağlayıp ortak orduya sahip olunca, bölge işgalci devletleri yerine bu büyük güçlerle kurulacak ittifaklar ancak bizleri özgürlüğe götürür, maalesef.

İran, Irak ve Suriye’deki bu karışık durum biz Kürtlere iyi bir fırsat vermektedir. Bu fırsatı değerlendirmek; Batı kamuoyu ve demokratik kuruluşların desteğini kazanmak ve onların bölgede en güvenilir dostu olduğunu göstermek, ulusal bir birlikten ve tek ses olmaktan geçer. Gerek güneydeki güçler ve gerekse Batı Kürdistan’daki Kürt güçleri son dönem iyi bir yola girdiklerinin işaretlerini göstermekteler. Umarım yine çevremizdeki işgalci güçlerin kurnaz hilelerine kanmayıp kendi ulusal gücümüze güveniriz.

Batı Kürdistan’ın başına gelen durumu iyi değerlendirmeliyiz: Kendi aralarındaki birliği bırak sağlamayı her ağızlarını açtığında hain, filanın uşağı sözlerini bir yıl öncesine kadar kullanmaktaydılar. Bir fırsat bekleyen Türk devleti bu durumu iyi değerlendirip önce Rusları ikna ederek Afrin’i, sonra da USA’yı ikna ederek 130 km uzunluğundaki Batı Kürdistan’ın bu  bölgesini işgal etti. Yarım milyondan fazla Kürt evini, toprağını terk etti. Büyük güçler yerelde güçlü bir ulusal birlik ve politik hedefleri net olan grup görmediğinde onları çok çabuk satar. İran’ın nükleer silahlara sahip olması bölge ve dünyamız için tehlikeli olduğunu Batılı büyük güçler iyi bilmektedirler. İran gibi haydutların yönettiği bir rejim eğer atom silahına sahip olursa eline fırsat geçince bu silahı çok rahat kullanabilirler. Kendi yolcu uçağını düşman uçağından ayırt edemeyen her türlü felaketi yapabilir. Umarım bu silaha sahip olmaları engellenir, bu da Rojhelat Kürtleri için bir fırsat olabilir.

Kürtlerin özgürlüğü hangi parçada olursan olsun; ne büyük emperyal güçler ne de bölgemizdeki işgalci güçlerden birine yaslanarak gelmez. Uluslararası kamuoyu hayal kırıklığına uğramalarına rağmen Kürtleri hâlâ mağdur olarak görmektedirler ve açıktan yardımı sürdürmekteler. Bunun devamlılığı güçlü bir ulusal birlikten, güçlü bir ordudan ve hedefleri beli doğru bir politik çizgi izlemekten geçmektedir.

Eğer bu kez de Ortadoğu’daki bu çelişkileri iyi hesaplayamazsak, bu fırsatı kaçırırsak bir daha elimize böyle bir durum geçer mi, veya ulus olarak varlığımız kalır mı? Bu soruyu kendimize sormalıyız. Eğer bugün USA İran’a saldıramıyorsa, İran halkları içinde, özellikle Kürtlerde dayana bileceği ciddi bir muhalefet görmediği içindir. Aynı durum Suriye için de geçerlidir. USA’nın Afganistan’dan ders çıkardığı bellidir.

Kürdistan/Mezopotamya toprakları artık kendi evladını yememeli, coğrafyamızda kaderimizi kendimiz yazmalıyız.


 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar