Akademisyen Okçuoğlu: AKP, politik Kürdü varlığına tehdit olarak görüyor

Akademisyen Okçuoğlu: AKP, politik Kürdü varlığına tehdit olarak görüyor

Gazete Duvar’dan Jinda Zekioğlu, politik doğmak ve büyümeyi, milliyetçiliği, demokratik süreçleri ve Kürt akademisini, akademideki kadın varlığını akademisyen Dilan Okçuoğlu ile konuştu.

A+A-

Jînda Zekioğlu

 “Her insan aslında ömrü boyunca, kendi hayatının belgeselini çeker” diyen foto muhabiri Ara Güler, haklıydı. Kimin derdinde kendimizi aramadık? Bulamadığımızsa hiç olmadı.
Dilan Okçuoğlu bunun en iyi örneklerinden. Çocukluğundaki muhalif, politik, kriminal süreçlerin kuşkusuz hayatında ve tercihlerinde büyük etkisi var. Kendi değilmiş gibi, daha çok –miş gibi davranmadan, kabullenerek, geleni kucaklayarak, dertse çekip, başarmaksa zoru aşarak, halledip, çözüp yoluna devam etmiş bir genç kadın.

Akademideki kadın varlığını görünür kılmak şüphesiz gelecek nesillerin katılımı için şevk verecektir. Bu anlamda Türkiye’deki eğitimin ardından Avrupa, Kanada ve şimdi ise Washington DC Amerikan Üniversitesi’nde doktora sonrası çalışmalarına hoca olarak devam eden Dilan Okçuoğlu; çok yönlü çalışmaları, saha araştırmaları ve politik gündeme dair analizleri açısından oldukça başarılı bir portre.
Milliyetçilik, karşılaştırmalı siyaset, çatışma ve demokratik süreçler ve bu süreçlerin sınır hattında yaşayan Kürtler tarafından algısı, Dilan Okçuoğlu’nun özellikle eğildiği konular.
Kendisiyle, politik doğmak ve büyümeyi, milliyetçiliği, demokratik süreçleri ve Kürt akademisini, akademideki kadın varlığını konuştuk.
Okçuoğlu, AKP’nin dış politikadaki Kürt çıkmazını içeride şöyle yorumluyor: “Elbette Rojava’daki her türlü teritoryal kazanım Türkiye’nin içeride ve dışarıda kaybı olarak görünüyor. Bu itibar kaybı olur, toprak kaybı olur, istikrar kaybı olur. AKP, politikleşmiş Kürdü ve kazanımlarını kendi mevcut düzenine tehdit olarak görüyor. Birinin kazancı diğerinin kaybı formülü üzerinden bakınca da ortada herhangi bir müzakere zemini kalmıyor.”

Politik bir evin içine doğmak; anne, baba, amcalar, maaile siyasetle hemhal olmak, bu bilgi ile büyümek kolay olmasa gerek. Nasıl bir aile ile tanıştın bu dünyaya?

Karakoçanlı bir ailenin mensubuyum. 90’ların başında, Dolan mezrasında büyük dedelerimize ait evlerin tamamı devlet tarafından yakıldı ve bir daha da yapılmadı. Köyün ismi ise Oxciyan, hala kimliğinde Oxçiyan yazar babamın. Ben ise İstanbul Bakırköy’de doğdum, Merter’de çocukluğum geçti. Behice Boran, Kemal Türkler gibi dönemin işçi ve aydınlarının fikriyle kurulan işçi bloklarında, çalışan işçi kadınların büyüttüğü çocuklardık. Öte yandan dayımın politik bir karakter olması ve devlet tarafından görüldüğü yerde ‘vur emri’ olması nedeniyle uzun yıllar annem dahil tüm aile fertlerimizin çeşitli işkenceler görmüş olması bilincindeydik. Polis bu sebeple çocukken de kapıyı çalıyordu. Bir yandan da Kürt entelijansiyasını tanıma fırsatı bularak büyümek gibi bir şansımız oldu. Değerli Musa Anter’in amcam Ahmet Zeki ile yakın hukuku vardı. O dönem Doz Yayınevi aktifti ve başarılı işler yapıyordu.
80 öncesinden tutun da 90’ların sonlarına dek süren çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda; ölüm, sürgün, cezaevi, gözaltında kaybedilme, işkence haberlerinin ev içinde yankılandığı, komşular arasında konuşulduğu bir ailede büyüdüm. Polisin evimizi basmasının, gözaltına almasının olağan hali içinde büyüdüm. Bu nedenle de o döneme ait ‘politik lügat’a hakimdik. Selam verdiğimiz birinin birkaç gün sonra gözaltında kaybedildiğini ya da kaybedilebileceğini bilerek büyüdük. Biz büyürken çevremizdeki bütün güzel insanlar da birer birer öldürüldü.

‘İNSAN DEĞİLMİŞİM MUAMELESİ GÖRÜYORDUM’

90’larda aile bireylerini TV’de görmek, okulda, sokakta, “Bölücü” diye işaret ediliyor olmakla nasıl mücadele ediyordun?

Bu ‘Okçuoğlu Biraderler’ gerçekliği o 17-18 yaşlarımdayken çok baş edebildiğim bir şey değildi. Lisedeydim ve okulun en başarılı öğrencisiydim. Ama güvenilmez ve düşmanın çok olduğu bir ‘dışarısı’ fikri ile kendine güvenli zemin arayan bir Kürt çocuğuydum. O nedenle 99 yılı çok sert çarptı bizim eve… O dediğiniz gibi lafları duymamak için, kendime bunu dedirtmeyeyim diye çok çalışıyordum. En başarılı öğrenci iken bırakın öğrenci olmayı, insan değilmişim muamelesi görüyordum. Sonraları “Bu devlet bir dolu insana, bir dolu şey yaptı, bizi de es geçmedi” diyebildim. Ama küçükken, çocukken bu ayrımcılıklar daha sert yaşanıyor. Zorla 10 Kasım’da kürsüye çıkarıp konuşma yaptırtmak mı dersiniz, Din Kültürü hocasının sinirle sınıfa girip kitabı açtırıp “Vatan nedir, oku!” demesini mi anlamaya çalışırsınız? Dolayısıyla lise birincisi olduğum herkes tarafından biliniyorken, notları benden çok daha düşük bir başka öğrenci sadece babası emniyet müdür yardımcısı olduğu için bile 1. olabilirdi, her şey bu kadar keyfiydi aslında. Sanırım o dönemin en sert gerçekliği bunun yüzümüze tokat gibi aniden çarpmış olmasıydı ve önemsiz gibi görünen şey, aradan geçen onca yıla rağmen bende unutulmadı. Çünkü şu bilgiyle büyümek ve de bunu hazmetmek zorunda kalıyorsunuz: Güç mercileri istedikleri keyfilikte davranabilirler ve sizinse onurunuza yönelik yapılan bu saldırıların, haksızlıkların hesabını soracağınız bir merci yoktur…

‘ADIM AYŞE, FATOŞ DEĞİL DİLAN’DI…’

Politik idealler kurar mıydın? Ne ifade ediyordu senin için Kürt olmak? Bu bilince nasıl vardın, kendini ne zaman Kürt ve öteki hissettin?

Adım Ayşe, Fatoş değil, Dilan’dı. Anaokulunda Türk milliyetçisi bir öğretmene denk düşmüştüm maalesef. İnat ve ısrarla kimsenin olmadığını anlarda saldırgan davranışlarını hatırlarım. Kimi zaman da ihtiyaçlarımı kasıtlı olarak yok saydığını bilirim. Bu meseleyi yıllar sonra ailede konuştuğumuzda doğru hatırladığım ve de babamın durumu fark edip beni mecburen oradan almak zorunda kaldığını öğrendim. Politik ailenin böyle bir özelliği daha var: acaba bu devlet çocuğumdan bunun acısını nasıl çıkartır sorusuyla yaşadıkları için genelde temkinli ve dikkatli olmak zorundalardı. Okula beni almaya, beyaz tülbendi kınalı kızıl saçlarıyla ile Dapîra min (yani anneannem) gelirdi. İnsanların, öğretmenlerin, diğer veli ve öğrencilerin ona tavrını görüyorsunuz küçük de olsanız. Başka diller var, dışarısı ile içerisi arasında. İçerideki dilin, dışarıda yasak olduğu fikri ve müdahalesi var. Bu tür karşılaştırmalarla anlıyorsunuz kim olduğunuzu, öteki olduğunuzu. İstanbul’da, 80’lerin başında, orta sınıf bir aileye doğmuş ve de orta sınıf bir mahallede yasamış birisi olarak deneyimlerim tabii bunlar.

‘KENDİMİZE YABANCI BİR HAYATA DAHİL EDİLMEK ZORUNDA MIYIZ?’

Meslek seçimine yansıdığı da ortada. Kendine böyle bir misyon biçmiş olabilir misin?

Aslına bakarsan mesele kendiliğinde ısrar etmek bence. Kim olduğunla, nereye doğduğunla, tercihlerinle ve toplamda kimliğinle ilgili bir meselede ısrarcı olmak ve bu yolda kararlılıkla yürümek. Erken yaşlardan itibaren kimi zaman öfke ve hayal kırıklığıyla sorardım: Neden Türklere dair bilgiler üstüne bastıra bastıra dolaşıma sokuluyor ve bunları öğrenmeye mecbur ediliyoruz? Neden sürekli kendimize yabancı bir hikâyenin içine dahil edilmek zorundayız? İnsanın içiyle dışı arasındaki bu farkı sürekli gözleyerek yaşamaya mecbur edilmesinin toplumsal, siyasi ve psikolojik sonuçlarını merak ediyordum.
Türkçe marş çalan bir dolmuşa bindiğinizde, bu sizin yok sayılan tarafınıza, varlığınıza yönelik bir saldırı ve tahakküm olarak kendini gösterirken, Kürtçeyi duyduğunuzda ona doğru gitmenizse zorla susturulmuş, yok sayılmış o sesin kendini bulması olarak ifade buluyor.

Şu an yaşadığın Amerika’da, binlerce diğer göçmen gibi geldiğin yerden ve hikâyeden koparak, bağımsız üretimlerde bulunabilirdin? Neden ayıramıyor insan kendini kökünden sence?

Önce Avrupa’ya sonra Kanada’ya ve şimdi de Amerika’ya gelmiş olmanın etkisiyle içeriye dönmekten imtina etmedim ve içeriden gelen sesleri anlamaya kavramaya ve bunun bilgisine ulaşmaya çalıştım diyebilirim.
Çalışma konularım hep Kürt meselesinin farklı yönleri oldu ama bu hayatı sadece bir misyon insanı gibi yaşamayı göze aldım diyemiyorum. Çünkü sadece bir misyon insanı gibi yaşayanlar zaten gittiler…

Suriye’de yaşanan ve Kürtleri hedef alan çok boyutlu savaş stratejilerine dair Jerusalem Post’a yazdığınız makaleniz dikkatimi çekmişti. Dünyanın geri kalanının artık Rojava için inisiyatif almak zorunda olduğunu dile getirmiştiniz. Avrupa, ABD, Rusya ya da İngiltere nasıl sorumluluklar alabilir? Onlar açısından, Türkiye ile ilişkilerini riske etmeye değer mi Suriye Kürtleri? 

Rojava ile ilgili elbette dünyanın sorumluluk alması gerekiyordu ve siyasi-diplomatik alanda daha proaktif bir tavır gelişmeliydi. Aksine, baştan beri askerî açıdan müttefiki olan Kürtleri yolda bırakan ve de anlık pragmatist motivasyonlarla hareket eden liderler görüyoruz. O yazıda da bu duruma işaret etmiş, aynı zamanda da Trump’ın asker çekme kararının bir siyasi ihanet olduğunu ve farklı bir dünya mümkün olsaydı bu tavrın da yargılanması gerektiğini anlatmıştık Cornell Üniversitesi’den Uriel Abulof ile.

Kürtlerin sahadaki kazanımlarının diplomatik kazanıma dönüştürülmesi en önemli başlıklardan birisi olarak öne çıkıyor. Savaş sonrası inşa sürecinde uluslararası aktörlerin sorumluluğu paylaşması başlığı öne çıkıyor. Dolayısıyla uluslararası güçlerin hem savaş sırasında hem savaş sonrası süreçte gerek askeri gerekse diplomatik olarak yanında yeterince yer almadığını söylememiz gerekiyor. Daha çok askeri olarak destek sunsalar da bunun dönemsel ve de maalesef Kürtler açısından netice alıcı olmadığını söylemeliyiz. Zira, geçen yıl kasımda yayınlanan o yazıda da bahsettiğimiz gibi, Kürtler sadece diplomatik olarak, temsili olarak veya taleplerinin hayat bulması noktasında yalnız bırakılmadı. Daha da kötüsü Amerika müttefiki olan güce karşı, yani Kürtlerin aleyhine bir karar vererek Türk ordusunun Rojava’ya girmesine imkan tanıdı ve dolayısıyla Afrin kaybedildi. Neticede de pek çok insan canından ve malından oldu. Sonrasındaki gelişmeler de bir kez daha gösterdi ki Rojava’da olanların hem bölgesel hem uluslararası siyasette dönüştürücü etkileri var. İşte bu sebeple de o yazıda Amerika, İngiltere ve diğer tüm uluslararası güçleri Trump’ın asker çekme kararının olası sonuçlarını yeniden düşünmeye davet vardı. Yani Kürtlerin yanında yer alamıyorsanız o zaman Kürtlerin karşısında durmayın en azından. Real politika gösterdi ki Suriye Kürtleri için aldıkları risk bir noktaya kadar. O noktada da işte Kürtlerin birbirleriyle bu vakte kadar askeri, politik ne tür ilişkiler kurdukları, kendi içlerinde savaş ve sonrasına dair ne tur hazırlıklar yaptıkları devreye giriyor mecburen.

‘KÜRT HAREKETİNİN FAZLASIYLA KONJONKTÜREL DAVRANDIĞINI DÜŞÜNÜYORUM’

Erdoğan’ın Suriye’deki geçmiş politikaları, Türkiye’nin iç politikasında çözemediği Kürt meselesine dair duygu durumunun bir dışavurumuydu diyebilir miyiz?

Erdoğan’ın Suriye’ye yönelik yaklaşımını incelerken meseleyi biraz da başarısızlıkla sonuçlanan Kürt açılımı dönemi ile ya da çatışmasızlık dönemi olarak bilinen süreç ile düşünmek gerektiği kanaatindeyim. Rojava konusunda zaten iç politikada da aldığı tavır ile çelişmeyen bir politika uyguluyor. Kürtlere teritoryal bir statü vermeyecekleri zaten bilinen bir durum. Şayet barış süreci veya çatışmasızlık süreci olarak kamuoyunca da bilinen dönemin en belirgin sonuçlarından birisi Dolmabahçe mutabakatı ise oradaki 10 maddeye bakarak o dönemin gidişatını ve de tarafların talep ve beklentilerini değerlendirebiliriz. Her ne kadar PKK de çok aktörlü, çok sesli bir yapı olarak son yıllarda dikkat çekse de ve o mutabakat ile çatışmasızlık sürecinin devamlılığı esas alınsa da o yazılı metnin meseleye dikkat kesilmiş pek çok insanda hayal kırıklığı yarattığını söylemek gerekiyor.
Türkiye’de Kürt hareketinin Kürtlere statü talebinden vazgeçtiğini düşünmesem de Kürt hareketinin fazlasıyla konjonktürel davrandığını düşünüyorum.

Sürecin yönetildiği döneme dair hükümetin çelişkileri mi vardı sizce?

Erdoğan açıklıkla “Irak’ta olan hatayı Suriye’de yapmayacağız” dedi -ki Irak Kürtleri ile ekonomik ilişkileri var- Kerkük için referandum sürecindeki demeçleri de ortada zaten. Yani en başından beri siyasi söylemleri ve aldıkları kararlarla Kürtlere teritoryal bir statünün veya idari mevzuatı yeniden düzenlemeyi öngören yerinden yönetime dair hakların kendilerinin kırmızı çizgisi olduğunu defalarca beyan etmiş.
AKP bir yerden sonra lider partisi haline döndüğü, partinin kendi içerisindeki muhalif sesler susturulduğu veya işlevsiz hale getirildiği için AKP’nin son dönemini anlamanın yolu biraz da Erdoğan’ı besleyen fikirsel kanallara iyi bakmaktan, incelemekten geçiyor.

‘AKP, POLİTİK KÜRDÜ VARLIĞINA TEHDİT OLARAK GÖRÜYOR’

AKP iktidarından önce ve sonra Kürt meselesinde neler değişti? Neler değişmedi sizce?

AKP iktidarından önce ve sonra Kürt meselesine dair olumlu yönde değişen bir şey olmamıştır. Başta bir grup insanda biraz da Avrupa Birliği’nin rüzgarıyla birtakım beklentiler vardı. AKP’yi değerlendirirken de ilk dönem, ikinci dönem, üçüncü dönem diye ayırma eğilimindeyim. Dönüp dolaşıp vardığımız yer şurası: Kürtler için hak talebi söz konusu olduğunda her zaman kendi ulus-devlet çerçevesi dahilinde, Misak-i Milli ile çatışmayacak kadarına ‘razı gelmiş’, hatta bunu da çokça ‘lütuf’ olarak görmüş bir devlet aklı var ortada.
Elbette Rojava’daki her türlü teritoryal kazanım Türkiye’nin içeride ve dışarıda kaybı olarak görünüyor. Bu itibar kaybı olur, toprak kaybı olur, istikrar kaybı olur. AKP, politikleşmiş Kürdü ve kazanımlarını kendi mevcut düzenine tehdit olarak görüyor. Birinin kazancı diğerinin kaybı formülü üzerinden bakınca da ortada herhangi bir müzakere zemini kalmıyor.

Okuduğum çalışmalarınıza dayanarak sormak istiyorum; kriz anlarında (deprem, sel, savaş, çatışma vb.) bir insanın soydaşlarına öncelik tanıyan düşüncesi milliyetçilik değil midir? Bunun sınırını hangi ölçülerle çizmek gerekir?

Kürtler açısından bu durumun iki belirleyicisi var: Bir, küresel bir yaptırım gücü olan, adalet dağıtıcı mekanizmanın yokluğu. İki, uluslararası ilişkilerde son yıllarda devlet dışı aktörler önem kazanmaya başlasa da hala devletlerin karar alıcı güç olduğu, bu sebeple de hala devletler arası ilişkileri stabil kılmaya odaklanan perspektifin yaygın oluşu. Kaldı ki Kürtler gibi devletsiz ulusları araştırmanın odağına yerleştirip bu literatüre baktığımızda önümüze çıkan bir diğer önemli nokta da şu ki tüm insanların sınıf, ırk, cinsiyet, etnik kimlik gibi özelliklerinin standartlaştırıldığı, Rawls’ın bahsettiği bir orijinal başlangıç noktası yok. Yani herkes öyle de böyle de belli bir gruba, sınıfa mensup ve bu aidiyetin kendisinin yarattığı siyasi toplum bir kamusallık yaratıyor.

Kürt meselesinde birçok konuda milliyetçilik ile damgalanarak suistimal edilen tartışmalar yaşanır. Üstelik bu tür sosyolojik tespitlerin ‘bence’si, ‘bana göre’si olmaz. Literatür açıktır. Kürt milliyetçiliğinin sınırları nerede başlar, nerede biter sizce?

Peki ben de şöyle sorayım, milliyetçilik her zaman etnik midir, yani bir anlamıyla yıkıcı mıdır? Kürt milliyetçiliği de diğer milliyetçilikler kadar dinamik, dönüşen de bir alan. Civic versiyonunun batıya özgü olduğunu iddia eden kimi oryantalistler 3. Dünya dedikleri grubu her daim etnik milliyetçilik ile suçlarlar ancak bu yüzeysel okuma batı dışı toplumlardaki gündelik hayatın çok katmanlı yapısını anlamaya da yetmiyor. Kişilerarası ilişkileri de birey ve grupların devletle ve de kurumlarla diyaloglarını da anlatmaya yetmiyor. İşte o yüzden yine yüksek lisans ve doktora çalışmam için 2008’de gittiğim Kanada’da “Bu kategorilerin dışına çıkacak teorik çerçeveyi nasıl kurarım?” diye düşünmeye, başka kaynaklara da yeniden bakmaya başladım. Ve ulusların kendi kaderini tayin hakkıyla başlayan akademik serüven sonrasında karşılaştırmalı teritoryal ve sinir çalışmalarıyla devam etti. Hatta yaptığım çalışma siyaset etnografisinden çokça istifade eden bir ampirik çalışma oldu diyebiliriz.

‘SÖMÜRGECİLİĞİN ÜRETİM ALANLARINI SORGULAMAYA DAHA ÇOK İHTİYAÇ VAR’

Ne tür çıkarımlarınız oldu?

Asıl önemli olanın Brubaker’ın da zamanında vurguladığı gibi, pratikte karşımıza çıkan kategorilerle araştırma/analiz kategorilerinde arasındaki boşluğu görmek ve tam da bunu kavramsallaştırmak, problematize etmek olduğunu düşünüyorum. Yani sizce Kürtlük net bir kategori gibi işlev görebilir ama saha çalışması yaparken görüştüğünüz kişilere, döneme ve mekâna göre de Kürtlüğün karşımıza çıkan pek çok hali vardır. Üstelik kimi yerlerde fazlasıyla çelişkiler barındırabilecek olan halleri de kapsadığını görürsünüz. O zaman mesele araştırma kategorilerine tabandan gelen bu sorgulamayı görmek ve de bu karşı koyuşu dikkate alan bilginin peşine düşmektir. En basitinden bu çelişkiyi, boşluğu da anlatabilmek, üstüne de kolektif düşünceye davet etmektir.
Siyasi toplum inşası dinamiktir ve de her durumda dışlanmayı içerir. Anthony Marx bu dışlayıcı mekanizmaları anlatırken Andrea Wimmer da bu mekanizmaları anlatır ve bu sınır çizme halinin nasıl bir süreç olduğunu hatırlatır.

Bir ülkesi olmayan ulusların, kültürel coşkunluğu, yaşanmamışlıktan kaynaklı özlemi zaman zaman öfkeyle ‘düşman’ bellediği kişi/yapılara benzeyebilir. Bu da klasik milliyetçilik ile mi açıklanır? Buna illa parantez açmak zorunda mıyız? Bu hassasiyet gerektiren bir konu mudur sizce?

Bana kalırsa, Kürtlere dair akademide nasıl bilgi üretildiğinden bu durumun Kürtlerin gelecek nesillerinin kendilerini anlamada etkilerine kadar çok boyutu var. Sömürgeciliğin kendini yeniden üretim araçlarını sorgulamaktan, hangi alanlarda daha etkili olduğunu görmeye ve göstermeye her zamankinden daha çok ihtiyaç var aslında. Ve buradaki düşünsel çabanın Kürtlere dair yazıp çizenlerin, belli yapılarda siyaset yapanlar dahil, sahip oldukları imtiyazları yeniden sorgulama olanağını da içerdiğini söylemek isterim.

Türkiye ve Irak Kürdistanı sınır bölgelerinde yaşayan insanlarla 40 yıllık çatışmanın yaşamlarını nasıl etkilediğini konuştunuz, uzun süre saha çalışması yaptınız bu konuda. Ve barışın tabandan nasıl sağlanacağı yönünde en lokale indiniz? Neler deneyimlediniz bu çalışmanızda?

AKP’nin 2009-2013 yılları arasında demokratik inisiyatif ya da Kürt açılımı diye isimlendirdiği sürecin başarısızlıkları üzerine ve bunun günlük hayattaki etkileri üzerine düşünmekle başlamıştım. En başından itibaren teritoryal alana dair ilgim vardı ancak eş zamanlı olarak gündemde sürekli ‘barış süreci’ söylemi dolaşıyordu. Söylem ile pratiğin bilgisi arasındaki çelişkileri, boşlukları da yeniden düşündüğüm bir dönemdi.
Sınır boylarında yaşayan Kürtlerle 100’den fazla görüşme yaptım. 2013-14 yılları arasında Van, Hakkari ve Çukurca’da yaşadım, civardaki pek çok köye gidip görüşmeler yapma şansım oldu. Misal Van’da yaşarken Başkale, Saray, Çaldıran, Özalp gezdim, sınır boylarına gidip sıfır noktasındaki köylerde de kaldım. Çukurca’da 1,5-2 aya yakın yaşamış olmak çok öğretici oldu.
90’larla başladım. 90’larda neler yaşadılar, can ve mal kayıpları oldu mu? Tazminat aldılar mı, hukuki süreç nasıl işledi? Avukatları kim vb. Daha sonra imkan dahilinde avukatlar ile de görüştüm. Dava dosyalarına da bakma şansım oldu. İkinci grup sorular ise daha çok göç sonrasına ilişkindi. 2000’li yıllarda Kürtlerde yeni kentleşme pratiklerini ve bunun sosyal, siyasi ve psikolojik sonuçlarını da anlamadan kontrol mekanizmalarının işlevlerini, etkisini okumak eksik kalırdı. Hakkari ve Şırnak’tan köyleri yakıldığı için Van’a gelen ailelerle çokça görüştüm. Bu sorular bir anlamda da Kürtler ile toprak ve mülk arasındaki ilişkileri de anlama çabasının ürünüydü. Üçüncü grup sorular ise çatışmasızlık süreciydi. Nasıl değerlendirdiklerini, beklenti ve taleplerini sordum.
Özetle, öğrendim ki; masa başında dizayn edilen politikalarla, merkezde alınan kararlarla devletin sınır boylarında hayata geçirdiği pratikleri karşılıklı okumak ve aradaki boşluğu görmek önemli. Ankara’nın İstanbul’un gündemindeki barış süreci oralara ulaşmamıştı. Hakim ruh hali ısrarla her şeyin 5 dakika sonra değişebileceği idi.

‘TAKDİR GÖREN KADINLIK FORMLARININ TARİHİ DAHİ HENÜZ TAM YAZILMADI’

Gerek Kürt akademisi gerek Kürt siyaseti gerek sanatı gerek iş dünyası; henüz yeni yeni kadın varlığına alışıyor. Henüz olması gereken daha eşit ve adil ilişkilerin kurulduğu bir düzlemde yaşadığımızı söyleyemeyiz. Kendi içimizdeki bu toplumsal cinsiyet vesayeti ne zaman, nasıl aşılacak sence?

Maalesef toplumsal cinsiyet vesayeti yakın zamanda aşılamayacak. Hala Kürt kadın mücadelesinin Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren var olan mücadelesine rağmen derdimiz aslında siyasi alandaki, partideki kadın kazanımlarının topluma ne ölçüde yansıdığı, aile ve aşiret ilişkilerine ne derecede nüfus edebildiğidir.
Hala bir yanıyla en takdir gören, tanınan kadınlık formları Kürtlerde annelik ya da davası için canını veren gerilla ve peşmerge kadınlar ki onların da tarihi henüz yazılmadı. Meseleye dört parça Kürdistan’da Kürt kadınları üzerinden baktığınız zaman önemli Kürt kadın liderler, Kürt kadın alimler, sanatçılar var elbette. Ancak hala erkeklerden beş kere bahsediyorsak kadınlardan bir kere ya bahsediyoruz ya bahsetmiyoruz. Çalışmalarımızda bu Kürt kadınlarına referans verme gayreti içine girmiyoruz.
Eleştirel düşüncenin gelişmesine katkı sunma amacının ilk saik olduğunu dikkate alırsak bu bilgiyi anlamlandırmak da araştırmacının görevi olmalıdır. Öyleyse kurumlarda neler yapılıp yapılmadığını gözlemek, erkekliğin burada nasıl bir rol oynadığını izlemek, dönüp bunun üzerinden Kürt kadınlarının baş etme, alanı dönüştürme pratiklerine yeniden bakmanın da çok öğretici olacağını düşünüyorum.

Kürt çalışmaları yapan yüzlerce akademisyen daha evvel birçok konuda çağrı niteliği taşıyan bildiriler imzaladı. Kürt dili için, kolonyal müdahaleler ya da adil yaşam talepleri için bir Kürt konferansında bir araya gelmek, bunu dünyadaki tüm Kürt temsillerini aynı çatı altında toplayarak başarabilmek zor olmakla birlikte başarılamaz mıdır? Buna destek olacak iş insanları yok mudur? Daha önemlisi buna ihtiyaç şart değil midir? 

Bence fazlasıyla önemli bir soru bu. Bir de fark ediyorum ki Kürt Akademisine ve bu alanın geleceğine dair sorularınızı yanıtlamaktan ayrıca keyif alıyorum çünkü biz hala fazlasıyla yokuz. Şu an belki geçmiş dönemlere göre daha şanslıyız, sayımız daha fazla ve de bizden sonraki nesil de umuyorum ki hem çıtayı daha da yükseltecek hem de nicel anlamda daha avantajlı olacak. Dolayısıyla o açıdan iyimserlikte ısrarcıyım.
Kürt çalışmalarında bulunan akademisyenlerin bir değil birkaç konferansa ihtiyaçları var. Geçmiş yıllara göre son 5-6 yılda bu ihtiyaca yönelik birtakım çalışmalar da yapıldı. Northwestern University’de Kürt Çalışmaları Konferansı düzenlendi. Exeter Üniversitesi’nde Kürt Çalışmaları bölümü var. Yine Toronto Üniversite’sinde birkaç yıldır bu alanda konferans düzenleniyor. Bu yıldan itibaren Amerikan Üniversitesi, Washington’da Küresel Kürt Çalışmaları Programı hayata geçmekte ve umuyorum ki uzun vadede kalıcı hale gelir. Kürt Çalışmaları Network’u ve de Kürt Çalışmaları Dergisi zaten bir süredir bu konuda çalışan, düşünen insanların buluştuğu değerli platformlar. Emeğe saygı gösterdiğimiz, yaptığımız işte ilkeli durduğumuz, hudut bildiğimiz sürece bir araya gelmemek, o kolektif ruhu yaratmamak, öylesi acil bir ihtiyaca cevap vermemek için hiçbir bahanemiz olamaz. Açık yüreklilik de söylemem gerekiyor ki bu çok acil bir ihtiyaç olarak gündemimize girmeli.

Acil olarak neyin tartışılması elzem sizce böyle bir konferansta? 

Özellikle iktisat, felsefe, hukuk gibi alanlarda akademik üretim yapan kişilere ihtiyaç var. Keza fizik, biyoloji gibi alanlar da çokça ihmal ediliyor çünkü bu alanlarda akademik kariyer yapmak oldukça külfetli, fazla idealist olmayı gerektiriyor. Kürtlerin bilgiye ve de maddi imkanlara her şeyden çok ihtiyacı var. Akademik alanda yol almak da sabırla çalışmayı ve de belli ölçüde de maddi altyapıyı sağlamayı gerektiriyor.
Bu anlamda önce ihtiyaçların belirlenmesi, bir harita çıkarılması, önümüzdeki 5 yıl içinde neler yapılabileceğinin gündeme alınması ve buna dair komiteler oluşturulması ile harekete geçebiliriz. Bu iradeyi göstermedikçe ödediğimiz bedel de ağırlaşıyor.

‘BAK’IN DAYANIŞMASI ÇOK KIYMETLİYDİ’

Türkiye’de de akademi dünyası Kürt meselesine dair geliştirdiği tavır ile büyük bir imtihandan geçti. Barış Bildirisi imzacısı binlerce akademisyenin hayatı değişti. Akademi bir bedel ödedi/ödüyor. Bu sonraki yıllarda Türkiye’de alanın boşalması, tek tipleştirilmesi, daha militaristleşmesi anlamlarını taşıyor. Peki dünya üniversiteleri mağdur edilen bu akademisyenlere ve çalışmalarına yeterince hazır mı? Açık mı? Bu anlamda cesur mu kendiyle de yüzleşmeye? 

Çok yerinde bir soru. 2016 sonrasında biliyorsunuz Barış için Akademisyenler’e davalar açıldı, hapse atıldılar, işlerinden oldular. Pasaportları iptal edildi ve bu insanlar yaşarken ölüme terk edildiler.
Yine çok daha erken dönemde 20-30 yıl önce gelenlerin ne kadarı son dönemde her şeyini bırakarak gelmeye mecbur bırakılmış kişileri anlayabildi bu da önemli bir soru. O açıdan dayanışma istenilen ve ihtiyaca denk düşen ölçüde gerçekleşebildi mi mesela? Madalyonun öteki yüzünden de bakacak olursak kimisinin bu süreci kendi lehine kullanıp asıl ihtiyacı olanların önünü kapatabildiği durumlar da olmuş mudur diye düşünmek gerek. Türkiye akademisinde diliyle, etnik ve dini kimliğiyle imtiyaz sahibi olmaya çalışanların işin ucu kendisine biraz dokunduğunda her şeye hakkı varmışçasına yine o alanları kapma yarışına girebileceğini de unutmamak gerek.
O açıdan BAK’ın da o zorlu süreçte gösterdiği dayanışmanın kıymetli olduğunu bir kez daha yenilemek isterim. Bireysel, kurumsal haksızlıklar neticesinde yurtdışında dahi ipin ucundan döndüğüm bir deneyimdi çünkü.

Kürt çalışmalarında emek vermek isteyen yeni nesil akademisyenlerin neler çalışması gerekir sizce, en boş kalan alanlar, konuşulması, saha araştırması yapılması gereken ne tür konular var? Siz şu anda ne üzerine çalışıyorsunuz?

Aslında son dönemde pek çok arkadaş değerli işler yapıyorlar. Çoğu da uzun süre sahada kalıp meseleyi yerinde gözlemiş arkadaşlar. Bizden önce de Shahrzad Mojab, Handan Çağlayan, Derya Bayır, Seda Altuğ, Ruken Şengül gibi başarılı işler yapan, sağlam duran kadınlar var. Kürt çalışmalarının gelişmesi ve bu alanda bilgi üretimi ile ilgili altyapının kurulmasına yönelik konuşmak heyecan verici. Bilim alanında neler eksik derseniz ekonomi politik mesela çok daha fazla çalışılmalı. Tarih alanında kısmen daha fazla insan var, tabii yetkinliğini o alandan arkadaşlar değerlendirmeli.

Bir de daha disiplinler arası akademik geçmişi olan arkadaşlara ihtiyaç olduğunu söylemeliyim. Misal hem nitelik hem nicelik yöntemleriyle çalışabilecek hem konvansiyonel olanı bilen hem de eleştirel teori, postkolonyal literatüre hâkim olabilecek kadar kendini geliştirmiş kişiler çok önemli bir boşluğu doldurabilirler. Böylelikle orta ve uzun vadede de bu işi gerçekten bilenle bilmeyen de ayrışabilir.
Akademi öyle veya böyle sahip olduğunuz maddi imkanlara da dayanıyor. Sağlık sigortanız yoksa, kirayı veremiyorsanız çok zeki veya çalışkan olmanız bir sonuç getirmez. Çok başarılı kimi arkadaşlarımız da bu eşitsizlikten dolayı ya doktorayı bıraktılar ya da hiç başlayamadılar. O yüzden bu yola yeni girmekte olan arkadaşlara da gerçekten seviyorlarsa yola devam etmelerini öneririm.
Korona günlerinden sağ salim çıkacağımız yeni günlerde dilerim ki çok daha fazla insan akademide ve Kürt çalışmalarında ısrarcı olur.

Gazete Duvar

 

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.