Babam YUSUF İle Birkaç Anım

Babam YUSUF İle Birkaç Anım

Babamla ilgili birkaç anımızı paylaşmak istiyorum. Biliyorum herkes babasını sever ve onu yücel bilir. Bu hakkıdır herkesin. Kim babasını nasıl biliyorsa, biz onun görüşüne saygı gösteririz.

A+A-

Abdürrahim Gümüştekin

Babamı 18 Mayıs 2020 günü yitirdik. Çok üzgünüm. Burada da babam için köyümüzde kurduğumuz taziye yerine gelerek, telefonla arayarak, Sosyal Medyada mesaj yazarak taziye veren bütün akrabalara, köylü ve komşulara, dostlara, arkadaşlara ve yoldaşlara bir kez daha teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.

Babamla ilgili birkaç anımızı paylaşmak istiyorum. Biliyorum herkes babasını sever ve onu yücel bilir. Bu hakkıdır herkesin. Kim babasını nasıl biliyorsa, biz onun görüşüne saygı gösteririz.

Küçükken insan, babasını herkesten güçlü, herkesi dövebileceğini sanabilir. Büyüdükten sonra o psikolojiyi çok az insan aşabiliyor, yaşadığımız toplumun sosyal dokusu böyle. Bunu yargılamak için söylemiyorum. Babamla ilgili bir şeyler anlatırken abartıya kaçmamak, yanlışa düşmemek için dikkat edeceğimi vurgulamak istiyorum.

*Ben daha çocuk sayılacağım dönemlerde babam, günün belli bir saatinde radyosunu alır, bahçeye çıkar bir şeyler dinlerdi. O zamanda dinledikleri arasında “Kabus Ağa” türküsü olduğunu hatırlıyorum, çünkü babam bazen yanında oturmama izin verirdi. Bu türkünün dışında da başka şeyler dinlerdi. Bunlar da Kürtçeydi, ama ben, hiçbir şey anlamazdım. Hatırladığım kadarıyla babam, bu radyoyu dinlerken bir şeylere dikkat ediyordu. Mesela radyonun sesini fazla açmazdı, etrafa arada bir bakardı. O zaman evimiz köyün kenarındaydı, bahçemizin etrafı da çeperliydi. Galiba babamın dinlediği radyo, Erivan’ın Sesi Radyosuydu ve Kürtlerle ilgili haberler de geçiyordu. Geçen haberlerin bir kısmı Mela Mustafa Barzani ile ilgiliydi ve Babam bu haberleri daha dikkatli dinlerdi.

*Liseli yıllarımda devrimci gençlik hareketi içinde yer almıştım. Sıkıntılı bir dönemdi. Hep peşimde koştururdu. Muş’ta bir olay nedeniyle ben ve Aydın adında bir arkadaşım aranır duruma düştük. Ne yapalım, ne yapmayalım diye düşünürken Aydın “Bizim köy yakın, oraya gidelim, köyün tepelerinde saklanırız, bir şey olursa da dağa doğru kayarız, ormanda saklanırız” demişti. Bana da makul gelmişti. Nevalemizi de alıp çıktık tepelere. Galiba ertesi gündü tepelerde gezinip duruyorduk, bir ara bir grup insanın bize doğru geldiğini fark ettik. Kendimize göre tedbirimizi aldık, grubun biraz daha yaklaşmasını bekledik. Gelenleri tanıdık, babam da grubun içindeydi. Görünürde tek mermilik sıkma bir av tüfeğimiz vardı. Bize baktı, güldü. Yanılmıyorsam “Mala bavi firara” diye bizimle biraz alay etmişti. Ve “Avukat Sait Bey ile konuştum, tutuklanacak bir şeyiniz yok, hadi gidelim” demişti. Benle Aydın’ın firarlığı da çok kısa ömürlü oldu böylece.

*Liseli yıllarımda çetrefilli ve gergin bir ortam vardı. Her gün kavga, olay falan filan oluyordu. Arada bir köye gider gelirdim tabii. Bir seferinde annem ile babam, aralarında bir şeyler konuşurken, biraz çekiştiklerini gördüm. Annem, bana bir şeyler söylemek istiyordu, babam da göz kaş hareketleriyle söyleme demek istiyordu. “Oğlum” dedi annem, “babana göre iyi bir şey yapmadığın zaman, mesela senin adın bir olayda geçince “Bak oğlun ne yaptı” diyor bana. Fakat sen, iyi bir şey yaptığın zaman da “İşte, bu benim oğlum” diyor, haberin ola… “Vay babo, sen he” dedim ve hep birlikte güldük, ne güzeldi o günlerimiz…

*12 Eylül 1980 Askeri Darbesi yapıldıktan sonra ben çok sıkıntıya düştüm. Gözaltına alınırdım, babam benim için gelirdi. Yine polis karakolunda gözaltına alınmıştım, Muş’ta bir polis karakolu vardı, nezareti çok küçüktü. Ben nezaretteydim, bir ara yine babamın sesini duydum, bir polis “Sen niye oğluna sahip çıkmıyorsun” diye ona serzenişte bulundu. “Oğlumun neyi var, Jontodan sonra çocuğumu iki de bir gözaltına alıyorsunuz” dedi. Polis, ya babam Jonto derken cunta demek istediğini anlamadı, ya da bir kelimelik bir sözden dolayı onu sıkıyönetime yollamak istemdi. Yoksa bu sözden dolayı kim bilir babamın başına ne gelirdi.

*Cuntadan sonra Muş’ta hiç rahat değildim, polis, beni gördüğü yerde gözaltına alıyordu, yok yere tabii. Öğrenciliğim sırasında devrimci olarak tanınmıştım ya, sağcı polislerin çoğu kinle bakıyordu bana, 1979-1980 lise mezunuydum, 12 Eylül 1980 cuntası döneminde o polislerin çoğu hala Muş’ta görevleri devam ediyordu, artık beni hiç rahat bırakmıyorlardı. Hatta benden hıncını alanları bile oldu. Köyüme gittiğimde köyümün bağlı olduğu Mercimek Kale Nahiyesi Jandarma Karakol Komutanı Ramazan Başçavuş, bana kafayı takmıştı, o beni rahat bırakmıyordu. Hatta bir sefer benim için köye gelen jandarmalar Abdurrahman amcamı ben sanarak gözaltına almışlardı. Bu durumu benden yaşça büyük olan samimi arkadaşım Abdülbari ile görüştüm, beni bir süreliğine kendi köyüne yolladı. Babası Hacı Şükrü dede, hayat tecrübesi çok yüksekti, bir filozof gibiydi, hoş muhabbet biriydi. Kalabalık bir aileydi. Evde ben yaşlarında arkadaşımın kardeşi Cahit adında bekâr biri de vardı. Onunla birlikte onların ev işlerini de yapardık. Hoş bir zaman geçirmeye başladım. Ne var ki bu keyfim uzun sürmedi. Bir sabah Cahit ile öküzleri boyunduruğa koşup ormana kışlık odun getirmeye gidecektik ki, ansızın baskın yapmaya gelen müfrezeyi fark ettik, ikimizde kaçtık müfrezeden kurtulduk… Başka köylüler de müfrezeden kaçmışlardı. Ben yaşlarında bir gençle dağda karşılaştım, onunla uzak bir kom evinde geceyi geçirdik. Ertesi gün öğleden sonra yine misafir kaldığım eve geldim, ama artık gece evde kalamıyorduk müfreze korkusundan. Hacı Şükrü dedenin torunu, benim samimi arkadaşım Suphi ile ormandaki kom evlerinde geceliyorduk… Artık sonbaharın son ayıydı, o bölge yeterince de soğuktu. Bir gün öğleden sonra köye geldiğimizde misafir olarak kaldığım evde babamı gördüm, yine imdadıma koşmuştu. Babamla kafa kafaya verip düşündük. Artık o köyden ayrılmam gerektiği konusunda hemfikir olduk. Trenle batıya gitmek aklıma takılmıştı, ama babam, bunu uygun görmüyordu. Muş’a dönmemde karar kıldık. Babam ile Hacı Şükrü dede o gece bol bol sohbet ettiler.

Muş’a döndük, babam köye gitti, ben Muş’ta kaldım…

*Çok sürmeden yine Muş’ta gözaltına alındım. Otel Zengökte gözaltına alınırken benimle aynı odada geceleyen tanıdık bir İlkokul öğretmeni de vardı. Beni gözaltına alan Komiser sarhoştu, ağzı pis pis kokuyordu. Yanımdaki öğretmene çok ağır hakaretler yaptı, fakat onu gözaltına almadı, bir beni alıp otelden çıktılar. Öğretmen arkadaş, sabah olur olmaz Savcılığa gidip komiseri şikâyet etmişti, “bana ağır hakaret etti” diye. Beni de şahit yazmıştı. Savcı komiseri ifadeye çağırmıştı… Bir ara polisler nezarete gelip bana olayı anlattılar “Komiserin üstüne ifade verirsen …” diye tehdit ettiler. Komiser ortalıkta görünmedi. Beni savcılığa çıkardı Polis. Savcı, bana neden çağrıldığımı anlattı, sonra olayla ilgili benden ifade aldı. Olayın nasıl geliştiğini, olay esnasında ne olduğunu detaylı bir biçimde anlattım. Komiserin sarhoş olduğunu, ağzının pis koktuğunu, çok kendinde olmadığını, öğretmene yaptığı küfürü harfiyen anlattım. Benimle ilgili iddialara ilişkin de ifade verdikten sonra polis, beni karakola geri getirip nezarete attı. Karakolda tanıdığım birkaç Polis (Pol-Bir’li oldukları söyleniyordu), nezaretin kapısına gelerek; “Pis Kürtçü akşam seninle görüşürüz” dediler. Akşam kötü bir işkence göreceğimi düşünmeye başladım.

Sonra babam, bana dışardan yemek getirdi. Yemeğimi vermemezlik etmediler. Babam “Oğlum savcılığa çıktı, Avukatı “bir şeyi yok, bırakmaları lazım” dedi, verin oğlumu götüreyim” demişti. Görevli komiser “Savcılıktan bir talimat almadık” diye cevap vermiş. Babam karakoldan çıkarken Polisin biri, “Sen oğlunu unut” demiş babama. Babam da; “Deveden büyük fil var” demiş ona ve karakoldan çıkıp gitmişti.

Gece oldu, ben, gelip bana işkence etmeleri beklentisine girdim. Aralık ayı, soğuk, nezaret buz gibiydi. Gecenin ilerleyen saatlerinde polis sesi kısıldı. Beklentiden uykum gelmiyordu, gelseydi de yatacak değildim ya. Sabaha doğru tanıdığım iki polis (Pol-Derli oldukları söyleniyordu), donmak üzereyken beni sobalı odaya götürdüler. Yeterince ısındım. Tekrar beni nezarete attılar.

Meğer Savcı, serbest bırakılmam talimatını vermesine rağmen polis, benimle ilgili araştırma yaptıklarını gerekçe göstererek beni bekletiyorlarmış. Hatırladığım kadarıyla beni Varto’da yaşanan bazı olaylarla ilişkilendirmek istemişlerdi, ama bir şey uyduramamışlardı. Davamı Avukat Sait Sever takip ediyordu.

Fazla uzatmayayım, yanılmıyorsam bir hafta gibi bir süre sonunda beni serbest bıraktılar.

Olayın iç yüzü de şuydu: Otel Zengök’ün sahibi rahmetli Sabri Sakık, Komiserin oteline saygısızca girmesini, otelinde ağırladığı kendi köyünün öğretmenine edepsizce hakaret etmesini sindirmemişti. Öğretmenin davacı olmasını, benim şahit olarak gösterilmemi o istemiş ve benim serbest bırakılmam için de Avukat Sait Bey ile birlikte ellerinden geleni yapmışlardı. Sabri amcanın oğlu Sırrı Sakık (arkadaştık) serbest bırakılmam için bana kefil olmuştu, o olayda.

*Artık Muşta kalma şartlarım yoktu. Çıktım Muştan. Tabii firara düştüm, aranıyordum. 1981 yılı baharın ve 1982 yılı Agustos ayına kadar belli aralıklarla babamı Mercimek Kale Jandarma Karakolu’ndan iki jandarma gelip önüne katıp, normal yoldan değil, köy köy dolaştırıp karakola öyle götürüyorlarmış. Karakolda bir süre tutulduktan sonra serbest bırakılıyordu. Bir seferin de Karakol Başçavuşu Ramazan “Oğlun nerede, gidip onu alıp getireceksin, yoksa sana hep işkence edeceğim” demiş. “Nerede olduğunu bilmiyorum, devlet değilim, kolum uzun değil, sen devletsin kolun uzun git al getir” diye cevap vermiş babam. O sırada Başçavuş, babama ansızın bir tekme vuruyor ve babamın kaburgası kırılıyor. Hiç baş eğmedi, oğlum şurada burada demedi. Benim için gördüğü işkence benim gördüğüm işkencelerden daha çoktu.

*1982’de İstanbul’da gözaltına alınıp tutuklandıktan sonra babam, ziyaretime geldi. İlk ziyaretimizdi. Ziyaret kabinine girdiğinde biraz gergin olduğunu fark ettim, ama ilk sözü “Mırbe lao” oldu. Dik durmamı istiyordu. Çok duygulandım! Kendisini güldürmek için Kürtçe bir şeyler söylemeye çalışırken; asker “Kürtçe konuşma” dedi, askere aldırmadım, babama bir şeyler diyecektim ki; “Hela wi berde” (Hele onu bırak). “Mehkema te çiçax destpidike” (Mahkemen ne zaman başlayacak). “Çıqa waxta me heye?” (Ne kadar zamanımız var?) “Te darda dikin?” (Seni asarlar mı?) Gibi sorular sordu.

Meğer Muş’ta derhal mahkemeye çıkarılacağım, ilk duruşmada idam alacağım ve duruşmadan hemen sonra asılacağım gibi bir hava oluşmuş, cunta dönemiydi ne de olsa… Ben, mahkememin bir yıldan evvel açılamayacağını, davanın en az iki yıl süreceğine, benim hukuki olarak idamlık bir durumum olmadığını, idam vermeleri için kendi hukuklarını çiğnemeleri gerektiğini söyledim. “Bexté romé tüne lao” dedi. Bu söz, bütün Kürtlerin yaşadığı tarihsel bir kuşkudur. Böylece beni de uyarmış oluyordu. Nitekim mahkememin açılma ve davanın sonuçlanma süresi konusunda babam ikna olmuştu, ama idam almayacağım konusunda çok tereddütlüydü. Ben onun kadar tereddütlü değildim, ama sonunda o haklı çıktı. Dava üç yıl gibi bir süre sonunda karara bağlandı ve ben önce idama çarpıldım, sonra hafifletici sebepler denilerek T.C.K’nun 59. Maddesi uygulanarak müebbet hapse çevrildi ve cezam Yargıtay da onaylandı.

*Gel zaman git zaman tam on beş yıl mahpus yattım, müebbet hapis sürem 5 Ağustos 1997 tarihinde bitti, artık tahliye oluyordum. O zaman Bursa Özel Tip Cezaevindeydim. Tahliye olmadan önce babam ziyaretime geldi. Çok heyecanlıydı, ama nedense üstünde bir tedirginlik de var gibiydi.

O dönemde tahliye olanlardan askerlik problemi olmayanları cezaevi kapısında serbest bırakıyorlardı. Askerlik problemi olanları da aynı gün mesai saatleri içinde Cezaevi Dış Güvenliği (Jandarma) tarafından Askerlik Şubesine götürülüp teslim edilirdi. Askerlik şubesinde ona ya kısa bir süre izin verilerek serbest bırakılırdı, ya da askere gönderilirdi. Ben tahliye olmuşum, beni öğleden sonra, neredeyse mesai saati bitmek üzereyken cezaevi infaz bölümüne aldılar, formaliteler bitince de bana “seni polisler gelip alacaklar” denildi. “Şimdiye kadar böyle bir şey yoktu, siz tahliye olanı götürüp Askerlik Şubesine teslim etmekle yükümlüsünüz. Bana yasal olmayan bir şey uyguluyorsunuz, hayırdır” dedim. “Bundan sonra böyle” dediler. Cezaevi müdürüyle görüşmek istiyorum” dedim. “Müdür yok” dediler. “Savcıyla görüşmek istiyorum” dedim. “O da yok” dediler. “Bizim cezaevi temsilcilerimizden biriyle görüştürün” dedim. “Olmaz” dediler. “Bu bir oyundur, çıkmak istemiyorum bu şekilde” dedim. “Senin işlemlerin bitmiş, bizimle bir alakan kalmamış, seni zorla da olsa polislere teslim ederiz” dediler. Ve beni getirip cezaevi kapısında bekleyen polislere teslim ettiler. Polisler, beni kambur fort minibüse alırken, beni cezaevi kapısında

bekleyen akrabalarımı gördüm, onlara el işaretiyle bir şeyler anlattım, anladılar beni ve beni karşılamaya gelen arabalar, bindirildiğim polis arabasını takip ettiler. Beni Orhangazi Organize Sanayi Polis karakoluna getirdiler. Beni karşılamaya gelenlerden yalnızca eniştem Emanet, arabayla polis arabasını karakola kadar takip edebilmişti. O, cepten diğer akrabalarımı aramış, nerede olduğumu söylemiş ve babam, diğer akrabalarım, arkadaşım Şadi, Avukatlar bulunduğum karakola gelmek için yola çıkmışlar...

Meğer bir grup (beş kişi) sivil polis, götürüldüğüm karakolda beni bekliyormuş… Beni avukatların sanıklarla görüşme yaptığı şeffaf odaya aldılar, sorgulamak istediler. “Ben, on beş yıldır cezaevindeyim, cezaevinde bir suç işleyip de o suçtan ceza almış olsaydım onun infazını da yatmadan beni bırakmazlardı. Polis de, beni cezaevi çıkış kapısında aldı, dolayısıyla bana suç işleme şansı da bırakmadı. Artık beni neden, hangi suçtan sorgulayacaksınız ki?” dedim. “Seni sorgulama amacımız yok, öylesine konuşmak istiyoruz” dediler. İşi biraz da şakaya falan döktüler. Espri yaptılar. Sorgulamak için kurnazlık ettiklerini anladım tabii. “Neyse” dedim “ben de benimle ilgili neyi merak ettiğinizi merak ettim, hadi sorun bakalım.” İçlerinde orta yaşlı olanın koltuk altında büyük bir harita metot defteri vardı. Eğer bu defteri koltuk altında indirip oradan bana soru sorarsa durum vahim demek diye düşündüm. Bana o polis, ilk soruyu sordu: “Örgüt kuracak mısın? Kursan illegal örgüt mü, legal örgüt mü kuracaksın?” İlk soruda niyetlerini göstermiş oldular. “İllegal örgüt, yalnızca üyeleri değil, örgütün kendisi sizin koridora düşmekten kurtulamıyor, bu bir. İkincisi legal örgütü de zaten takip edebiliyorsunuz. İçine de cinlerinizi salıyorsunuz. Benden daha ne istiyorsunuz” dedim. Güldüler ve biri; “Zaten kırmızı ışıkta geçenleri bize hemen bildiriyor vatandaş ve biz de…” dedi. Tehdit mahiyetinde bir şey söyledi, cümleyi tam hatırlamıyorum. “İki bin faili meçhul cinayet var. Ben de 2001 olurum” dedim. Gerildiğimi fark ettiler. Yine işi şakaya verip bir iki anlatılmaya değmez soru daha sordular, ben de fasulyeden cevaplar verdim.

O arada baktım benim babam, yanında arkadaşım Şadi, Mehmet Ali amcam ve onun bir Avukat arkadaşı, Tahir amcam ve diğer pek çok akrabam, kapıda bekleyen polisle hem konuşuyorlar, hem de bir şekilde içeri girmeye çalışıyorlar. Çok sürmeden içeri girebildiler. Polisler, beni kabinde bırakıp gittiler. Artık onları hiç görmedim. Tutulduğum Karakol, ertesi gün beni Askerlik Şubesine götürüp teslim etti. Resmi işlemler bitikten sonra serbest bırakıldım.

*Babamla pek çok konuda sohbet ederdik, uzun yıllardan beri. Babam dünden bugüne dilden dile sürüp gelen Kürt tarihini bilirdi.

Onun anılarına değinirken, onun çok rahatsız olduğu iki hususa değinmeden geçmek istemem.

Birincisi, her aklı başında Kürdün rahatsız olduğu ve acısını çektiği İÇ İHANET meselesi. Ki Kürtler de kronik bir vaka haline gelmiş bir meseledir bu. Gün geçtikçe biz iç ihanetleri arkada bırakırız diye umut ederken, tam tersine tarihte eşine az rastlanan bir ihaneti yaşadık yakın zamanda. KERKÜK’ÜN kapılarının HAŞDİŞABİ saldırganlarına açılması böyle bir İHANETTİ İŞTE. Babam, bu vakaya çok üzülüyor ve kapıyı açanlara da çok kızıyordu. “Çıma gotinin ‘kurmé darı jı daré nebe dar puç nabe’ çıma?”

İkincisi; İÇ KAVGA vakalarına da çok üzülür ve kızardı. KDP, YNK, PKK, GORAN ve diğer Kürt örgütlerin birbirleriyle cebelleşmelerine ve çatışmalarına hiç tahammül etmiyordu. Bunlar birlik olacaklarına birbirlerini kırıyorlar. “Vana bé vı hal-u ahwalé xwe naçin tu deré. Agir ser pişta me Kurda dadixin. Wana bivin yek, dikarin daru divana döné bi hecinin. Lé şeytané wana geleke, navin yek.”

Biraz uzattığımın farkındayım, bağışlayın, sona geldim:

Bir güne bir gün benim yüzümden gördüğü işkencelerden dolayı en ufak bir yakınması olmadı. Ben, babama “Baba benim yüzümden bunca işkence gördün, senin hakkını ödeyemem” dediğimde; “Oğlum ben, senden evvel bu davayla ilgiliydim. Benim gördüğüm işkenceler benim payıma düşendi, senin gördüğün işkenceler de senin payına düşendi. Biz baş

eğmedik ya, anlımız açık ya, sen ona bak. Bize işkence edenler utanmazdılar. Mesele bu işte” dedi. Ondan sonra bizim için o konuda kapanmış oldu.

YUSUF GÜMÜŞTEKİN, GERÇEKTEN İYİ BİR İNSANDI! İYİ BİR BABAYDI! İYİ BİR YURTSEVERDİ!

ANNEM VE BABAM, BANA İYİ BİR ANNE VE İYİ BİR BABA OLDUKLARI KADAR BEN, ONLARA İYİ BİR EVLAT OLAMADIM, ONA YANARIM!

BİR YIL EVVEL KAYBETTİĞİM ANNEMİ VE HALA SOLUĞUNU HİSSETTİĞİM BABAMI SAYGIYLA ANIYORUM!

 

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum